Karanlık Lise 2 – Bölüm 23


Korku içinde geri geri yürümeye devam ederken, sırtımı sert bir yere çarptım. Arkamı dönüp çarptığım şeye baktığımda onun bir insan olduğunu anladım. İçeride, Demir’in babasının ölü bedeninin asılı olduğu açıklıkta gördüğüm siyah maskeli adamlardan biriydi. Korku içinde ondan uzaklaşmak için geriye doğru gittim, ve koridora tekrar girmiş oldum. Çantamı yere attım.

Karşımdaki adam bana doğru yaklaştığında kaçmak için hiçbir yerimin kalmadığını anlamıştım. Geriye doğru gitmeye devam edersem, deponun açıklığına varacaktım. İleriye gidip deponun çıkışına ulaşmam gerekiyordu. Böylece eniştemi arayabilecektim.

Ama karşımda bu adamı görmemle tüm planımın suya düştüğünü anlamıştım. Şimdi buradan çıkıp eniştemi aramayı düşünmek yerine kendi canımı kurtarmalıydım. Karanlık koridorda beni sol kolumdan tuttuğu zaman canımın yandığını hissettim. Beni çekerek götürmeye başladı. Ama götürdüğü yer Demir’in, Doğukan’ın ve o adamların olduğu yer değildi. Koridorun öbür, ulaşmak istediğim tarafına çekiyordu beni.

“Bırak beni!” demeye çalıştığım zaman sesim fazlasıyla kısık çıkmıştı. Beni yere attı ve ardından yüzüme eğilip ağzımı bantladı. Ne kadar karşı koymayı denesem de başaramamıştım. Sonra beni zorla tekrar ayağa kaldırdı, ellerimi bir iple arkamdan bağladı.

Beni çekmeye devam ediyordu. Birazdan başıma gelecek olanları düşünmeden, hemen birbirine sıkıca bağlanmış ellerimi arka cebime doğru yaklaştırdım. Sağ elimi biraz daha aşağıya çekmeye çalışıp, yavaşça telefonumu kavradım. Telefonumun yanında duran ses tuşlarının yukarısındakine dört defa bastım. Aniden durduk ve çıkışın tam karşısında kalan başka bir koridora girdik. Neredeyse hiç ışık yoktu. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ve her adımımda tökezliyordum. Kolumu kurtarmayı denediğimde daha da sıkıyor, daha hızlı çekmeye başlıyordu.

Deponun arka taraflarında ilerlemeye devam ediyorduk. Yapabileceğim tek şeyi yapıyordum, yolu ezberliyordum.

Önce koridor, sonra sağ, sol, iki kere sağ.

Bir depo ne kadar büyük ve karanlık olabilir diye korkumu üç katına çıkarırken, beni bir kapının önünde durdurdu. Kapıyı hızlıca anahtarla açtı ve ardından içeri girdik. Beni yere doğru itti ve düştüm. Sadece deponun etrafındaki bir sokak lambasından yayılan ışık, yüksek tavanlı bu odanın yukarıdaki camlarından içeriyi aydınlatıyordu. Duvardan yere doğru uzayan zincirleri gördüğümde silkelenerek maskeli adamdan kaçmaya çalıştım. Bir yandan ağzımdaki banda aldırmadan bağırmaya çalışıyordum, bir yandan da adamın zorla beni yerde tutmasına karşın ayağa kalkmaya çalışıyordum.

İkisi de büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ellerimi çözünce hemen karşımdaki maskeli adamı göğsünden ittim. Yaptığım şeyi beklemediği için biraz geriledi. Bu fırsattan yararlanıp hemen odanın kapısına koştum, ağır ve büyük kapının biraz önce içeriye girerken aralık kalan boşluğundan geçip hızlıca koşmaya başladım. Deponun o büyük odasından gelen sesler duvarlar ve koridorlar boyunca yankılanıyordu. Korku içinde koşarken arka cebimden telefonumu çıkardım. Acil durum mesajımın gidip gitmediğini görmek isterken beni tişörtümden yakalayan kollar bedenimi kavradı. Maskeli adam, telefonumu elimden aldı ve cebime koydu.

