Karanlık Lise 2 – Bölüm 38


Onu Bodrum’dan beri hiç bu kadar açık hissetmemiştim. Atagül Lisesi’ne gelen herkesin kendine ait kötü bir geçmişi vardı fakat Demir’inki her zaman sır olarak kalmıştı. Babasının ona yaptıkları yüzünden, çok iyi yerlerden böyle rezalet bir okula düşmesini anlayabilmiştik. Bizimkiler daha fazla kurcalamayıp olayı bu bütünüyle kabul etmişlerdi ama ben her zaman daha fazlası olduğuna inanmıştım. Dışarıya onu her gün içten içe yiyip bitiren bir şey olduğunu göstermemek için o yoğunluğu gizleyen Demir, düşünceleri ve hisleri hakkında ikinci defa konuşuyordu. İlki, bana Bodrum’da açıklama yaptığı zamandı. Aslında ailemi öldürmediğini ve gerçekleri anlatırken, birkaç dakikalığına da olsa yıkmıştı duvarlarını.

O zaman ben o duvarların ilk kez aşılabileceğini hissetmiştim.

“Sorularını yanıtladım ya Güneş,” derken gözlerini benden kaçırmış ve öndeki yoğun trafiğe bakmıştı.

“Gerisi olduğunu, hatta çok daha fazlası olduğunu tahmin etmek zor değil. Dünyada sana en çok güvenen insana kendi hakkında bir şeyler daha anlatabileceğini biliyorsun,” dedim, kesip atmaması için dua ederken.

Bir türlü ilerlemeyen trafikte korna sesleri yükselirken Demir sakin bir şekilde mavi gözlerini tekrar bana çevirdi.

“Neden merak ediyorsun ki?”

Neden mi merak ediyordum? Demir şaka mı yapıyordu?

“Çünkü seni seviyorum.” Trafiğin bir milim de olsa ilerlediğini görünce oturuşunu normale çevirdi ve vitesi bire aldı. Arabayı az da olsa ilerletti. Gideceği daha fazla yer kalmadığında vitesi tekrar boşa aldı. Söylemiş olduğum şeye cevap vermediğinde, ona “Hayatta en çok sevdiğim kişinin aynı zamanda düşünceleri hakkında en az bilgiye sahip olduğum kişi olması çok saçma değil mi?” dedim. Bu söylediğim karşısında sağ elini benim koltuğumun yukarı kısmına yasladı ve bana döndü.

“Seni öpmemek için kendimi zor tutarken nasıl bir şeyler anlatmamı bekleyebiliyorsun?” diye sordu.

Demir’in sorularımı yanıtlamasındaki amaç, aklımı dağıtmak ve üzerimdeki Esma stresini azaltmaktı. Konuşmasıyla beni sakinleştirdiğini ve ilgimi kendisine çekebildiğini gördüğünde ise konuşmayı kesip bu işten kurtulabileceğini sandı. Şimdi söylediği şey ise tamamen aklımı daha başka yerlere çekebilmek içindi.

Üzgünüm Demir Erkan, seni tanımak için yakalayabileceğim en güzel fırsatlardan birini yaşıyordum.

“Bence üstesinden gelebilirsin,” dedim ve vücudumu biraz daha ona doğru döndürdüm.

Demir bu seferki konuyu değiştirme girişiminin başarılı olamadığını gördüğünde, pes etmeyeceğimi anladı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra asıl pes eden o oldu.

“Tamam, bugün hâlâ iyi günümdeyim. Başka neyi merak ediyorsun?”

Demir’le yaklaşık bir buçuk yıldır beraberdik, daha doğrusu o ilk, bana işkence çektirdiği zamanları beraberdik diye sayarsak, ve tüm bu zamanda konuştuğumuz konular ya benim hakkımdaydı ya bizim hakkımızdaydı ya da başkaları hakkındaydı.

Hiçbir zaman konu o olmamıştı. Buna izin vermemişti.

