Karanlık Lise 2 – Bölüm 22


Arda’nın Ağzından

“Dün… Akşam… Neden…”

Sahilde koşu yaparken yanımda bir anda beliren İpek’in sorusunu daha net duyabilmek için kulaklıklarımı çıkardım.

“Efendim?” diye sorup onun söylediği şeyi tekrar etmesini beklerken, bir yandan da beraber koşuya devam ediyorduk.

“Antrenman. Dün akşam. Yoktun? Serhat Hoca cidden sinirlendi,” dediğinde “Bu adam manyak mı? Belki de son iki aydır ilk defa bir antrenman kaçırdım. Hem de son sınıfım,” diyerek kendimi savundum. “Çok takma kafana. Adamın antrenörlük yaptığı bile yok zaten, sadece oranın başında duruyor, biliyorsun,” diyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Cevap vermeyip hızımı biraz daha artırdığımda, yanımda kalmaya devam etmek için hızını benimkine eşitledi.

“Yalnız, soruma cevap vermedin Arda. Dün akşam sokakta o kızla konuştuktan sonra gelirsin sanmıştım ama görünmedin bile,” dediğinde “Canım gelmek istemedi,” dedim.

Güneş’le ettiğimiz kavgadan sonra, canım antrenmana bile gitmek istememişti. Ki ben, Bodrum’un öncesi ve sonrasında neredeyse hiç devamsızlık yapmamıştım. Antrenmana, spora giderken hiç üşenmemiştim. Ama dün akşam onun o halini gördükten sonra, olanlar dışında başka hiçbir şeye odaklanmak istememiştim.

“Sen? Arda, senin canın ne zaman antrenmana gitmek istemedi şu ana kadar? Ben yaklaşık beş yıldır orada spor yapıyorum. Sense daha dört beş aydır. Fakat şu an benden daha iyisin,” derken, İpek’in beni süzdüğünü görmüştüm. “… her açıdan,” diyerek cümlesini tamamladığında ise onu beni süzerken gördüğümü fark etti ve tekrar ileriye bakmaya başladı. Ardından “Demeye çalıştığım şu ki, bir sorunun var ve konuşacak bir arkadaş arıyorsun,” dedi.

Evet, o arkadaş genelde Güneş oluyordu. Tabii, düne kadar.

Tekrar konudan kaçabilmek için bu sefer daha güzel bir yol üretip “Bisikletlerin durduğu yere kadar depar,” dedim ve ardından hemen yarışa başladım. Yaklaşık otuz beş dakikadır hafif tempoda koşuyordum ve her gün koşuya çıkmaktan artık kondisyonum iyileşmişti. Bu yüzden pek yorulmamıştım. İpek benim ilerlediğimi gördüğü anda “Ama, bu sayılmaz!” diyerek bana yetişmeye çalışmıştı, ama kazanan ben olmuştum.

“Eve nasıl gideceksin?”

“Sen nereden gidiyorsun?” diyerek soruma soruyla karşılık verdi.

Aptal değildim, benden hoşlandığını biliyordum.

“Bugün yine motorla mı geldin? Ben babamın arabasını almadım, yürüyerek geldim,” dedim.

“Evet. Sahile inen barlar sokağının başına park ettim. İstiyorsan bırakabilirim..?”

“Spora geliyorsun, ama araçla geliyorsun. Bundaki mantığını anlayamıyorum,” dedikten sonra yürümeye başladık.

“Ama işimize yarıyor, değil mi?” diye sorduğunda, tekrar cevap verme gereği duymadım. Sadece dudaklarımı birbirine bastırıp hafif bir gülümseme ifadesi takındım. Verecek cevap bulamayınca sıkça yapardım bunu. Aslında herkes yapardı.