Telefonuma bakmak yerine önce ağzımdaki bandı çıkarmış olsaydım eğer, bağırabilirdim. Bu ıssız yerde bu duvarların öbür tarafında kalan kötü adamlar, Demir ve Doğukan’dan başka kimse beni duyamazdı.

Adam beni omzunun üstüne kadar kaldırdı ve taşımaya baş ladı. Sürekli sırtına vuruyordum, onu tekmeliyordum ama yararı yoktu. Az önceki odaya girdiğimizde hemen ellerimi kelepçeledi. Kollarımı çekmeye çalıştığımda kelepçelerin zincirlerinin duvara sağlam bir şekilde sabitlenmiş olduklarını gördüm. Adam odadan çıktığında deponun soğukluğundan çok, yanaklarımdan aşağı süzülen gözyaşlarımı hissediyordum.

Gözyaşlarım. Sanırım bana her zaman yoldaşlık yapan onlardı.

“Güneş,” diyen bir kadın sesi duyduğumda sesin geldiği yere, sabitlenmiş olduğum duvarın diğer köşesine baktım. Az olan ışığa gözlerim alışmaya başladığında, karşımdakinin, yüzündeki makyajın tamamı ağlamaktan akmış olan Dilan Erkan olduğunu anladım.

“Güneş, onu götürdüler, Gökhan’ı, nereye bilmiyorum ama götürdüler,” derken, onun da korkudan zor konuştuğunu anlayabiliyordum. Gökhan Erkan’ın öldüğünden haberi yoktu. Eşinin oradaki adamlar tarafından asıldığını bilmiyordu. “Sen onu gördün mü?” diye sordu, karşımda, ailemin ölümde kocasıyla işbirliği yapıp gerçeklerin üstünü kapatan, tüm suçun çocuğuna atılmasına izin veren kadın değil de, Demir’in annesi varmış gibi hissediyordum.

Başımı evet anlamında yavaşça salladığımda, Demir’in annesi bana biraz daha yaklaştı. Sesindeki umut, kalbimi daha da parçalanması için tetikledi.

“Nerede? Burada mı? Onu nereye götürmüşler? Gökhan!” diye bağırmaya başladığında, ağzımdaki banta aldırmadan susması için ses çıkarmaya çalıştım.

“Hepsi geçecek Güneş. Gökhan ne yapar ne eder kurtarır bizi. Azıcık sabret! Gökhan! Buradayız! Yardım edin!” diye bağırmaya devam ettiğinde, tekrar aynı sesi çıkardım ve ilgisini çektim. “Güneş, neden sevinmiyorsun?” diye sorduğunda, bir dakikalık sessizlik oldu.

Ona kocasının öldüğünü, oğlunun da içeride, belki de ölmek üzere olduğunu nasıl anlatabilirdim?

Demir’in ölmek üzere olduğu ihtimali aklıma gelince bir an vurulmuş gibi hissettim kendimi. Sevdiğiniz bir kişinin ölebilme ihtimali her zaman vardır aslında, fakat bulunduğunuz koşullar bu ihtimali desteklemeye başlamadıkça farkına varmazsınız.

“Gökhan’ı gördüm dedin,”

Tekrar ona baktım ve başımı hayır anlamında salladım.

“İyi miydi?” gözlerimin önünde sadece adamı havada asılı olarak gördüğüm an vardı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp o anın önümden gitmesini dilerken bir yandan da ağlıyordum.

“… Öldü mü?”

Dilan Erkan’ın da yanımda yıkıldığını hissettim.

Arda’nın Ağzından

Babama, İpek’i yemeğe çıkaracağımı söylediğimde bana söylediği şey “Sonunda bir kızı bizim kafe yerine başka bir yere götürüyorsun,” oldu. Sanki Güneş haricinde takıldığım çok kız varmış gibi.

“Baba saçmalama. Hem, nesi varmış ki bizim buranın?” diye sorduğumda “Hadi hadi, bu akşam yine iyisin. Size rezervasyon yaptırdığım restoran şurası,” derken elime bir kart verdi. “Baba yok artık. Sana sadece İpek’le yemek yiyeceğim dedim, sen düğün organize etseymişsin,” dedim ve karta baktım. Pahalı olduğunu bildiğim bir restorandı. “O şubenin başındaki müdür benim arkadaşım. Size bir iyilik yapacaktır tabii ki. Bu arada… İpek, bu kızdı, değil mi?” diye sorduğunda, kapıyı işaret ediyordu.

Kışın da etek giyilebileceğini anlatıyordu İpek’in kıyafeti. Hem güzel, hem de farklı idi. Onu ilk defa açık saçlı gördüğümü fark ettim.

Yanına gittim. “Selam,” dediğinde ben de ona karşılık verdim.

“Değişik görünüyorsun,” dediğim anda saçmaladığımın farkına vardım ve “Değişik ama iyi değişik. Yani öncesi kötü olduğundan demiyorum, değişik fakat bana yani, senin için farklı olmaya…” deyip durumu kurtarmaya çalıştığımda bana gülümsedi ve “Hadi gözlüklü çocuk, yemek yiyelim,” dedi. Sanırım saçmalamamı çok sorun etmemişti. Hatta gülümsemesi, hoşlandığını bile gösteriyordu.

Restoranda bize ayrılan masaya oturduğumuzda, babamın arkadaşı olduğunu bildiğim, yalnızca birkaç kez gördüğüm adam masamıza geldi ve babamı ve işlerin nasıl olduğunu sordu. “Güneş varken hafta sonları sırf onu dinlemek için gelen müşterilerin tamamını kaybettik” diyemedim tabii ki ve her şeyin iyi olduğunu söyledim.

Yemeğimizi yerken, İpek “Hadi, dinliyorum,” diyerek konuşmayı başlattı.

“Neyi dinliyorsun?” diye sordum.

“Can sıkıntının nedenini.”

“Ha, onlar,” deyip gözlerimi tekrar çatal ve bıçağıma kaydırdığımda, bana “Demek birden fazlalar, bir an önce anlatmaya başlasan iyi olacak demek ki,” dedi ve gülümsedi.

Bu kız madem benden hoşlanıyordu, o zaman neden Güneş’le ilgili sıkıntılarımı dinlemek istiyordu ki?

“İpek, açıkçası seni sıkmak istemiyorum. Anlatmaya başlarsam sıkılacaksın, biliyorum ve ben insanı sıkan biri değilimdir. Alışkın değilim yani, bu yüzden lütfen,” derken, benim sözümü kesti ve “Tamam! Anlatmak istemiyorsan anlatma ısrar etmeyeceğim ama tek bir şartım var,” dedi. Ardından devam etti “… Bana onu neden anlatmak istemediğini söyleyeceksin.”

“İyi de bu haksızlık,” deyip güldüğümde “Hiç de değil Arda! Madem anlatmak istemiyorsun, nedenini söyle o zaman,” dedi ve o da gülümsedi. Ardından arkasına yaslandı.

“Tamam, en azından nedenlerimi söyleyebilirim,” dedim ve masaya yaklaştım. “Öncelikle… O heriften nefret ediyorum tamam mı? Bir anda Güneş’in hayatına girdi ve gerekmediği kadar fazla yer kapladı. Güneş resmen kör oldu ve çocuk ne kadar rezil, kötü ve belalı bir tip olsa da Güneş, gözleri kapalı kendini ona emanet edebilmeye başladı! İnanabiliyor musun? Ben Güneş’le beraber büyüdüm ve onun her bir şeyini bilirdim ve o da benim düşüncelerimi önceden anlardı. Ama şimdi ne oldu? Zengin ve yakışıklı diye hemen onun üstüne atladı. Herifin sicilinde yok yok! Herkes ondan korkuyor. Güneş de korkmalıydı ve uzak durmalıydı. Biz on yıldan da fazladır arkadaşız ve Güneş hep sorumluluk sahibi, akıllı olan 204 dost rolünü oynamıştı. Ama bir şekilde bu lanet olası herif hayatımıza girdi… kızın kafasını boş boş şeylerle doldurmaya başladı. Güneş çok zor zamanlardan geçti. Fakat bu herif sayesinde o zor zamanlar hiçbir zaman onun peşini bırakmayacak ve…” derken, telefonuma gelen mesajın sesi duyuldu fakat ben konuşmaya devam ettim. “… ve Güneş kim bilir nelerle uğraşmak zorunda kalacak! Hepsi kimin yüzünden dersin? Tabii ki zengin, yakışıklı, tüm kızların istediği belalı Demir Erkan yüzünden! Güneş benim için çok değerli biri ve onun harcanmasını izlemekten bıktım! Bak sana söylüyorum. O çocuk Güneş’i mahvedecek ve ben onun yıkıldığını görmek isteyecek en son kişiyim. İşte bu yüzden…” derken, elimi cebime sokup telefonumu çıkardım. “… bu yüzden tüm o uyarılarıma, söylediklerime tek kelime bile aldırış etmeyip hâlâ o serserinin peşinden giden Güneş hakkında konuşmak istemiyorum. Onun sorunlarıyla uğraşmak istemiyorum, çünkü gerisi her zaman gelecek biliyorum,” derken, gözlerimi İpek’ten ayırıp telefonuma baktım.

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra, İpek “Mesaj kimden?” diye sordu.

“Güneş lokasyon göndermiş, ama üstünde acil durum mesajı olduğu yazıyor,” dedim. Şaşırmıştım. “Neresi peki?” diye sorduğunda “Normalde bizim kafeye, spor salonuna göre bayağı uzak bir yer ama bir dakika dur,” derken haritayı büyüttüm ve “… buraya on yedi dakika,” dedim.

İpek “Neresi derken yani nasıl bir yer olduğu yazıyor? Yani ev mi, okul mu, hastane mi?” dediğinde haritadaki noktalara basmaya çalışıyordum. İpek “Ver şunu bana,” deyip telefonu elimden aldı ve saatlerdir açamadığım yazıyı açtı.

“Depo mu?” diye sorduğumda, İpek “Yanlışlık falan olabilir mi? Veya onu bırak, senin bu kötü çocuk, sevgilisini nerelere götürüyor?” diyerek, kafamdaki senaryolara senaryolar ekledi.

Telefonumu İpek’in elinden aldım ve ellerimin titrediğini fark ettirmemek için bacaklarımın üstüne koydum.

“İpek, ben çok özür dilerim ama Güneş’in telefonundaki acil durum rehberine kendimi ben kaydetmiştim. İlk sıraya. Mesajın yanlışlıkla gelmesi olanaksız,” dedim ve ayağa kalktım.


“Beş dakika önce dediklerimin hepsinin farkındayım. Güneş’le işimin bittiğini söylemiştim,” diyerek, İpek’e bir açıklama yapmaya çalıştım.

“Ama?”

“Ama sanırım başına kötü bir şey geldi. Yemeği sonra telafi etsem, olur mu?” diye sordum ve oturduğum sandalyenin arkasında asılı olan montumu giymeye başladım.

“Sorun etme. Farkında mısın bilmiyorum ama, nedenin olarak sadece bir cümle söyleyecekken bana her şeyi anlattın. Onunla işin bitmedi ve gitmelisin, yardım etmelisin” dedi. Bunu söylerken anlayışlı bir şekilde gülümsüyordu.

Hemen koşarak çıkışa doğru ilerlerken, şef garsonun yanında duran, babamın arkadaşına gittim. İpek’e bir taksi çağırmalarını söyledim ve anında oradan çıktım. Yola çıkıp ilerlemeye başladıktan sonra hemen Güneş’in eniştesini aradım.

“Arda, oğlum hiç uğramıyorsun artık. Unuttuk gittik seni valla. Nasılsın?” dediği anda “Güneş’in başı sanırım belada. Bana acil durum lokasyonu gönderdi. Telefonu kapattıktan sonra hemen aynı lokasyonu size de göndereceğim,” dedim.

Güneş’in eniştesi, “Acil durum mu? Listesinin başında polis olması gerekirdi! On yedi yaşında bir sivilin değil!” diyerek bana kızdığında “On sekiz. Her neyse. Şu an oraya doğru gidiyorum,” dedim.

“Hayır Arda! Hiçbir yere gitmiyorsun. Lokasyonu bize gönder ve işin orada bitsin. Hemen evine veya kafeye dön. Ben şu anda ekiple beraber merkezden çıkıyorum,” dediğinde arkasındaki sesler yükseliyordu.

“Peki. Lokasyonu gönderiyorum,” dedim ve telefonu kapattım.

Polislerin oraya varmaları ne kadar sürerdi? Güneş’in eniştesinin gitmesi yarım saat, buradan bir yerlerden destek ekip gönderirlerse de on beş dakika alırdı. Ama benim, bu hızla oraya varmama yaklaşık beş dakika vardı ve Güneş’in şu anda tam olarak nasıl bir durumda olduğunu bilmiyordum.

Kesin olan tek bir şey vardı ki, Güneş acil durum mesajı gönderebilme şansına sahip olmuştu. Bu da içimdeki umuda tutunmamı sağlıyordu.

Güneş’in Ağzından

Demir’in annesi yanımda, daha yeni dindirmiş olduğu anlaşılan gözyaşlarına boğulurken ben bir yandan da ellerimi sıkan kelepçelerden kurtulmaya çalışıyordum. Her çekişimde bileklerim daha da acıyor, paslanmış metal derime sürtüyordu. Artık bileklerim yanmaya başladığında pes ettim ve sırtımı duvara dayadım. Nefes almak için burnum yetmiyordu artık. Korku ve endişe her yerimi kaplamıştı.

Saniyeleri dakikalar kovalıyordu ve artık bu karanlık depo bölümünde yeterli oksijen kalmadığını hissediyordum. Ağzımdaki bandı söküp atmak, bağırmak istiyordum fakat bir yandan da eğer bunu yaparsam; kapıda duran, beni buraya sürükleyen maskeli adamın içeriye girip kötü şeyler yapacağını tahmin edebiliyordum.

Demir’in annesi, sonunda ağlamayı kestiğinde, bana “Özür dilerim Güneş,” dedi.

Ona döndüm.

“Özür dilerim. Kocam hayatını mahvetti, aileni öldürdü ve üstüne her şeyi Demir’imin üstüne yıktı. Bir şey yapamadım. Yapmak istedim ama yapamadım! Suçun hepsi onda da değil. Belki bunu hak ettim Güneş. Tam burada, bu halde olmayı hak ettim. Masum bir kızı öksüz bırakan Gökhan’ın arkasında durdum ve bunu sadece aşkımdan kabul ettim. Ünümüze bir şey olup olmayacağı umrumda olmazdı, her şeyin doğrusunu isterdim fakat o çapkınlıklarıyla bilinmesin diye, beni, Demir’le bizi bırakıp gitmesin diye hiçbir şeyine ses çıkartmadım,” derken bu akşam ilk defa ağzımda bant olduğu için mutlu oldum. Suçlu olarak saydığım bu kadına karşı nefretimin yerini, teselli etme isteği kavramıştı ve eğer ağzım kapalı olmasaydı bunu yapardım. Ona benim de ailemi kaybettiğimi fakat bir şekilde yaşamın devam ettiğini söylerdim fakat iyi ki de diyemiyordum. İyi ki Dilan Erkan’ı teselli edemiyordum.

O hâlâ ailemin ölümünde doğru kişinin değil, kendi öz oğlunun, suçlanmasına ses çıkarmayan anneydi.

Kurşun sesini duyduğumuzda ikimiz de irkildik.

Deponun tüm koridorlarında yankılanan tek el ateş sesi iliklerime işledi. Orada kaç kişi vardı? Yedi mi? On mu? On beş mi? Nişan alınmış kişinin Demir olma ihtimali yüzde kaçtı? Ya Arda mesajımı aldıysa ve buraya tek başına geldiyse, zaten onu kaybetmişken artık hiç şansımın kalmamasına neden oldularsa? Ya bir kişi vurulduysa ve o vurulan kişi beni kurtarmaya gelmiş olan, bana babamın yokluğunda babalık yapan eniştemse?

Bulunduğumuz odanın ağır kapısından gelen sesler karşısında yaşadığım korku iki katına çıktı. Biri kapıya vuruyordu. Kapı kilitli olduğu için açılmamakta direniyordu. Kapının her vuruluşunda gözlerimi kapatıyordum. En son çıkan, en büyük sesten sonra gözlerimi artık tamamen kapattım ve bacaklarımı kendime çektim. Başımı dizlerimin üstüne dayadım.

Biri elini omzuma koyduğunda dişlerimi sıktım ve bu anın bir an önce geçmesini diledim. Evde olmayı diledim, anneme sarılmayı diledim, kardeşime kızabilmeyi diledim, Demir’in her zaman cevapsız bıraktığı soruları sormayı, Arda’nın notalarında şarkı söylemeyi diledim.

“Güneş, gözlerini aç!”

Fazlasıyla tanıdık gelen sesi duyduğumda başımı kaldırdım ve yavaşça gözlerimi açtım. “Güneş iyi misin? Bir şey yaptılar mı?” diye sorarken, Arda tek ve ani bir hareketle ağzımdaki bandı açtı. Dudaklarım rahatladığında derin bir nefes alıp verdim. Arda bu sırada elimdeki kelepçelere bakıyordu.

“Bekle, geliyorum,” deyip ayağa kalkmaya çalıştığında, onu tuttum ve fısıldayarak “Bırakma beni,

burada bırakma,” dedim.

“Anahtarları alıp geleceğim,” dedi ve kapıya gitti. Kapının diğer tarafında yerde yatan adamın yanında eğildi, onun ceplerini karıştırdıktan sonra yanıma geldi ve ellerimi çözdü. Beni tam kucağına alacakken Dilan Erkan’ı gördü. Telefonumu elime verdikten sonra “İkinci anahtar kapı içinse üç de… Tamam. Şimdi her şey yerine oturdu,” dedi ve beni bırakıp Demir’in annesinin yanına gitti.

“Gökhan? Demir? iyiler mi? Onları kurtardınız mı? Oğlumu kurtardınız mı?” diye sayıklıyordu kadın.

Arda, “Kurtardınız mı değil,” derken, Dilan Erkan’ın kelepçelerinden birini açtı,”… kurtardın mı diye sorsanız daha iyi olur. Buraya yalnız geldim,” dedikten sonra Arda, diğer kelepçeyi de açtı.

“Yalnız mı geldin?” diye sorarken, duvardan destek alarak ayağa kalktım.

Arda da Demir’in annesinin ayağa kalkmasına yardım etti. “Seninkiler yolda,”

Arda’ya yaklaştım ve “Sen aklını mı kaçırdın?” diye ona saydırmaya başladım, Arda ağzımı kapattı ve beni arkamdaki duvara yasladı. Fısıldayarak “Az önce kapıda çıkardığım seslerden sonra, biraz alçak sesle konuşsak fena olmaz Güneş,” dedi ve beni serbest bıraktı. Ardından kapıya doğru gitti ve yerde yatan adamı içeriye taşıdı.

“Onu öldürdün mü?”

Arda “Beni mafya babası Demir’le karıştırma. Sadece başının arkasındaki doğru yerden aldığı bir darbe ile bayıldı,” dedi ve koridora çıktı. “Tamam gelin,” diye fısıldadığında kapıya doğru ilerledik. Dilan Erkan ayağındaki topuklu ayakkabıları çıkardı ve o odada bıraktı. Ardından yürümeye başladık. En önde Arda vardı ve her yol ayrımında bize beklememizi söyleyip kendisi önden gidiyordu, sonra bizi çağırıyordu.

İkinci sağdan sonra Arda “Siktir. Unuttum. Sağ, sağ, sonra,” derken, hemen “Sola,” dedim.

“Sen de ezberledin değil mi?” gülümsedi ve ardından yola devam ettik.

Bu durumumuzda bile gülümseyen bir kişinin olması umut vericiydi.

Koridorlardan geçip çantamın olduğu yere geldiğimizde deponun çıkışı hemen karşımızdaydı. Çıkmadan önce Demir’in iyi olduğunu görebilmek için sağ tarafa baktığımda, Doğukan’la beraber açıklıkta olduklarını gördüm. Etraflarında maskeli adamlar barikat gibi duruyorlardı. İçlerinden bir tanesi yerde yatıyordu.

Kurşunun kime isabet ettiği şimdi anlaşılmıştı.

Demir’in annesi “Hayatta görülmeden geçemeyiz. Koridorun bu tarafına bakan adamlar var,” dediğinde, Arda bana doğru eğilip “Ben üç deyince koşmaya başlıyorsunuz. Güneş, hemen telefonla enişteni ara ve rapor ver. Daha çok destek iste,” diye fısıldadı.

“Koşmaya başlıyorsunuz derken ne demeye çalışıyorsun? Sen de bizimle geliyorsun,” dediğimde, Arda “Ben dikkat dağıtacağım. Başka türlü hayatta buradan çıkamazsınız,” diye karşılık verdi.

“Bunu kabul etmiyorum,” saçmalıyordu. Arda “İzin istemedim zaten,” dedi ve benimle Dilan Erkan’ı çıkışa doğru itti. Ardından kendisi hemen koridordan geçip, Demirlerin bulunduğu açıklığa kendini attı. Demir’in annesiyle kendimizi dışarıda bulduğumuz anda Dilan Erkan “Kurtulduk! Hadi Güneş, hemen telefon aç!” dedi.

Telefonda eniştemin numarasını çevirdim. Tam o sırada Arda’nın bağırdığını duydum ve telefonumu yere düşürdüm. “Arda!” diyerek koridora adımımı attığım anda iki maskeli adam beni kollarımdan yakaladılar. Açıklığa, bidonların ve kutuların arasında Demir, Doğukan ve Arda’nın yanına yere attıkları anda Doğukan “Harika. Bu iş gittikçe güzelleşiyor,” dedi Arda’ya bakarak.

Arda “Güneş! Bir kez olsun şu lanet olası inatçılığını bırak ve benim dediğimi dinle!” dedi. Ona baktığımda kaşından süzülen kanı gördüm.

Demir “İlk defa doğru bir şey söyledin gözlüklü çocuk,” dedi, bakışlarım Demir’e kaydı. Gözünün altı mosmordu.

Az önce babası ölen ve esir alınmış birine göre gayet normal konuşuyordu ama Demir duygularını, hissettiklerini saklamasıyla ünlüydü. Maskeli adamlardan elinde silah olan öne çıkıp “Yeter!” dediğinde büyük bir sessizlik oluştu.

Adam silahı dördümüzün arasında dolaştırırken “Önce hanginiz?” diye sordu. 

error: Bu içerik koruma altındadır.