Ama olayın benimle ilgili olmadığını, onun her zaman bu konuda kararlı olduğunu anladıktan bir süre sonra, sorgulamayı bırakmıştım. Saatlerce onu dinlemek istiyordum. En aptal anılarını bile dinlemek, güldüğü ve ağladığı şeyleri bilmek, duygularının siyah ve mavi haricinde hangi renklerde olduğunu öğrenmek istiyordum. Fakat bahsettiğimiz kişi Demir Erkan olunca, bu iş fazlasıyla imkânsız kalıyordu.

Şimdi ise uzun zamandır beklediğim an gelmişti fakat onu sorularımla çok boğmak istemiyordum. Zaten alışkın olmadığı kelimelerle ve hiç anlatmadığı, belki de aklıyla kalbinin en uç noktalarına kaçıp düşünmek istemediği şeylerle onu sıkacaktım. Bunu da en hafifinden, ona zor gelmeyecek bir şekilde yapmak istiyordum.

“Kaldığın yerden devam et,” dedim.

“Dediğim gibi, Gökhan Erkan’ın yarattığı canavar benim ve kimsenin bu canavarı görmesine gerek yok. Zaten yeterince yansıtıyorum.”

“Sen kötü bir insan değilsin Demir,” dedim, onu bu iyice kabullenmiş olduğu yalandan uzaklaştırmaya çalışırken.

Ciddi ve mavi gözleriyle “Kötü bir insan olmadığımı biliyorum ama babam, daha küçüklüğümden itibaren bana en çok uyacak kişiliğin böyle olduğunu, bana anneme ve diğer herkese aşılamıştı,” dedi. Demir, babasının veya herhangi bir kişinin ona uygun göreceği kostüme girebilecek türden biri değildi. Ben onu öyle tanımıyordum.

“Sırf baban yüzünden diğer herkes seni öyle görüyor diye kötü biri olduğunu da nereden çıkardın? Bu çok saçma.”

“Babam olacak herifin bana uygun gördüğü rezalet kişiliği, hiç karşı çıkmadan kabul ettiğim için rezil bir insanım Güneş!” diyerek sözümü kesti. Sesi yükselmişti. Bir anda yükselen sesinin sertliğinden ona verecek cevabı bulamazken o, sonunda konuşabilmenin verdiği rahatlıkla devam etti.

“Babam bana ilk suçunu yüklediğinde daha on iki yaşındaydım. Güneş, daha on iki yaşındaydım! On iki yaşında, sabahtan akşama kadar tek yaptığı şey evindeki piyanonun başında oturup kendi bestelerini yapmaya çalışmak olan bir çocuk, gasptan ne anlar? Peki ya on dört yaşındaki bir çocuk, kumar oynamaktan ne anlar? On beş yaşında tek hayali müziğin olduğu herhangi bir ülkeye kaçıp ailesinden uzaklaşmak olan bir çocuk adam kaçırabilir mi? Peki ya hırsızlık, dolandırıcılık, ünlü iş adamlarının anlaşmalarıyla oynamak?” derken gözlerinin dolduğuna emindim. Fakat o, gözlerinin dolmasını bile gizlemeyi ustalık haline getirmiş biri gibi davranıyor ve gözlerine gelen yaşları unutarak adeta yok ediyordu.

Sadece ün uğruna yapılır mıydı bu?

Demir’in ağzından çıkan her bir kelime önümde küçük, siyah saçlı ve masmavi gözleriyle etrafına ışık saçması gerektiren çocuğu saniye saniye yıkıyordu. Küçük mavi gözlü çocuk, ailesinin ona yüklediği ağırlıkları kaldıramayacağını hiç düşünmeden her şeyi kabulleniyordu. Hayatını adeta bir cehennem gibi yaşıyordu ama itiraz etmiyordu.

