Karanlık Lise 2 – Bölüm 35


Tam kırk iki dakika sonra ameliyathanenin kapısı açıldı ve içeriden dört doktor çıktı. Burak ayağa kalkacak gibi olduğunda, ben de hemen yerimde doğruldum ve ayağa kalktım.

İstanbul’daki bir doktorla konuşmaya giden kadın da koridordan geçip yanımıza geldiğinde, içeriden çıkan dört doktordan en uzun boylusuyla konuşmaya başladı.

Kadının neler söylediğini dinlemeye çalışırken “Esma Hilaloğlu’nun yakınları siz misiniz?” sorusuyla, dikkatimi Burak’la önümüzde duran adama verdim.

Ben daha cevap veremeden Burak “Evet. O iyi mi?” diye sordu.

Doktor bir bana, bir de Burak’a baktı ve sonrasında Esma’nın neyi olduğumuzu sordu. Tam doktora Esma’nın ailesinden birinin bizimle burada olmadığını söyleyecekken, Ayhan Hoca koridorda göründü.

Hızlı adımlarla yanımıza geldi ve doktorun dikkatini çekmiş oldu.

“Merhaba. Şu anda Esma hakkında konuşabileceğiniz en yetkili kişi benim, ailesinden izin belgem var. Az önce hastanenize fakslandı,” dedi.

Doktor “Tamam, sizinle özel olarak yukarıda konuşabilir miyiz lütfen?” diye sorduğunda Burak “Neden özel olarak? Lütfen bana Esma’nın iyi olduğunu söyleyin, lütfen bir cevap verin…” derken sesi kısıktı.

Doktor, Burak’a baktı, cevap vermedi ve tekrar Ayhan Hoca’yla döndü:

“Siz lütfen benimle gelin,” dedi ve Ayhan Hoca’yla beraber asansöre doğru ilerlemeye başladılar.

Biz doktorla konuşurken koridordakiler gitmişlerdi. Yine Burak’la bu soğuk ve sessiz yerde yalnız kaldığımızda onu izliyordum.

Burak dudaklarını birbirine bastırdı, arkasını döndü ve duvara yaklaştı. İfadesiz olan yüzüyle duvara sert bir yumruk attı.

Elinin acısıyla “Siktir,” dediğinde ona doğru yaklaştım ve bir elimi omzuna koydum.

Elimden kurtulup tekrar duvara yumruk attı.

“Neden?” dediğinde artık sesinin yüksek çıkmasına engel olmuyordu.

“Burak, eline zarar veriyorsun.”

Söylediklerimi dikkate almayıp bir yumruk daha attığında, bu sefer o kadar sert atmıştı ki elini geri çekince silkelemek zorunda kaldı.

“Burak, beni dinler misin? Gel yüzümüzü yıkayalım, su içelim biraz. Sonra tekrar buraya geliriz,” demeye çalıştığımda bana döndü ve sinirden kızarmaya başlayan yüzüyle, “Neden hiçbir şey söylemiyorlar?” diye bağırdı.

O sırada danışmada oturan kadın yanımıza geldi ve “Burada bu kadar yüksek sesle konuşamazsınız, lütfen dikkat edin,” dedi.

Burak “Bana hiçbir şey söylemiyorsunuz ki! Bakın, orada hayatımda en çok sevdiğim kişi var ve ben daha onun nefes alıp almadığından bile emin değilim! Bana neden bir şey söylemiyorsunuz? Cevap versenize!” diye kadına bağırmaya başladığında, kadın bana baktı ve “Lütfen arkadaşınızı yukarı çıkarın,” dedi.

Burak’ın nefes alış hızı üç katına çıkmıştı ama yine de daha çok oksijene ihtiyacı vardı.

Elimden geldiğince yumuşak bir ses tonuyla konuşup ona “Hadi gidelim,” dedim. Burak birkaç saniye sonra bana baktı ve başını evet anlamında salladı. Hiçbir sonuç alamadığımız ameliyathanenin bulunduğu koridordan uzaklaşıp merdivenlere yaklaşmaya başladığımızda, Burak arkasına, C ameliyathanesinin kapısına baktı. Az önce Ayhan Hoca’nın bir doktorla beraber bindiği asansörün çağırma düğmesine bastıktan sonra tekrar Burak’a baktım. Hâlâ arkasına, koridorun ucundaki o kapıya bakıyordu.

Asansör sonunda bizim kata ulaşıp kapıları açıldığında Burak bana döndü ve tek bir soru sordu:

“Ya bir daha onun bu kadar yakınında olamazsam?”