“Sorunun diyorduk ya hani Arda,” dediği anda ona döndüm ve “İpek bak, sanırım anlamadın. Bu yüzden daha açık söylemek istiyorum. Bir sorunum olduğu doğru ama konuşmak istediğimi sanmıyorum,” dedim. İpek durdu ve beni de durdurdu. “Onu demiyorum. Şu kızdı, değil mi?” diyerek ileride bir arabanın önünde duran çifti gösterdi. Onun sarı saçlarını metreler ötesinden fark edebilirdiniz. Sanırım annesi ona bu ismi koyarken çok doğru bir karar vermişti. Sadece saçları değil, kişiliği de saçları gibi parlaktı onun. “Evet… Güneş,” dediğimde, İpek onları arkasına alıp benim karşıma geçti.

Bana “Bana kalırsa fazlasıyla konuşmak istiyorsun,” deyip gülümsedi. “Hayır, hayır, hayır. İstemiyorum.”

“Evet, istiyorsun ve en doğru kişi de, aaa şansa bak. Tam karşında duruyor,” dedi.

Onu kırmak istemiyordum ama “Dün akşam seni o kadar beklettiğim için özür dilerim ama cidden, çok da önemli bir şey değil. Yani, sandığın gibi bir şey de değil. Sadece o benim en yakınımdı,” derken, Güneş’ten bahsettiğim için ona bakma gereği hissettim. İpek’in arkasında, deniz kıyısında Demir’in arabasına yaslanmış duruyordu. Demir onu kendine doğru çekti ve kendi sırtını arabaya verdi. Güneş onu öpmeye başladığında hissettiklerim karşısında, dün akşam Güneş’e söylediklerim için duyduğum pişmanlığım tamamı silindi.

Pişman değildim. Güneş’e söylediğim her şeyin arkasında duruyordum. Gece onun üstüne çok gitmiş olabilir miyim diye düşünmekten uyuyamamıştım fakat şu anda, tam karşımda o bela dolu çocukla beraberken tüm şüphelerim gitmişti.

İpek dikkatimi çekebilmek için omzuma yumruk attığında, bakışlarımı Demir ve Güneş’ten alıp İpek’e baktım.

“Hey! Beş yıl sen, beş ay ben! Unuttun mu?” diyerek omzumu ovuşturdum. Omzumdaki hassas noktayı nişan alıp yumruk attığı için normal bir yumruktan daha fazla acımıştı.

“Özür dilerim ama seni Mars’tan tekrar Dünya’ya döndürmem gerekiyordu. Ya da biz ona Güneş diyelim,” dediğinde, gözlerimi kısıp ona baktım.

“Hiç bana öyle bakma. Sen espri yapınca sorun olmuyor ama! Her neyse… konuşmak istersen eğer numaramı biliyorsun. Bu akşam boşum hatta, eğer istersen?” dediği zaman şaşırdım.

“Bana çıkma mı teklif ediyorsun?” diye sorduğumda “İstiyorsan randevu, istiyorsan toplantı de. Ne fark eder?” dedi. Gözlerim tekrar, istemeden de olsa Güneş’le Demir’e kaydığında, Demir’in elinin Güneş’in saçlarının arasında gezdiğini gördüm. Sağ yumruğumu istemeden sıktığımda, İpek “Bu yüzyıl içerisinde bir cevap alırsam fena olmaz aslında,” dedi.

Düşündüm ve tüm düşündüklerimin en net ifadesi olarak İpek’e bakıp “Neden olmasın?” dedim.

Güneş’in Ağzından

Demir, arabayı sahilde durdurduğunda ona baktım. Tuttuğu elimi bıraktı ve “Azıcık havaya ihtiyacım var. Ve sigaraya,” dedi, arabadan indi.

Sanırım benim de ihtiyacım vardı. Az önce Demir’le yaptığımız konuşma sandığımdan da stresli geçmişti ve verdiği cevap karşısında oldukça rahatlamıştım. Arabadan dışarıya adımımı attığım anda derin bir nefes aldım ve Demir’in yanıma geldiğini gördüm.

“Aslında başka bir yere gidecektik fakat beni oldukça şaşırttığını söylemeliyim Güneş. Yani bu sefer sen kazandın,” dedi ve sigarasını yaktı.

“Çok sigara içmiyor musun?” diye sorduğumda “Evet,” dedi. “Madem sen de farkındasın, o zaman neden azaltmıyorsun? Ya da en iyisi bırakabilirsin mesela?” dediğimde “Birilerinin keyfi yerine geldi,” dedi ve sigarayı dudaklarının arasına götürdü.

Onu izlerken bir yandan da “Ne alakası var?” diye soruyordum.

Sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı, tüm dumanı dışarı bıraktı ve ardından “Bana sataşmaya başladığına göre keyfin yerinde demektir,” dedi.

Kaç dakika geçti aradan bilmiyordum ama o, sigarasını bitirene kadar onu izledim. Yaptığı eylem aslında teknik olarak hep aynıydı ama ne zaman kolu hareket edip elindekini ağzına götürse, sanki başka bir şey yapıyordu. Elinin üstündeki damarların, görünen kemiklerin hareketini sanki bir tiyatro izliyormuş gibi seyrediyordum. Ona bakıyordum fakat insanın doğasında vardır ya, hep daha fazlasını ister. İşte aynen öyle, ben de daha fazlasını istiyordum ve onu izlemenin yanı sıra dinlemeliydim de. Sesini ve piyanosuyla yarattığı aşkı seviyordum.

O an kendi kendime acaba bir insan başka bir insanı sonsuza dek sıkılmadan izleyebilir mi diye düşündüm. Sigarasını bitirdikten sonra yere attı ve beni çekti. Kendisi hızlı bir şekilde sırtını arabaya dayadı ve beni kendine yaklaştırdı. Bu sefer ben önce davrandım ve onu öpmeye başladım. Bilmiyorum ,tekrar aynı sahilde, aynı arabaya yaslanarak öpüşmemiz ne kadar nostaljikti ama her seferinde zevk veriyordu. Üstelik aynı zevki de değil, her seferinde bir başkaydı. Demir’le olmak; bir sonrakini tahmin edememek demekti. Bir ay, bir gün, bir saat, bir dakika sonra nerede olup ne yapacağınızı kestiremezdiniz. Normalde böyle bir belirsizlik insanı bunaltıp kör edebilirdi ama bende ters işliyordu. Onunla olduktan sonra, bir saniye sonra nerede olacağımın bir önemi yoktu. Önemli olan ona güveniyor olmamdı. Arabadaki konuşmamızı yaparken içimde şüphe vardı. Hem de büyük bir şüphe… Fakat şu anda dudakları benim dudaklarımın, nefesi benim tenimin, eli benim saçlarımın arasındayken bir önemi kalmamıştı.

Demir konusunda tüm karmaşık düşüncelerimin tek bir noktada birleştiğini hissettim. Artık kalmayan şüpheler, artık hissetmeyeceğimi düşündüğüm korkular, bir buçuk yıl önce ailemi kaybetmemle beraber bana aşılanan yalnız kalma düşüncesi, aşk, sevgi, hayranlık… Hepsi tek bir yere bağlanmıştı artık:

Kalbime.

Helin’in söylediklerini düşündüm ve hissettiğim duygularla onun söylediklerini birleştirdim. Artık hazır mıydım? Demir’le birlikte olmaya hazır mıydım? Az önce arabada hazır olmanın kıyısından bile geçmediğimi düşünüyordum fakat şu an, dokunuşlarıyla beni yok ediyordu. “Kaçta evde olman gerekiyor?” demesiyle ayrıldık birbirimizden.

Hiç istemeyerek gözlerimi açtım ve açarken yaşadığım hüznün yerini, onun mavi gözlerine olan yakınlığımı fark edince büyük bir tutku aldı. “Aslında ailemin bana senin hakkında yalan söylediğini öğrendiğimden beri bir sınırlamayla karşılaşmadım. Sanırım onlar da kendilerini çok kötü hissediyorlar,” dediğimde “Pişmanlar,” dedi.

“Evet, bu yüzden çok çok çok geç olmadığı sürece seninle olabilirim,” dedim.

Demir telefonu çalmaya başladığında, elini siyah, deri ceketinin cebine soktu ve ardından telefonunu çıkardı. Arayanın, babası olduğunu gördüğümde ben de en az onun kadar şaşkındım.

“Beni hiç aramaz,” dedi.

“Açmayacak mısın? Ya önemli bir şey varsa?” diye sorduğumda, bana “Ben de ondan kaçıyorum ya…” dedi ve telefonu kulağına götürdü.

“Baba?” dediği anda, telefondan ona söylenenler karşısında gözleri büyüdü. Telefondan gelen sesleri duyamıyordum. Babası ona onu bu kadar etkileyecek ne söyleyebilirdi ki?”

“Ona zarar gelmeyecek. Anladın mı? Yoldayım,” dedi ve ardından “… Kimsin?” dedi ve telefonu kulağından uzaklaştırdı.

Demir büyük bir hızla arabanın öbür tarafına geçti ve kapıyı açtı. Ben de aynı şekilde kendi kapımı açtım ve arabaya bindim. “Güneş, iniyorsun. Hemen!” dediğinde, arabayı çalıştırmıştı bile. “Demir, ne oldu?” diye sorduğumda, vitesi ayarladı ve kemerini taktı. “Güneş, in!” diye bana bağırdığında “Babana bir şey mi oldu? Ne olduğunu söyle!” diye ısrar ettim.

Demir “Babamı rehin almışlar ve hemen oraya gitmezsem öldüreceklerini söylüyorlar. Mutlu musun? Bilmek nasıl bir hismiş? Şimdi in ve evine git! Hızlıca evine git, hiçbir yere uğrama. Gider gitmez kapıyı kilitle ve bana evinde olduğuna dair bir mesaj at,” dedi.

Çantamı alıp arabadan indim. Kapıyı daha kapatmamıştım ki o benim tarafımdaki kapıya uzandı ve çekti. Araba hızla hareket etmeye başladığında olduğum yerde kaldım.

Birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra yola yürüdüm ve sırayla gelen iki taksiden, öndekine bindim.

“Siyah arabayı takip eder misiniz?” dediğim anda, taksi şoförü, Demir’in hızına yetişmek için büyük bir çaba gösterdi fakat takıldığımız ilk kırmızı ışıkla beraber durmak zorunda kaldık.

“Of!” derken aklımda sadece Demir’in şaşkın ve korkmuş yüz ifadesi vardı. Oraya yalnız falan gidemezdi. Doğukan’ı aramalıydım. Evet. Kesinlikle Doğukan’ı aramalıydım.

Çantamdan telefonumu çıkardığımda ellerim titriyordu. Rehberden Doğukan’ı bulduğumda hemen arama yerine bastım ve telefonu kulağıma götürdüm. Telefon meşguldü. Hemen ikinci seçenek olarak Savaş’ı aramaya başladım. Onun da telefonunun kapalı olduğunu anlayınca, Helin yerine hemen Cansu’yu ararken buldum kendimi. Oradan Ateş’e ulaşacaktım, Ateş de Savaş’ları hemen bulacaktı. Cansu’yla konuşurken bir yandan da camdan dışarı bakıyordum. Taksi sonunda yeşil ışık yandığında harekete geçmişti. Sahil yolundan çıkarken döndüğümüz sokağın başında, tanıdık, sarıya yakın kumral saçları ve geçen yıl doğum gününde aldığım gri tişörtü ile Arda’yı gördüm.

Arda, bir kızla beraber gülerek motosiklete biniyordu. Sanırım dün akşam kafenin önünde gördüğüm İpek’ti.

“Güneş?” dediğinde hemen konuşmaya başladım.

“Cansu! Beni iyi dinle. Hemen Ateş’e ulaşman gerekiyor. O nerede?” diye sorduğumda bana, “Şu an nerede olduğunu bilmiyorum ama bu akşam bize gelecekti. Bulaşacağım yani. Neden? Ne oldu?” diye sordu.

“Demir’in başı sanırım bu sefer fazlasıyla dertte. Seni aramak istemezdim ama Savaş’la Doğukan’a ulaşamıyorum. Çeteden diğerlerinin de numaraları yok bende. Bana hemen Ateş’i bulur musun?” dedim.

“Güneş, önce sakin ol. Demir’in başı dertteyse karşısındaki adamların başları daha daha derttedir. Sakin ol, nefes al…” dediğinde, konuşmanın başından beri tuttuğum nefesimi bıraktım.“İyi misin sen? Neredesin?”

“Şu an sahil yolundan çıkıyorum. Demir’in arabasını takip ediyorum. Cansu, Ateş’e ne yap ne et hemen ulaş! Doğukan’la Savaş’a ya da çeteden diğerlerine,” dedim, taksi şoförü “Bayan, araba sanırım E5’e çıktı. Yola girelim mi?” diye sorduğunda “Evet! Evet. Lütfen acele edin!” dedim ve ardından Cansu’yla olan konuşmama döndüm.

“Tamam, deneyeceğim. Ama şahsen Demir’i takip etmenin o kadar da iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Ya sana bir şey olursa?”

“Ya ona yetişemezsem, ya ona bir şey olursa? Şu an yalnız. Yalnız olduğunu biliyorum,” diyerek karşılık verdim.

Cansu “Nasıl bir belaya bulaştığını bilmiyorum ama o kendini savunabilir Güneş… Fakat sen…” derken, onun sözünü kestim ve “Umrumda değil! Onun nereye gittiğini başka türlü öğrenemeyeceğiz. Bu tek şansım. Lütfen onlara ulaş,” dedim ve telefonu kapattım.

“İşte orada! Dört araba öndeki siyah olan,” dediğimde, Demir görüş alanımıza girmişti.

Trafik biraz daha açılıp rahatladığında, Demir gaza öyle bir asıldı ki, taksi şoförü bana “O kadar hıza nasıl çıka…” demeye başladı, onun sözünü kesip “Lütfen! O arabayı kaybedemeyiz!” dedim ve çantamdan cüzdanımı çıkardım. “Size iki katı para vereceğim.”

Umarım cüzdanımdaki para yeterdi. Lütfen ona bir şey olmasın.

Lütfen ona bir şey olmasın. Babası umrumda değildi. Gökhan Erkan’ın cehennemin dibine kadar yolu vardı fakat Demir’e zarar gelemezdi. O zaman asla toparlanamazdım.On dakika sonra, tam Doğukan’la Savaş’ı tekrar aramaya çalışacakken, Cansu’nun beni aradığını gördüm.

“Cansu? Ateş’i buldun mu?” dediğimde, Ateş’in “Buradayım,” dediğini duydum.

“Nerdeler?”

“Savaş’ın bugün sevgilisi Ece ile takıldığını biliyorum, yani tamamen meşguldür şu an, anlarsın işte… Doğukan’ın şu an nerede olduğunu bilmiyorum ama birkaç saat önce hep takıldıkları bardalardı.”

“Lütfen, eğer onlara ulaşabilirseniz hemen beni aramaları gerektiğini söyleyin. Demir’in yardıma ihtiyacı olabilir,” dedim. Ateş “Cansu’yu veriyorum,” dedikten sonra, Cansu telefonu alınca “Başka yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye sordu.

“Teşekkürler, şu an yok,” dedim ve telefonu kapattım.

Hiç bilmediğim sokaklardan, yollardan geçti Demir. Aradaki arabaların sayısı gittikçe azaldı ve sıfıra indi. Hava kararmaya başlamıştı.

“Araç durdu hanımefendi.”

Şoför, Demir’in arabasının durduğu yerin yaklaşık otuz metre gerisinde durdu.

“Farları kapatır mısınız?” dediğimde, önce bana garip bir şekilde baktı, fakat ardından cüzdanımı açtığımı görünce hemen kapattı. Cüzdanımdaki bütün parayı vermek zorunda kaldım. Yanında çok fazla para taşıyan insanlardan olmamıştım hiçbir zaman fakat o anda onlardan biri olmayı o kadar çok isterdim ki.

“Tam iki katı olmadı ama,” derken bir yandan da arabadan iniyordum. Taksi, dar sokaktan çıkıp geri geri gitti, ardından ileriye doğru harekete geçtiğinde farlarını yaktı, benden uzaklaştı. Demir, arabadan çıktı ve büyük bir hızla, arabanın önünde durduğu binaya girdi. Sessizce oraya doğru giderken bir elimde telefonumu tutuyordum. Her an birini aramamam gerekebilirdi, ya da Cansu’lar beni arayabilirdi. Demir’in arabasının yakınına geldiğimde, Demir’in girdiği binanın, aslında büyük kapısı olan bir depo olduğunu fark ettim. Kapıyı açıp içeri girebilirdim fakat gıcırdatma riskini almak istemedim. Kapının aralığından geçmeden önce eğilip içeriye baktım. Görünürde kimse yoktu. Hemen girdim. Yürümeye başladığımda bir sürü devasa bidon ve kutunun arasından geçtim. Bir koridora geldiğimde birtakım sesler duymaya başladım. Birileri konuşuyordu fakat konuşan kişi Demir değildi.

Koridorda ilerledikçe ses yükseliyordu.

“… senden… Ama… Ne…” Ses gittikçe yükselse de bir türlü netleşmiyordu. Koridorun sonunda büyük bir açıklık vardı.

Uzunca bir ipin ucunda asılı olan takım elbiseli adamı gördüğümde çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Tam oraya adımımı atacakken biri beni ağzımı kapatarak yere doğru çekti ve eğilmemi sağladı.

Beni yakalayan ve ağzımı kapatan kişiye bakmak için döndüğümde Doğukan olduğunu gördüm. Ağzımı açtı ve sessiz olmam gerektiğini gösteren bir işaret yaptı. Konuşulan sesler, arkasında saklandığımız koca bidonun öbür tarafından şekillenmeye başladı. Bu sefer konuşulanları anlayabiliyordum.

Konuşanları görebilmek için bidonun bir kenarından yavaşça baktığımda, konuşan sesin bir sandalyenin üstünde duran ses kayıt cihazından çıktığını gördüm. Sandalyenin yanında duran altı adam saydım. Hepsinin yüzünde maske vardı.

Tam ses kayıt cihazından çıkan kelimelere odaklanacaktım ki diğer iki maskeli adamın Demir’i kollarından tutarak açıklığa, babasının olduğu yere getirdiklerini gördüm. Onu yere attıklarında, Demir doğrulmak için çaba gösterdi fakat babasını yukarıda asılı bir şekilde gördüğü anda çabaları durdu.

Durdu, durdu ve durdu.

Ardından ayağa kalktı, hiçbir şey söylemedi.

Ayağa kalktığını gören, ona en yakın duran maskeli adam Demir’in karnına yumruğunu geçirdi ve onu tekrar yere doğru itti.

Ne düşünüyordum bilmiyordum ama ayağa kalktığım anda Doğukan beni çekti ve olduğum yerde kalmamı sağladı. Bana cep telefonunu gösterip bir şeyler yazdı. Yazdığı yazıyı bana okuttuğunda “Koridordan geç, dışarı çık ve koşabildiğin kadar koş. Yeterince uzaklaştığın anda yardım çağır,” dediğini gördüm. O kadar korkmaya başlamıştım ki tüylerim diken dikendi. Başımı onaylar şekilde salladım ve ardından geri geri koridorda yürümeye başladım. Koridorda geri geri yürürken ilerleyebilmek için duvara dokunmak zorunda olduğumu hissediyordum. Ses kaydından gelen sesleri anlamıyordum, nefes alamıyordum. Yutkunmaya çalışıyordum fakat başaramıyordum.

Ses kaydından gelen sesleri anlamıyordum ama Demir’in bağırışını seçebiliyordum.


Düşüncelerinizi TikTok’ta yorumlarda bekliyorum heyecanla

error: Bu içerik koruma altındadır.