Çünkü ağlamak istemiyordu. Ağlamak onu güçsüz gösterirdi. Daha o yaşlarındayken bile bunu kabul edemezdi. Demir eğer ağlarsa, bir şeyleri önemsediği ve o şeylere değer verdiği için ağlardı ve insanlar da bunu fark eder, onu avlayabilmek için bu açığı kullanırlardı. Bir şeylere değer vermek, bir şeyleri önemsemek demekti ve eğer önemsersen o şeyleri kaybettiğinde sen de kaybederdin. Kaybetmemek uğruna da olsa, daha kendi hayatına dahi önem vermeyen Demir’in bana değer vermesini beklerken, gerçekten de imkânsızı beklediğimi bir kez daha fark etmiştim. Karakterinin imkânsızlığına rağmen biz bunu başarmıştık. Demir, bunu başarmıştı. Bunu şimdi anlıyordum.

Onun için burada, yanımda olmanın ne kadar anlam ifade ettiğini görebiliyordum. Basit bir iki sevgi cümlesi söylemesine gerek yoktu.

Önemsemek, ağlamak ve karşı çıkmak onun için zayıflıktı. Demir eğer çevresindekilere, babasına karşı çıkmış olsaydı; kendisine yüklenen bu ağırlıkları taşıyamayacağını kabul etmiş olurdu. Ama bunu yapmamıştı.

Sırf güçlü olduğunu gösterebilmek ve kendisini tamamen yıkmalarına izin vermemek için, o yükü taşıyabileceğini göstermişti. Bunu da hayatını kaybetmemek pahasına bir cehenneme dönüştürmelerine izin vererek yaptı. O tüm bu yaşadıklarına rağmen, içini birine ilk defa dökerken bile ağlamıyordu, ama ben gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.

“İşte, tüm bunlara izin verdiğim, babamın hayatımı karartmasına ses çıkarmadığım için dünyanın en saçma insanıyım. Biliyorum, beni şu ana kadar hep istediğini yaptıran ve otoriter biri olarak gördün. Ama hep öyle değildim. Belki de hakkımdaki tüm fikirlerin boşa çıktı şu an Güneş, ama kusura bakma. Bunu sen istedin. Dünyanın en saçma ve güçsüz insanıyla berabersin,” dedi ve koltuğumun arkasına yasladığı elini yüzüme yaklaştırıp gözyaşlarımı sildi. Ardından elini indirdi. Gözlerini tekrar dışarı bakmaya zorlayarak benden kaçırdı.

“Demir,”

Adını söylediğimde hemen bana bakmadı. Sanırım birkaç saniyeye ihtiyacı olmuştu.

Sonunda gözlerimiz buluştuğunda ona aklımdan geçen tek cümleyi söyledim.

“Sen hayatımda tanıdığım en güçlü insansın.”

Demir, bunu söylediğim anda bir saniyeliğine dudaklarını birbirine bastırdı ve ardından iki eliyle beni boynumdan tutup kendine çekti, dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Rahatlama, tutku, inanç ve güven.

Öpüşmemizde bunlar vardı. Demir’in uzun zamandır ihtiyacı olan duygular…

Ona ihtiyacı olan hisleri yaşatabildiğim için mutluydum.

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlamamıştık fakat arkamızdan gelen korna sesleri dudaklarımızı birbirinden ayırdı. Yol açılmaya başlamıştı. Demir arabayı olması gerektiği hızda kullanarak bizi hastaneye doğru götürüyordu. Emniyet kemerini de yeniden takmıştı. Demir’i sıkmak istememiş ve her şeyi akışına bırakmıştım. Sanırım uzun zamandır aldığım en iyi karar bu olmuştu fakat aklıma takılan bir nokta vardı ve eğer öğrenemezsem bu gece uyuyamayacaktım. Tabi eğer öğrenirsem de uyuyabileceğimin garantisi yoktu. Sanki Esma iki saat içinde uyanmazsa evlerimize dağılacaktık. Hayır. O bu önümüzdeki iki saat içinde uyanmasa bile, tüm gece orada kalacaktık. Açıkçası benim hayatım için uyku, sürekli ertelenen ve asla tam anlamıyla gerçekleştiremediğim bir eylemdi. Zaten bu gece önceliğim de olamazdı.

“Demir, bir şey söyledin ama çok detaya inmedin…” dediğim anda “Söyle bal, söyle. Artık zaten her ne kadar istesem de karşında o gizemli ve havalı çocuk gibi kalamayacağım,” diyerek, soru sormama izin verdi.

Demir her ne kadar karşımda oturup bana saatlerce tüm benliğinden bahsetse de onun düşündüğünün aksine her zaman benim için çözülmesi gereken bir gizem olarak kalacaktı. Vücudundaki her bir hücreyi tanımak, kalp atışının saliselik ritmini ezberlemek ve gözlerinin maviliğindeki ufak ve ancak çok yakından bakılınca fark edilen renk değişimlerini hafızama kazımak isterken asla ama asla doğuştan sahip olduğu gizemli havasını kaybedemeyecekti.

Tabii, bunu ona söyleyip onu şımartmak gibi bir zorunluluğum yoktu.

“Baban hakkındaki gerçekleri bilenlerin susmak zorunda kalacaklarına dair bir şey söyledin. Ardından da “Eğer susmazlarsa başlarına gelecekleri bilirlerdi,” diye de ekledin. Başlarına ne gelebilirdi?”

Bir yandan hastaneye yaklaştığımızı, geçtiğimiz sokaktan anlarken, bir yandan da Demir’in konuşmasını bekliyordum.

“Biz ‘başlarına ne gelebilirdi’ demeyelim de “ne geldi” diyelim. Sana çok fazla şey anlatmak istemiyorum bu konu hakkında ama bir örnek verebilirim,” dedi ve ardından hastanenin tabelasının bulunduğu sağdaki sokağa girdi. “Babamın sağ kolu olan biri vardı. Adı Doğan’dı. Doğan Abi ben kendimi bildim bileli babamla çalışıyordu. Babamla tam olarak neyin ortaklığını yaptıklarını bilmiyordum fakat müzik ile ilgili olmadığından emindim. Sürekli bizim eve gelirdi ve annem yokken, babam bana sert davrandığında onu bir bahaneyle uzaklaştırır ve sakinleşmesini sağlardı.”

Demir’in çocukluğuna dair en ufak bir fikrim yokken aklıma hiç bu kadar kötü bir çocukluk geçirdiği gelmemişti. Tamam, kimse mükemmel olmadığı gibi Demir de mükemmel bir insan değildi. Hiçbirimiz değildik, ama yine de beni varlığıyla bu kadar mutlu eden bir insanı, haliyle çok yukarılara koymuştum. Kötü bir aileye, babaya ve geçmişe sahip olduğunu biliyordum ama daha o kadar gençken tüm o anlattığı korkunç şeyleri yaşaması… Esma’nın yokluğunda kalbimden kalan parçalardan bir tanesinin daha kopmasına sebep olmuştu.

“Bundan yaklaşık iki yıl önceydi galiba, belki de üç. Emin değilim. Yine babamların turneden döndükleri bir gündü sanırım. Eve girer girmez babamın ofisinden sesler duymaya başladığımda kapıyı arkamdan sessizce kapatmıştım. Gelen sesleri daha net duyabileceğim bir yerde durduğumda, babamın Doğan Abi’yle kavga ettiğini fark ettim. Tüm konuşmayı hatırlamıyorum ama Doğan Abi’min söyledikleri hiçbir zaman aklımdan çıkmadı,” dedi ve biraz durdu.

“Ne demişti?” diye sorduğumda, Demir “Babama “Benim iki tane oğlum ve kanser olan bir karım var. İki oğlum da okusun diye ve karım yaşayabilsin diye eve para getirmem lazım,” diyordu. Babam ona verdiği maaşın fazlasıyla yeterli olduğundan ve konuşmasının anlamsızlığından bahsederek karşılık vermişti. Doğan Abi “Sorun paranın miktarında değil. Geldiği yerde Gökhan. İstemiyorum. İstifa ediyorum. Benim bir ailem var ve artık tüm o işlerinin bir parçası olmaktan nefret ediyorum. Benim baba olmam gerekiyor, senin gibi bir…” derken, babam bağırarak Doğan Abi’min sözünü kesmişti. Ona “Anlaşmamızı hatırlatırım! O kâğıdı uzun yıllar önce imzaladın Doğan. Hiç kimseye tek bir kelime bile söyleyemezsin,” gibi şeyler söylemişti.”

Merakla Demir’in anlattıklarını kafamda canlandırırken, işin sonunu iyice merak etmiştim.

“Sonra ne oldu?”

“Bilmiyorum. Ama hoş şeyler olmadığından eminim,” dedi.

Onu rahatlatmak için “Belki de istifa etti ve hayatına iyi bir şekilde devam etti?” derken amacım kesinlikle Gökhan Erkan’ın kötü bir şey yapmamış olduğunu iddia etmek değildi. Sadece olumlu bir şeylerin de gerçekleşebilme ihtimaline tutunduğumu göstermeye çalışıyordum.

“Hayır, Güneş. Doğan Abi evden büyük bir hızla çıktı. O gün Doğan Abi’yi gördüğüm son gündü ve bir daha ondan haber alamadım,” dedi Demir.

İçimde hâlâ nedense bir umut belirtisi vardı ve o belirtiyi düşünerek “Dediğim gibi, kendine temiz bir sayfa açmak istemiştir ve…” derken sözümü kesti. “Hakkında bildiğim çok şey yoktu. Yıllardır bizimle beraberdi fakat bir ailesi, hatta çocuklarının olduğunu bile o gün öğrenmiştim. Adı dışında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum ve babamla yaptıkları anlaşma doğrultusunda böyle davrandığından emindim. Bu yüzden hiç kurcalamamıştım, ama daha sonra onun öldüğünü duyduğumda,” derken, Demir kendini durdurdu ve tepkimi görebilmek için bana baktı.

“Öldü mü?”

Demir lafı ağzından kaçırdığı için kendine kızarak direksiyona hafif bir yumruk attı ve ardından sıkıca tutmaya devam etti.

“Demir, cevap ver.”

Bana cevap vermedi fakat araba durmuştu. Hastaneye geldiğimizi anladığımda emniyet kemerimi çözdüm. Demir’in bana cevap vermemesinin aslında vermek istediği cevap olduğunu, adamın öldüğünü anladığımdaysa, Gökhan Erkan’a olan nefretimin kaç kat arttığını hesaplamaya çalıştım.

Demir arabayı park etti, arka koltuktan ceketini aldı ve ardından, beraber inip hastaneye doğru yürümeye başladık.

Esma’nın bulunduğu odaya giden koridorları ezberlediğimiz için kolayca odaya ulaştık.

Demir’den hızlı davranıp kapıyı açtığımda herkesi, odada Esma’yı ve bizi beklerken gördüm.

Uzun zamandır Esma bu odada kalıyordu. Çoğunlukla krem rengi odada geniş pencerenin bulunduğu duvara dayalı üç kişilik bir koltuk vardı. Helin ve Arda bu koltukta oturuyorlardı. Doğukan bir omzunu duvara yaslamış ve kollarını göğsünün altında birleştirmiş bir şekilde duruyordu. Odanın ortasında Esma’nın uyuduğu yatak vardı. Yatağın yanında duran ekranları, düğmeleri, ışıkları ve odadaki sessizliği daha da gözümüze sokan ritmik sesleriyle rahatsızlık veren aletleri görmezden geldim ve Savaş’ı yatağın karşısındaki sandalyede otururken gördüm. Telefonla konuşuyordu.

“Tamam Ateş, size de haber vereceğiz. Şimdi Demir’le Güneş de geldi. Sonra konuşuruz.”

Gözlerimi Savaş’tan sonra, aslında odanın en köşesinde bulunan, ama daha ilk günden hemen yatağın yanına yaklaştırılmış krem rengi, deri tek kişilik koltukta oturan Burak’a çevirdim. Esma’nın elini tutuyordu.

“Hadi güzelim. Hadi, uyan. Buradayız. Ben buradayım. Seninleyim. Seninim. Hadi Esma, hadi sevgilim.”

Burak’ın sesi fısıltı halinde duyulurken Helin’le Arda’nın arasına, üçlü koltuğa oturdum. Demir odanın kapısını kapattı ve ardından, kapının hemen yanında ayakta durmaya başladı. Sık sık Esma’yı ziyarete geldiğimiz ve genellikle kalabalık halde olduğumuz için hastane görevlileri bir süre sonra odaya fazladan sandalye getirmemize bir şey dememişlerdi. Demir ve Doğukan’ın oturabileceği yerler de vardı ama ayakta kalmayı tercih etmişlerdi.

Helin, yanına oturunca bana sarıldı ve bir süre öyle kaldı. Ben de ona sarıldım.

Bitmeyen dakikalar birbirlerini bir kaplumbağa hızıyla takip ederken, Burak sanki metal bir şarkı için ritim tutuyormuş gibi bacağını sallıyordu. Gözlerinin altı mordu. Şu son bir buçuk-iki ayda kilo vermişti. Zamanının çoğunu hastanede geçiriyor ve doğru dürüst yemek yemiyordu. Arda, Burak’ın stresini azaltabilmek için onunla konuşmayı denedi: “Annesiyle babası yoldalar mıymış?” diye sordu.

Burak, Esma’nın elini bırakmadan yüzünü kaldırdı ve “Aradım, trafiğe yakalanmışlar ama geliyorlarmış,” diyerek cevap verdi. Sesi fazla çıkmıyordu. Birileri konuşunca ortamda sadece makineden çıkan ses olmuyordu, bu yüzden oda biraz daha sakinleşiyor gibiydi. Demir bunu fark edince “Evet, otoyolda çok trafik vardı. Biz de o yüzden geciktik,” dedi ve ardından bana baktı.

Gerçekten deniyordu.

O anda konuşulması gereken konu trafik konusu muydu, hatta o anda konuşulması gereken konu hangisiydi bilmiyordum ama Doğukan, Demir’i devam ettirerek “Ben buranın paraleline kadar sahilden geldim ve daha sonrasında da yukarı çıktım. Yol daha rahattı,” dedi.

Burak belki sakinleşebilirim umuduyla Savaş’a “Ateş ne diyor?” diye sordu ve bir şekilde daha yeni yeni bozulmaya başlayan sessizliği kaybetmek istemedi. Savaş “Cansu’nun çok gelmek istediğini ama Helin’den çekindiğini söyledi,” dediğinde, tüm gözler Helin’e döndü.

Helin “Ne? Bana neden böyle bakıyorsunuz? Tabii ki de çekinmesi gerekiyor. Bir de buraya mı gelecekti? Onu hiç çekemezdik,” dedi.

Helin’e “Helin, sanırım uğraşmamız gereken konu Cansu değil. Çok istiyorsa bir kere uğrayabilirdi,” derken sözümü kesti. Sarıldığı kollarını çekti ve bana döndü. “Hayır Güneş. Bari sen o kızı savunma.” Arda söze girip “Helin, harbiden bu kız sana ne yaptı? Esma’ya ne yaptı? Gelip beş dakika burada bulunsa çok mu kötü olurdu?” diye sordu. Savaş “Ben de katılıyorum, Cansu’nun kötü bir amacı olacağını sanmıyorum,” diyerek ekleme yaptı.

Helin ayağa kalktı. Herhangi birinden destek görebilmek için Doğukan’a döndüğünde, Doğukan iki elini havaya kaldırıp “Hey! Ben suçsuzum. Tek kelime etmedim,” dedi.

Helin “Tüm bu olayların, Güneş’in ve hepimizin korkusunun, Ateş’in kolunun ciddi derecede yanmasının sebebi o çıktığı zaman “Helin demişti,” dersiniz,’ dedi ve pencereden dışarıyı daha rahat izleyebilmek için perdenin kapalı olan yerini açarken Burak’ın sesiyle durdu.

“Esma!”

Hepimiz bir anda Burak’a ve Esma’ya baktık.

Esma hâlâ gözleri kapalı bir şekilde yatakta yatıyordu. Ne olduğunu anlayamadığımız saniyelerde Burak tekrar, “Esma! İnanmıyorum! Buradayım! Buradayım!” diye, hâlâ istemeden de olsa fısıltı sesiyle konuşmaya başladı.

Ayağa kalktım ve yatağın başına gittim.

“Elini kıpırdattı değil mi?” diye sorduğumda, Burak bana baktı ve gülümsedi.

Burak tüm dişlerini gösterecek şekilde gülümsemişti. Ayağa kalktı, sol eliyle Esma’nın elini hâlâ bırakmazken, sağ eliyle de onun saçlarını okşuyordu. “Buradayım. Hiçbir yere gitmedim. Lütfen, lütfen gözlerini aç. Birtanem, lütfen…” derken, tüylerim diken diken olmuştu.

Doğukan yaslandığı duvardan ayrılmış ve öne doğru bir adım atmıştı. Arda az önce oturduğumuz koltuktan kalkıp Savaş’ın yanına, yatağın hemen karşısında duran üç sandalyeden ikincisine oturmuştu.

Demir ise kapıyı açıp dışarıya “Erol Bey’i çağırır mısınız?” diye seslendi.

Esma’nın dudakları aralandı. Saatlerdir, günlerdir, haftalardır renksiz olan bedeni, başının arkasında olan ameliyat yarasına rağmen uyanmak için savaş veriyordu.

Yatağa damlayan bir damlayı fark ettiğimde, Burak’ın Esma’nın üzerine doğru eğilmiş olduğunu, onun alnını öptüğünü ve ardından yanağından süzülen ikinci bir gözyaşının daha beyaz örtüde sonsuzluğa karıştığını izledim.

“Hadi bebeğim. Hadi güzelim. Yapabilirsin Esma. Hadi aşkım, sen çok güçlüsün. Bak ben buradayım,” diye fısıldamaya devam ederken Burak, ses tellerinin kendisini yarı yolda bıraktığını düşünüyor ve istemeden ısrarla fısıltı şeklinde çıkmaya devam eden kelimelerine lanet ediyordu.

Helin “Lütfen. Lütfen… Lütfen uyan…” diye sayıklarken gözlerimizi Esma’dan ayırmıyorduk.

Önce Esma’nın aralanan dudaklarının heyecanını atlattık. Kalbim son sürat atarken, Arda “Nerede kaldı şu lanet doktor?” diye söyleniyordu.

Burak “Sevgilim! Evet, evet, elini ben tutuyorum!” dediğinde, sesi az önce konuşurken olduğunda çok daha normale yakın çıkmıştı. Burak’ın eline baktığımızda Esma’nın da onun elini sıktığını gördük.

Esma başını çok yavaş bir şekilde sağ tarafa, Burak’ın bulunduğu tarafa doğru oynattı. Bir kere yutkundu ve ardından, vücudu nerede olduğunu algılamaya çalıştı. Eli, Burak’ın elini bırakmak istedi ama Burak ona izin vermedi. Öbür eliyle de tuttu.

“Güvendesin. Benimlesin. