Karanlık Lise 2 – Bölüm 37


Üniversite sınavının olduğu güne kadar, Esma iki ameliyat daha geçirdi. Burak resmen çökmüş durumdaydı. Hepimiz öyleydik fakat Esma için ayakta kalmaya, haftada en az dört gün hastanede bir araya gelmeye çalışıyorduk. En azından eniştem bana ev hapsi koyana kadar. Bu bir ay içerisinde neredeyse sürekli olarak Esma’yı uyku halinde tuttular. Uyandığını hiç göremedik. Burak’ın söylediklerine göre zaten henüz hiç gözlerini açmamıştı. Esma hakkındaki endişelerim günden güne artarken, üniversite sınavının stresi hepimizi vurmuştu.

Sınavın sabahında Demir, Helin, Doğukan, Savaş, Cansu, Ateş ve Burak’la birlikte kahvaltı ettik, ardından sınava gireceğimiz okullara dağıldık. Cansu ve Ateş’le yangın olayından sonra sık sık görüşmüştük. Ateş’in kolundaki yara hepimizi korkutmuştu fakat tedavi gördüğü için gittikçe iyileştiği haberiyle bizi rahatlatmıştı.

Ateş’le Cansu’nun arasındaki bağ hakkında pek fikrim yoktu çünkü Cansu’yla, o tür kız konuşmaları yapacak kadar yakın olamamıştık. Ne zaman konuşmaya başlasak, Helin araya girip beni uzaklaştırıyor ve Cansu’ya güvenmememiz gerektiğini hatırlatıyordu. Helin’in Cansu hakkındaki şüphelerinin Uludağ’da sona erdiğini düşünmemiştim, evet ama en azından ona katlanabilmesini ummuştum. Helin’e neden hâlâ böyle davrandığını sorduğumda, gerekçe olarak, Cansu’nun yangından sağ kurtulmasının nedeninin seri katille olan ilişkisinden kaynaklandığını söylüyordu. Evet, bu Helin’in teorisiydi. Helin’e göre Cansu hâlâ Demir’i seviyordu; Ateş sadece bir kamuflajdı ve Cansu tek tek o kızları öldürecek kadar psikopattı. Geçen yıl olsaydı belki Helin’in bu söyledikleri düşünmemi sağlayabilirdi fakat ben artık Cansu’yu tanımaya başlamıştım. Tamam, istediklerini alabilmek için her şeyi ama her şeyi yapabilecek biriydi. Hırslı ve kıskançtı. Ama asla, asla bu amaçları uğruna birini öldürmezdi. Hele de bebeğini kaybetmesi onu bu kadar duygusal biri haline getirmişken…

Özel Hayal Sanat Akademisi için gerekli olan belirli bir puan yoktu. Orası üstün yetenekli olan öğrencileri, yetenek sınavlarıyla kabul ediyordu. Sadece bu yetenek sınavının yanında, girmiş olduğumuz üniversite sınavından almış olmamız gereken bir taban puanı vardı. O taban puanı pek yüksek değildi ve bu yüzden rahattım. Sanki o okula gireceğim kesinmiş gibi konuşuyordum. Neyin kafasındaydım?

O okula giremediğim anda, üniversite sınavından aldığım puan ile başka bir yere girmek zorunda kalacaktım ki alacağım puanla bu pek de mümkün gözükmüyordu.

“Güneş!”

Eniştemin adımı söylediğini duyar duymaz gözlerimi tabağımdan kaldırıp ona baktım.

“Özür dilerim. Dalmışım,” dedim.

Halam, “Serkan, kızın üstüne çok gitme. Dünkü sınavın stresi hâlâ üstünde,” dedi.

Halam enişteme karşı beni savunurken kuzenim Mert elindeki gri oyuncak arabasını istikrarlı bir şekilde masaya vuruyordu. Demir; Mert’in en sevdiği, babamdan gri minivan’ı kırması sebebiyle ona benzer yeni bir araba almıştım. Keşke ben de onun yaptığı gibi kaybettiklerimi bu kadar kolay arkamda bırakıp, yeni olanlara bu kadar çabuk alışabilseydim. Sanırım daha öğrenecek çok şeyim vardı.

Eniştem “Bir şey demedim ki Ebru, oğlum sen de masaya vurma şu arabayı,” dedikten sonra, Mert’in elinden oyuncak arabayı aldı. Mert’in ağlamaya başladığı anda ona arabayı geri vermek zorunda kaldı. Anlaşılan eniştem karakolda yine zor bir gün geçirmişti. Halamlar Mert için doğru karar vermişlerdi. Yuva için bir yıl daha bekleyeceklerdi çünkü Mert, yaşıtlarına göre biraz daha ufak bir çocuktu. Sanırım Demir’le bir keresinde bu konuyu konuşmuştuk.

“Arkadaşların neler yapmışlar?” diye sorduğunda, enişteme “Helin ve Doğukan sanırım hiçbir yere giremeyecekler. Yani en azından bana Helin öyle anlattı ve nedense hiç üzgün değildi. Burak ise tüm sınavı boş bırakmış,” diye yanıt verirken, Burak’la olan telefon konuşmam aklıma geldi.

“Odaklanamadım, Güneş, Esma o en son ameliyatı atlatabildi mi, atlatamadı mı, uyanabilecek mi, onu bir daha öpebilecek miyim? Hepsi üstüme geldi ve tek bir soru bile yapamadım. Çok ama çok kötüydü,” demişti. Burak’ın o sıradaki halini gözümde canlandırmadan yapamamıştım. Sınavın tamamında başını sıranın üstünde birleştirdiği kollarına yaslayıp, gözlerini kapatıp hiç ses çıkarmadan yüzünden önündeki sınav kitapçığına damlayan gözyaşlarını izlediğini düşündüm. Ardından o kişinin, sınavın son on beş dakikasındaki ben olduğunu hatırladım. Belki de Burak da öyleydi. Sadece biraz daha uzun süre…

Halam “Ya bizim Arda neler yapmış duydunuz mu? Bu sabah kafeye uğramıştım, Semih Bey övüne övüne bitiremedi oğlunu. Arda’yı orada yakalasaydım tebrik edecektim,” dediğinde “Evet, gayet iyi bir sonuç çıkarmış. Dersanesinde sınavını kontrol etmişler ve eğer optik kâğıtta kaydırmamışsa, ilk on bine girebilirmiş,” diyerek halama destek oldum.

Sınavdan sonra beni ilk arayan kişi Arda olmuştu. Çok mutluydu. Esma komaya girdiğinden beri ilk defa birinden böyle heyecanlı bir şeyler dinliyordum. Bu bir buçuk ayda yaşadığımız sonbaharı, Arda üç dakikalığına da olsa yaşadığı sevinçle dağıtmıştı. Arda üniversite sınavındaki başarısının yanında gitarda mükemmel derecede iyiydi ve üstelik yazdan beri sporda, MMA konusunda büyük ilerleme kaydetmişti. Mühendis olmak istiyordu ama bunların yanında spordan ve gitardan da vazgeçmek istemiyordu. Aldığı puan ile istediği üniversitede mühendislik okuyabilecekti ve onun adına mutluydum. En azından birimiz mutluydu, değil mi?

Ona bunu hatırlattığımda beni susturmuş ve “Resmi sonuçlar gelmeden büyük konuşma civciv, sen kendi seçeceğin şarkıyı düşün,” demişti.

Evet, yetenek sınavına kabul edilip edilmediğim, üniversite sınavında aldığım puanın onların belirtmiş olduğu taban puanını geçmiş olduğum takdirde belli olacaktı bu yüzden şarkı seçme işini ertelemiştim, en azından seçmelere kabul edilene kadar. Tüm bu fırtınaların yanında görmek istediğim, beni varlığıyla rahatlatan mavi gözler vardı ki, o gözlere gerçekten ihtiyacım vardı. Ne yazık ki eniştem “hayatta kalmam” için bana ev hapsi vermişti ve son bir ayda sürekli evde oturmuştum. Odaklanabildiğim kadar derslere odaklanıp birkaç konu eksiğimi tamamlamıştım ama bir yıl boyunca ödevler ve dersleri dinlemek dışında ekstra hiçbir şey yapmadığım için çok artısı olmamıştı.

Haftada sadece iki gün Esma’yı ziyarete, hastaneye gidebiliyordum ve o sıralarda da başımda durması için eniştem yeni bir koruma tutmayı unutmamıştı. Bazen sadece, bu liseye geldiğim güne lanet ediyordum. Aklıma gelen bütün küfürleri edip beni ölüm tehlikesiyle burun buruna getiren bu okuldan nefret ediyordum. Fakat sonra bir bakış,bir koku, birkaç kişinin gülümsemesi tüm bu duygularımdan beni arındırıyordu ve dayanmamı sağlıyordu: Aşkım ve arkadaşlarım.

Telefonumun zil sesini duymamla ayağa kalktım. Yine yemek yiyemediğim bir akşamdı ve yine tabağımdaki salatayla oynamaktan bir şekilde kurtuluyordum, bu seferki kurtarıcım telefonumdu. Odama girdim ve çalışma masamın üstünde duran telefonumu elime aldım. Ekranda Burak’ın adını görür görmez hemen açtım ve telefonu kulağıma götürdüm.

“Burak? Esma iyi mi?”

“Güneş, ulaşabildiğime sevindim. Umarım rahatsız etmiyorumdur,” dediği anda “Burak, saçmalama, rahatsız falan etmiyorsun. Sana yedi gün yirmi dört saat arayabileceğini söylememiş miydim? Şimdi söyle, Esma’ya bir şey mi oldu?” diye merakla sordum.

Burak “Hayır, durumu aynı. Şey, ben yine hastanedeyim de, Esma’nın doktoru Erol Bey az önce bana, Esma’ya verdikleri ilaçların etkisini azalttıklarını ve uyanmasını beklediklerini söyledi. Tahminlerine göre iki-üç saate kadar ayılabilir…” derken, Burak’ın sözünü kestim ve büyük bir heyecanla “Ne yani, Esma uyanabilir mi? İki saate mi? Sen ciddi misin? Burak! Bu muhteşem! Haber verdiğin için sağ ol, Demir’le hemen gelmeye çalı…” derken, bu sefer Burak benim sözümü kesti.

“Ayılabilirmiş dedim, ayılacak demedim Güneş,” dedi, soğuk ve korkak bir ses tonuyla.

“Sen kesin olmadığını mı söylüyorsun?” diye sordum ona. Bu sırada halam konuşmalarımı duymuş olmalıydı ki odamın kapısında durmuş beni izliyordu.

“Bilmiyorum Güneş. Artık hayatımda emin olduğum tek bir şey kaldı ve o da…” derken, Burak kendini düzeltti ve “… üç saate kadar uyanmazsa bir daha hiç uyanamayabileceğini söylediler,” dedi cümlesini tamamlayarak.

Kulağımdaki telefonu çekmeden yatağıma oturdum.

Burak hâlâ hattaydı fakat ikimiz de bir şey söylemiyorduk.

Sessizliği halam bozdu ve “Hâlâ ne duruyorsun? Gitsenize,” dedi.

Burak, halamın sesini duydu ve bana “Güneş gerçekten gelmek zorunda değilsin, bulunduğun durumun farkındayım,” dedi.

Burak’a Helin’lere haber vermesini söyledim. Ben gidemezsem, en azından onlar gidebilirlerdi.

Telefonu kapattıktan sonra halama döndüm ve “Halacım, saat sekiz ve eniştemin bana izin verebileceğini sanmıyorum,” dedim. Tüm bu kelimeleri söylerken ses tonumla halamdan yardım dileniyordum.

“Ara Demir’i, gelsin seni alsın. Ben eniştenle konuşacağım,” dedi ve odadan çıktı. Eniştemin izin vermeyeceğini tahmin ettiğim için halamın arkasından gittim ve salona geçtim. Eniştem tüm yorgunluğuna rağmen kendisinin de gelmesi şartıyla kabul etti ve odama geçip hazırlanmaya başladım. Sanırım Esma için, benim kadar onlar da endişelilerdi. Odamın kapısını kapatıp giyinmeye başladım. Bir yandan da telefonumu kulağımla omzumun arasına sıkıştırmış, Demir’in açmasını bekliyordum.

“Söyle fıstık.” Fıstık, bal, güzelim… Ya Demir gerçekten yaşlanıyordu ya da seri katilin öldürme sırası bende olduğu için, bana kalan günlerimde iyi davranmaya çalışıyordu.

Ben yine ne diyordum? Sanırım iyi değildim.

“Çabuk bize gel,” dedim lacivert, dar kot pantolonumu bacaklarımdan yukarı çekerken. “Ben de beni ne zaman bu kadar arzulayacağını merak ediyordum sarışın, ama maalesef şu an başka bir işle…” derken, Demir’in sözünü kestim ve “Demir! Flörtü bırak lütfen! Esma uyanacak, hastaneye gidiyoruz,” dedim ve ardından telefonu elimle tuttum.

Demir “Sen ciddi misin?” diye sorduğunda beş saniye önceki alaycı ses tonu gitmiş, yerine her zamanki ciddi ses tonu gelmişti. “Evet, gelip beni alman gerekiyor. Ama arabayla gel çünkü eniştem de…”

“Yedi dakikaya oradayım,

“Demir, eniştem de bizimle… Alo..?”

Telefonu kapatmıştı. Evet, klasik Demir Erkan.

Üstümdeki tişörtü çıkardım ve dolabımdan aldığım beyaz, kısa kollu tişörtü giydim. Odamdan çıkarken kot ceketimi de üstüme geçirdim ve içine telefonumla cüzdanımı attığım minik mavi çantayı omzuma asıp odanın ışığını kapattım. Ben ayakkabılıkta ilk elime gelen, beyaz spor ayakkabılarımı yere koyup hızlı bir şekilde giymeye başladığımda, eniştem de odasından çıkmıştı.

“Hadi enişte, acele et,” dedim.

“Demir’e ne gerek vardı şimdi? Onunla orada buluşurduk, ben seni götürürdüm.”

Enişteme cevap vermeden kapıyı açtım ve asansörü çağırdım. Asansörün zemin katta olduğunu görünce “Off!” deyip hızla merdivenlerden inmeye başladım.

“Kızım, sakin ol. O oğlan gelene kadar zaten yüz kere ineriz,” diye arkamdan seslendi eniştem ama yine cevap vermedim. Bir an önce hastaneye, Esma’nın ve Burak’ın yanına gitmek istiyordum. İnmem gereken son iki kat kaldığında telefonuma gelen mesaj sesiyle durdum. Mesaj Helin’den gelmişti ve Doğukan’la hastanede buluşacaklarını yazıyordu. Ben bu mesajı okurken Helin ikinci bir mesaj daha gönderdi ve benim gelip gelemeyeceğimi sordu. Ona kısaca “Geliyoruz” yazdıktan sonra hızlı bir şekilde merdivenleri inmeye devam ettim. Eniştemle birlikte tam dört dakika aşağıda bekledik. Beklerken Arda’yı aradım. Burak’ın çoktan ona haber verdiğini ve kendisinin de yolda olduğunu söylediğinde rahatladım. Esma uyandığında onu hiçbir zaman yalnız bırakmadığımızı, ondan asla vazgeçmediğimizi görmeliydi. Aynen halam ve eniştemin bana yaptığı gibi. Yokluğunuzda sizi özleyecek insanların var olduğu gerçeğini yaşarken hep ikinci plana atar, hatta inanamazsınız. O deneyimi yaşadım ve uyanıp yeni hayatıma başladığımda çevremde tanıdık ve sıcak eller görmeseydim sanırım bugün olduğum konuma gelemezdim.

Sokağın başında Demir’in arabasını görür görmez tanıdım.

Eniştem “Oh, Ben sizin yaşınızdayken babamın arabasını izin alıp zor kullanırdım be. Şuraya bak,” dediğinde, ona “Demir benden iki yaş büyük. Hadi gel!” dedim ve hızlıca Demir’in arabasına yaklaştım.

Enişteme verdiğim cevabın, sorduğu soruyla hiç alakası yoktu ama açıkçası ne dediğimi bilebilecek durumda değildim. Eniştem tam Demir’in yanındaki koltuğa oturmak için kapıyı açtığında telefonu çalmaya başladı. Eniştemin iki telefonu vardı. Biri kendi telefonu, diğeri ise sadece iş için kullandığı telefondu. İş için olduğunu bildiğim telefonunu cebinden çıkarıp “Serkan Deniz,” diye açtı. Duyduğu cümleler ile bakışlarını bana sabitledi. “Tamam, tamam. Merkezde buluşalım o zaman. Geliyorum,” deyip telefonu kapattıktan sonra “Güneş, otur,” dedi ve benim Demir’in yanına oturmamı sağladı.

Sanırım bizimle gelmeyecekti.

Ben emniyet kemerimi takarken, eniştem arabanın diğer tarafına geçti ve Demir’in açık olan penceresinden Demir’le konuşmaya başladı.

“Bana bak. Korumayı arayacak zamanım yok, bu saatte arayamam zaten. Güneş’in saçının teline bir şey olursa, kaybolursa, başına bir şey gelirse… Senden bilirim Erkan,” dedi,

Demir hiç düşünmeden, normal ses tonuyla “Bunun oldukça farkındayım, merak etmeyin. İyi görevler,” dedi ve gülümsedikten sonra arabayı harekete geçirdi.

Daha birkaç metre ilerlemiştik ki arabayı durdurdu ve bana döndü. Sağ kolunu boynumun arkasından bana doladı, beni kendine çekti ve başımdan öptü.

“Oh,” dedi ve ardından tekrar arabayı sürmeye başladı.

Demir’e, bunun ne kadar yeterli olacağından emin değildim ama şimdi bunları düşünmenin sırası hiç değildi. Demir, hiç konuşmadığımı görünce “Ben de ne zaman baş başa kalacağız diye bekliyordum,” dedi.

“Şu son bir ay gerçekten hızlı ve stresli geçti, seni göremedim ve çok özledim,” dedim. Demir vitesi değiştirdi ve ardından bana bakıp hafifçe gülümsedi.

Sanırım bugün keyfi yerindeydi. Onu kısa kollu siyah tişörtüyle görünce, deri ceketinin nerede olabileceğini düşündüm, sonra arka koltuğa bakınca oraya fırlatılmış bir biçimde durduğunu gördüm.

“Üşüdüysen giy,” dedi.

Şaşırarak “Sadece boynumu birazcık çevirdim ve sen bunu fark ettin, ceketine baktığımı anladın ve üstüne üstlük üşüdüğüm için ceketini aramış olduğumu düşünüp giyebileceğimi söyledin,” dedim.

“Evet,” dedi hastaneye gidebilmek için çıkmamız gereken otoyola saparken.

“Bunları nasıl anlıyorsun? Tamam, üşümemiştim. Sadece ceketinin nerede olduğuna bakmıştım ama konu o değil. Nasıl insanların en ufak hareketlerinden onların ne yapmak veya ne söylemek, hatta ne düşünmek istediklerini bilebiliyorsun? Nasıl, insanlar hakkında daha onları tanımıyorken tahminler yürütebiliyor ve neredeyse tamamını doğru çıkarabiliyorsun? Nasıl bu kadar gizemli kalıp, insanlara kendini hayran bıraktırabiliyorsun?” diye saçmalarken, sonunda susmam gerektiğini anladım.

Demir bana, bende bir sorun olduğunu anlarmış gibi baktı ve ardından tekrar yolu izlemeye koyuldu.

Susmaya karar verdim. Konuşunca sürekli saçmalıyordum ve tekrar ağzımı açarsam, az önceki gibi kendimi kaybedebileceğimden çekiniyordum.

“İyi misin?” diye sordu.

Cevap veremedim. Uygun kelime aslında hep aklımdaydı ama dile getirmemek konusunda kendime uzun zaman önce söz vermiştim. Ama sanırım yanımda, bu dünyada en çok güvendiğim insan otururken, tutmama hiç gerek yoktu:

“Korkuyorum,” dedim Demir’in sorusunun üstünden dakikalar geçtikten sonra.

O cevap vermeyince ona baktım. Yüzünde bir şey düşünür gibi bir ifade vardı. Ona baktığımı fark edince “Tamam,” dedi.

Anlamayarak “Tamam mı?” diye sorduğumda,

Demir “Aynen öyle. Tamam. Sorularının hepsine cevap vereceğim,” dedi. “Demir, ben o soruları cevaplaman için sormamıştım, yine boş konuşuyordum ve…”

“Hayır Güneş. Sorduğun şeyler bir anda aklına gelmiş şeyler değildi. Uzun zamandır aklında olan ama sormadığın sorulardı,” dedi.

“Daha doğrusu “soramadığım” diyelim. İnsanlara yanıt veren bir yapın yok, özellikle kendin hakkında bir şeyler sorunca…” diyerek kendimi savundum.

Akşam karanlığında, karşıdan gelen arabaların farlarının bile Demir’in gözlerini görebilmem için yeterli olduğu dakikalarda, Demir “Şu an iyi değilsin. İyi olman için aklının dağıtılması lazım, kendin dağıtmayı beceremiyorsun çünkü,” dedi.

“Bak burada haklı olabilirsin,” dedim. Yalan söyleyemezdim. Bir şeye taktım mı, sürekli onu düşünüyordum ve bir nevi kendimi depresyona sokuyordum.

“Aklını dağıtmak adına birkaç istisna yapabilirim. Sorularını yanıtlayacağım,” dedi.

Tam ona cevap verecektim ki Demir “Siktir, bu trafik ne?” dedi.

Gözlerimi ondan alıp ileriye baktığımda, çıktığımız otoyolun tıkalı olduğunu gördük.

“Geri dönemez misin?” diye sorduğumda, Demir hemen o saniyede arabayı geri vitese aldı ve biraz geri gidip az önce çıktığımız sokağa baktı. Sokağın içinden bizim bulunduğumuz tarafa doğru gelen bir sürü araba vardı ve geriye dönüş de yoktu.

“Hayır. Kaldık,” dedi ve vitesi tekrar değiştirip eski yerimize arabayı ilerletti.

“Sanırım kaza olmuş,” dedim ileriye bakarak.

Demir “Tamam, şimdi sen seninkilerden herhangi birine mesaj at. Yolda olduğumuzu ama trafiğe yakalandığımızı söyle. Ben de bu arada vereceğim cevapları düşüneyim, bir ilk olacak ve batırmak istemiyorum,” dedi.

Çantamdan telefonumu çıkarırken, Demir’e “Öncelikle onlar “benimkiler” değil, artık “bizimkiler”. İkinci olarak da her şeyde en iyi olmana gerek yok. Bazen içinden geldiği gibi davranmalısın,” dedim.

“Evet, içimden geldiği gibi davrandığımda bir bakıyorum Bodrum’dayım ve hiç tanımadığım dört sörfçü çocuğu dövüyorum,” dedi.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu hem hoştu hem de kızılması gereken bir şeydi. Ama ben bu sefer hoş olduğu kısmına ağırlık verdim ve karşılık olarak hiçbir şey söylemedim, sessizce Arda’ya mesajı gönderdim.

Telefonu çantama geri koyarken, Demir dışarıdan gelen korna seslerini azaltmak için arabanın camlarını kapattı. “İnsanların ne yapmak, ne söylemek veya ne düşünmek istediklerini anlamıyorum. Tahmin edebiliyorum. Tahminlerimi mantıklı bir şekilde yapınca da tutuyor. Bu konularda mantıklı tahminler yürütebilmemin sebebiyse, ben hiç kimseye şu ana kadar neler yaptığımı, neler düşündüğümü söylemedim ve gereksiz insanlarla gereksiz konuşmalarda bulunmadım. Ben kendimi bildim bileli böyle davranırken insanların sürekli sosyal medyada özel hayatlarına dair bilgileri savurmaları, orada burada hiç tanımadıkları kişilere söylememeleri gereken şeyleri söylemeleri gibi olayları gözlemledim ve işin ne kadar kolay olduğunu anladım. Sadece her şeye mantıklı bakmak gerekiyor,” dedi.

“Vay be,” diye fısıldadım gözlerimi ondan ayırıp yola bakarken.

“Sen üniversite sınavından benden yüksek puan alacaksın,” dedim ardından da.

“Evet,” dedi hiç çekinmeden. Gülümsedim.

“Peki diğer sorum? Gizemli kalıp, hayran bıraktırma olayı?” diye sorduğumda, bana “Orası da meslek sırrı bal, bana kalsın,” dedi.

Biraz düşündükten sonra “Hakkında hâlâ bilmediğim o kadar çok şey var ki Demir… Sen benim her şeyimi bilirken senin böyle her söylediğin kelimeden hakkında bir şey yakalamaya çalışmak o kadar zor ki! Mesela az önce anlattıkların, hakkında yepyeni şeyler öğrenmemi sağladı ve her zaman ilgi çekici ve öğrenmek isteyeceğim yanların olduğunu bir kez daha hatırlattı,” dedim, daha da devam etmesini dileyerek.

Trafik biraz ilerlemeye başladığında rahatladık ve araba tekrar harekete geçince, Esma’ya ulaşma isteğimin yine aynı derecede fazla olduğunu, ama artık kontrol edilebilir bir düzeyde olduğunu fark ettim. Demir yine ve yeniden bana iyi gelmişti ama yüzüm hâlâ asıktı. İşte bu, elimde değildi.

“Neden Erkan Otelleri’ni kurduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda şaşırdım. Bunu hiç düşünmemiş, hep daha fazla gelir içindir diyerek geçiştirmiştim. Ona baktığımda bana “Babam kötü bir insandı Güneş,” dedi ve ardından arabayı trafik yüzünden tekrar durdurmak zorunda kaldı. Konuşmanın babasına geleceğini tahmin etmemiştim. Onunla babası hakkında çok yüzeysel olarak birkaç konuşma yapmıştık fakat Gökhan Erkan öldüğünden beri, hiç Demir’in yanımda üzüldüğünü görmemiştim. Ne benimle ne de başkasıyla onun hakkında konuştuğunu sanmıyordum. Hatta annesi Dilan Erkan ile bile konuşmamış gibi görünüyordu.

“Demir, eğer istemiyorsan onun hakkında konuşmak zorunda değilsin,” dediğimde, koltukta yan döndü ve sırtını, çok ağırlığını vermeden kendi tarafındaki kapıya yasladı. Bunu daha rahat yapabilmek için emniyet kemerini çıkardı.

Demir son söylediğimi duymuş ama dikkate almamıştı.

“Gökhan Erkan; bu ülkede yaşamış en şerefsiz insanlardan biriydi. İnsanlardan çalardı, kumar oynardı fakat hileleri ile asla kaybetmezdi. Tüm o sanatçı kimliğinin arkasında yatanları çok az kişi bilirdi ve o bilenler de susmak zorunda kalırlardı. Eğer susmazlarsa başlarına gelecekleri bilirlerdi,” dedi.

Demir susmuştu, ama yine de babası tüm suçları onun üstüne yıkmak konusunda merhamet göstermemişti. Bunu ona söyleyecektim ama zaten yaşayan kişinin bizzat kendisi olduğunu anımsadığımda vazgeçtim ve onu dinlemeye devam ettim.

“Şu an bir sigaraya ne kadar ihtiyacım var bilemezsin,” dedi.

“Hayır,” dedim kesin bir şekilde.

“Peki bal, işte Gökhan Erkan ve yarattığı canavar,” dedi kendini göstererek. Güldü ama gülüşü normal bir gülüş değildi. Gözlerini benden kaçırdı ve dışarı baktı.

“Geç kalacağız,” dedi.

Demir’in şu ana kadar hiç böyle konuştuğunu sanmıyordum. Sanırım ilk defa, yıllardır içinde tuttuğu düşünceleri sesli olarak, dışarıya söylemek üzereydi ve bu onun için büyük bir sınavdı.

İçini açtığı ve açacağı kişi olma onuruna sahip olduğum için mutluydum.

Geç kalacağımızı söyleyerek konudan uzaklaşmaya çalışsa da, aslında sonunda birileriyle konuşma ihtiyacı duyduğu gerçeğini kabullenmişti ve sırf bu gerçeği idrak edebildiği için ona her şey farklı geliyor, kendini açmak kendini güçsüz hissetmesine sebep oluyordu. Aslında henüz, kendisi, ailesi, hayatı hakkında çok şey anlatmamıştı ama bu bile ona ağır gelmişti.

Dediğim gibi, içini açtığı ve açacağı kişi olmak istiyordum. Her zaman.

“Devam et,” dedim. 


error: Bu içerik koruma altındadır.