Burak’la bir yerde oturup beklemekten sıkılmıştık, bu yüzden hastanede katları dolaşmaya başladık. Oturmak dışında bir şey yaptığımız için Burak daha iyiydi. Bütün katları gezip en üst kata çıktığımızda bizi renkli bir koridor karşıladı. Koridorda ilerlemeye başladıkça gelen bebek sesleri de artıyordu. Seslerin geldiği tarafa yöneldik ve büyük bir camın önünde durduk. Bir odanın içinde pembe, beyaz, mavi ve sarı renkteki örtü ve minik şapkalarla tam sekiz yeni doğmuş bebek vardı.

Burak “Düşünsene, daha hiçbir şeyden haberleri yok,” dedi ve gülümsedi. Gözlerini bebeklerden ayırmıyordu.

Tam o sırada odanın kapısı açıldı ve bir hemşire yeni bir bebekle içeri girdi.

Sanırım hastanede doğumhaneyi görmemiştik.

“Dokuzuncu bebek de partiye katıldı,” dedim.

Burak “En acemisi o şu anda. Daha partiye alışamadı,” dedi. Gülümsedim.

“Yaşamanın partiyle uzaktan yakından alakası yok. Ama bunu keşfedebilmesi için önünde daha uzun bir zaman var,” dedim.

İkimiz de sadece büyük camdan bebekleri izliyorduk.

Birkaç saniye sonra Burak “Hey, bizim çaylağın adına bak. Okuyabiliyor musun?” diye sordu.

Burak’a biraz daha yaklaştım ve gözlerimi kısarak bebeğin bileğindeki bilekliği okumaya çalıştım.

Güneş.

Gülümsedim. Arda şimdi burada olsaydı yine saçma espri yeteneğiyle bariz espriyi yapardı diye düşünürken Burak “Arda olsa yeni bir Güneş daha doğdu tarzında bir şey söylerdi,” dedi. “Ben de tam onu düşünmüştüm,” diyerek karşılık verdim ve tekrar camın arkasında masum bir şekilde çevresini incelemeye çalışan Güneş’i izlemeye döndüm.

Burak “Sana benziyor,” dedi.

Güneş’i çevreleyen dört bebek de ağlıyordu ama o, onların sesinden etkilenip ağlamak yerine yeni yeni açmaya çalıştığı minik gözleriyle etrafa bakmaya çalışıyordu. Minik, sarı eldivenlerini havada hareket ettirirkenki tecrübesizliği onu üç kat daha tatlılaştırıyordu.

İçimde ona şarkı söyleme isteği uyandırıyordu.

Burak cebinden telefonunu çıkardığında ekranda Ayhan Hoca yazıyordu.

Kısa bir konuşmadan sonra telefonu kapattı ve hemen asansöre yöneldi.

“Bizi çağırıyor,” dedi.

Sanırım asansörün geliş süresini uzun olarak tahmin etmişti ki merdivenlerden inmeye başladı. Hızlı adımlarının sesi bir anlığına kesilip tekrar yükseldiğinde geri çıktı.

“Gelmiyor musun?” diye sordu.

“Senin arkandan geliyorum,” dedim. Başını onaylar gibi salladı ve büyük bir heyecanla merdivenlerde gözden kayboldu.

Tekrar büyük cama, bebeklere baktığımda, Güneş’in gözlerini biraz daha açabilmiş olduğunu gördüm.

Bana bakıyordu.

Merhaba Güneş. Büyük ihtimalle, burası neresi, ben nereye düştüm ve bu uzun ve adını bilmediğim renkte saçları olan kız neden orada dikilip aptal bir gülümsemeyle beni izliyor, diye merak ediyorsun. Merak etmek iyidir ama bazen başını belaya sokabilir. Bunu zamanla öğreneceksin zaten.

Sana tavsiye edebileceğim pek çok şey var ama zamanım yok, çünkü aşağıda en yakın arkadaşım yaşam savaşı veriyor.

Senin zamanın daha yeni başladı ama bazılarınınki saniye saniye tükeniyor.

Sana şu kadarını söyleyebilirim Güneş, bana benzemiyorsun. Adımız aynı olabilir ama sen Burak Abi’nin söylediklerine çok takılma, farklıyız. Benden daha güçlü ve cesursun, çevrendeki diğer bebeklerin yaptığı gibi yapmak isteyip, onlara ayak uydurup ağlamıyorsun. O meraklı gözlerinle dakikalardır kıpırdamadan bana bakıyorsun.

Belki de düşündüklerimi, sana bu içinden söylediğim şeyleri anlayabiliyorsun. Bilemeyiz.

Kardeşim Atakan doğduğunda, ben beş yaşındaydım. Dürüst olmak gerekirse onun doğduğu günü hatırlamıyorum fakat nedense böyle bir camın önünde durup hangisinin benim kardeşim olabileceğini tahmin etmeye çalıştığım hâlâ aklımda.

Şimdi buradayım. Başka aileler, yeni hayatlar… Biri de sensin.

Asla bana benzeme Güneş. Ailene tutun ve asla senden kopmasına izin verme.

Burak’ın önceden düğmesine basmış olduğu asansör sonunda kata ulaşıp kapılarını açtığında yürüdüm ve asansöre bindim. Asansördeki diğer iki kişiyle birlikte, giriş katına inmeye başladım.

Ayhan Hoca, Burak ve Demir’i hastanenin dışına çıkarken gördüğümde, arkalarından onlara yetişip ben de dışarı çıktım.

Onlara katıldığımda, Ayhan Hoca, Demir’e ne yaptığını sordu.

Demir “Kızın ailesi şu anda İstanbul’a geri dönüyor ve sizi orada bekleyecekler. Helikopter yirmi dakika içinde hastanenin çatısında olacak,” dedi.

Burak’la aynı anda “Ne?” diye sorduğumuzda, Demir “Her şey ayarlandı. Şimdi doktorlar yolculuk için gerekli hazırlıkları tamamlıyorlar,” diyerek açıklamasını bitirdi.

Ayhan Hoca “Sağ ol Demir,” dedikten sonra, Burak ve bana baktı.

“Size söyleyeceklerim hoşunuza gitmeyecek,” dedi.

Dördümüz hastanenin dışında, kimsenin dışarıdaki dondurucu soğuktan dolayı oturmadığı masalara oturunca, Ayhan Hoca konuşmaya başladı:

“Esma’nın beyninde ur var ve bu tümör yakın zamanda ortaya çıkmış bir şey değilmiş,” dediğinde yaşadığım şoktan dolayı dudaklarım aralandı. “Nasıl yani yakın zamanda ortaya çıkmış bir şey değilmiş?” diye sorduğumda, Ayhan Hoca “Uzun zamandır bununla savaşıyormuş ve tümörün boyutları sürekli olarak artış göstermiş. Siz Esma’nın bu durumunu önceden biliyor muydunuz? Lütfen bir şeyler söyleyin ki her şey daha verimli ilerlesin,” derken, Burak, Ayhan Hoca’nın sözünü kesti. “Hayır! Allah kahretsin! Bilmem gerekirdi! Anlamam, ondaki sorunun farkına varmam gerekirdi. Ben aptalım! Tam bir aptalım! Benim yüzümden kız şu anda komada. Belki de!”

Yanımda oturan Burak’ın elini tuttum.

Ayhan Hoca bana bakıp bir açıklama beklediğinde “Biz hiçbir şey bilmiyorduk. Şu anda sizden ilk defa Esma’nın hastalığı hakkında bir şeyler duyuyoruz,” dedim.

Demir “Demek ki saklamış,” dedi.

Ayhan Hoca “Doktorlar böyle ciddi bir durumda zaten tedavi görüyor olması gerektiğini düşünüp, önce ailesine oradan da kendi doktoruna ulaşmışlar,” dedi.

Burak “Peki, madem tedavi görüyormuş o zaman neden bugün komada?” dediğinde, Ayhan Hoca “Burak, sakin ol. Esma’nın iyi olacağına inanmak zorundayız,” dedi.

Burak, “Ama bize iyi olacağına dair kanıt vermiyorlar ki!” dediğinde, Demir “İstanbul’daki kendi doktoruyla konuşmadan bunu bilemeyiz. Helikopter gelince sen ve Ayhan Hoca doğruca İstanbul’a gideceksiniz ve orada direkt olarak hastanenin alanına iniş yapacaksınız. Her türlü izin halledildi. Ailesi de orada olacak ve kesin cevapları orada alacaksınız,” dedi.

Demir’e ne kadar teşekkür etmem gerekiyordu? Hiçbir zaman yeterli olmayacaktı. Bu iyiliği için ona minnettardım. “Kampın geri kalanı ne yapacak?” diye sorduğumda Ayhan Hoca “Ben başınızda olmayacağım, bu yüzden görevi sana ve Demir’e devrediyorum,” diyerek cevap verdi. Ayhan Hoca “Gençler hasta olacaksınız, gelin içeri girelim,” deyip ayağa kalktıktan sonra, Burak hariç hepimiz binaya doğru yürümeye başladık. Ayhan Hoca’ya “Burak’ı içeri girmeye ikna edeyim mi?” diye sorduğumda, Ayhan Hoca yerine Demir sorumu yanıtladı ve “Biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var,” dedi.

Haklıydı.

Burak’a veda etmeden önce söylediğim son şey Esma’nın iyi olacağıydı. Bu duyması gereken şeydi, ama nedense ben bile söylerken kendimden emin olamamıştım. Esma’nın nasıl bir ekipmanla helikoptere taşındığını görememiştim, çünkü o sırada Demir’le kampa geri dönüş yolundaydık. Yoldayken arkamızdan sürekli bizi takip eden bir araba olduğunu gördüğümde, korumanın bizimle beraber hastanede bulunmuş olduğunu ama bunu hiç fark etmediğimi anladım. Minik Güneş’le konuşurken söylediğim cümleyi duymuş olmalıydı ama çok sorun etmedim.

On birinci kulübeye, yani kızlarla kaldığımız kulübeye girdiğimizde, Demir’le içeride sadece Helin, Doğukan ve belki Alperen’i göreceğimizi tahmin etmiştik ama Cansu, Ateş ve Savaş da vardı. Onlara Esma’nın pek de net olmayan durumunu ve Burak’la Ayhan Hoca’nın Esma ile birlikte İstanbul’a döndüğünü anlattığımızda, Helin rahatladı. En azından Esma’nın İstanbul’da kendi doktoru ve ailesiyle olacağını düşündü. Ama ben nedense bu kadar pozitif düşünemiyordum çünkü kendi doktorlarımızla ve bir arada olmak bizim ailemizin parçalanmasını engellememişti. Bunu sürekli kendimi depresif bir moda sürüklemek için kendime hatırlatmıyordum, bu tecrübemin bana bu konuda yardım etmesi için hatırlatıyordum. Tamam, pek yardımcı olmuyordu ama en azından gerçekleri gösteriyordu.

Helin “Güneş, biz dönmek istiyoruz,” dediğinde, kulübenin kapısında duran bavulları gördüm. Helin benimkini de toplamıştı. Tabii ki onunla gideceğimi biliyordu.

Ateş “Evet Güneş. Biz de öyle,” dediği zaman, kulübenin kapısı çaldı.

Oturduğum yataktan kalkıp kapıya yürürken “Ama diğerlerini burada bırakamam çünkü Ayhan Hoca sorumluluğu bize…” derken kapıyı açmamla gördüğüm görüntü karşısında cümlemi tamamlamamın gerekmediğini anladım.

“Tatili erken bitirme gibi bir şansımız var mı?” diye soran kızın arkasında, dört kişinin daha durduğunu gördüm.

Helin’e dönüp “Eğer herkes gitmeyi kabul ederse,” diyerek sözüme başladığımda, Demir sözümü kesti ve kesin bir sesle “Herkes kabul ediyor,” dedi.

Bu durumdayken gülümseyebileceğim kadar az gülümsedim ama en azından rahatladığımı belli ettim.

“Tamam o zaman. Esma’nın yanına dönüyoruz.”

Saat gece yarısını geçmiş olmasına rağmen yirmi dört saat açık olan ve önceden anlaşmalı olduğumuz otobüs şirketini aramam gerekiyordu. Esma’nın çantasındaki dosyadan numarasını buldum ve konuştum. Sabah erkenden yola çıkmak istediğimizi söyledim. Buraya geldiğimiz otobüsle değil ama farklı bir otobüsle dönebileceğimizi söylediler.

Herkes Uludağ’daki son gece için kulübelerine dönüp uyumaya başladığında, ben de bizim kulübede Helin ve Doğukan’ı yalnız bırakmıştım.

Demir’le birlikte onun kulübesine yürümeye başladık. “Kaç saattir sigara içemedim haberin var mı?” dedikten sonra bir sigara yaktı. Tüm bu olayların, koşuşturmaların, bekleyişlerin arasında bana cesur olduğumu söylediğinden ve beni alnımdan öptüğünden beri yalnız konuşamamıştık. Konuşmasak da öyle olacağını bildiğim halde “Bu gece seninle kalabilir miyim?” diye sorduğumda, Demir bana baktı.

“Bunu gerçekten sorma gereği hissettiğine inanamıyorum,” dedi ve kulübenin kilidini açtı.

İçeri girdik.

“Hayır aslında anlatmaya çalıştığım, daha doğrusu sormaya çalıştığım şeyi sormayı beceremedim. Biz bu gece…” derken, benim boş konuşmalarımı kesmek için bana döndü ve beni öpmeye başladı. İçtiği sigaranın tadını aldığımda öpüşünün beni rahatlattığını hissettim.

Dudaklarını dudaklarımdan ayırdığında gözlerimi açtım. “Böyle bir durumdayken tek istediğimiz ve odaklandığımız şey Esma’nın iyi olması,” dedi ve parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı az önce benden ayırdığı dudaklarına götürdü.

Ceketini çıkardı ve koltuklardan birinin üstüne attı. Saatler önce Esma’nın hazırladığı doğum günü pastasının durduğu sehpanın üzerindeki kül tablasına sigarasının küllerini attıktan sonra tekrar dudaklarına götürdü.

“Demir.”

Ne söyleyeceğimi merak edip bana baktığında ona yaklaştım. Esma’nın komada olması, bir daha uyanamayacak olma ihtimali… Kelime kelime ölüm ve hastane teması beynimi kontrol ederken, iki parmağımla Demir’in dudaklarının arasında duran sigarayı aldım ve ondan uzaklaştırdım. Sehpanın üzerinde duran kültablasına uzandım ve biraz daha içilebilecek olan bitmemiş sigarayı orada söndürdüm.

“Bunu neden yaptın şimdi?” diye sorduğunda, doğruldum ve gözlerine baktım.

“Bir daha asla sigara içmeyeceksin,” dedim.

Ve Demir Erkan, bir daha asla benim yanımdayken sigara içmedi. Yanında olmadığım zamanlarda içiyor muydu, içmiyor muydu bilmiyordum ama ben onu bir daha ne içerken gördüm, ne de beni alıştırdığı o sigara kokusunu onun üstünde duydum.

Sabah kulübelerimizde kahvaltı ettikten hemen sonra yola çıktık. Otobüs tam yedide kamp alanının önünde olmuştu. Normalde önceki geceki gibi geç yatılan bir saatten sonra insanların bu kadar erken bir saatte yola çıkılmasına karşı çıkacağını sanmıştım ama tek bir kişi bile gelip benden hareket saatini değiştirmemi istememişti.

Otobüs yolculuğu boyunca tek bir müzik sesi duyulmadı.

Kimse yüksek sesle, büyük kahkahalarla konuşmadı.

Normalde bir okulda, bir toplumda,bir çevrede sevilen ve sevilmeyen kişiler vardır. Birinin sevdiğini bir başkası sevmeyebilir. Hepimiz böyleyiz aslında. Bizi seven ve sevmeyen insanlar vardır, onlarla yaşarız.

Ama Esma böyle değildi. Hayatımda herkesin sevdiği ve hiç kimsenin sorun yaşamadığı tek insandı o. Gerçekten. Bu imkânsız gibi görünebilirdi aslında ama gerçekti. Hiçbir şeyi, kendi hayatını bile ciddiye almayan kişilerin bulunduğu bu okulda bile, hastaneye fazladan on altı kişi gelmişse, son sınıf gezisinden,bu rüya gibi olan yerden erken dönmek istenmişse, yolculuk boyunca bir kere bile müzik açılmamışsa eğer… Bence söylediğim şey doğruydu. Hayatım boyunca Esma’nın sahip olduğu bu şeye sahip olmaya çalıştım. Herkesin beni sevmesini istedim, gülümsedim. Hiç umrumda olmayan kişilerin düşüncelerini önemsedim ve yok yere, hayatımda bir daha hiç karşılaşmayacağım insanların hakkımda düşündüklerinden dolayı moralimi bozdum. Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmak istedim ve bunlara sahip olduğumu da düşündüm. Ama gün geldi, gerçek dostlarım diye saydıklarım bile yanımda olmadığı zaman, aslında tüm gerçek sandıklarımın yalan olduğunu anladım.

Arda hariç.

Arda benim kendimi katletmemi engelleyen insan olmuştu, hâlâ da öyleydi. Sadece artık eskisi kadar ona böyle olduğunu gösteremiyordum. Esma’nın benim gibi dertleri hiç olmamıştı. Her zaman kendi halinde yaşayan, ufak şeylerle mutlu olan ve çalışkan bir kızdı.

Hayat neden hep en masumları seçer? Bahçeden gidip en yeni en renkli ve en güzel kokan çiçeği kopardığımız gibi mi düşünüyor hayat? Yoksa bir markete gittiğimizde ilk önce en güzel olanı aldığımız gibi mi? Bence arada fark yok. Hepsi aynı.

Hayat sadece o güzel çiçeği koparacağı zamanı iyi seçemiyor, hepsi bu.


error: Bu içerik koruma altındadır.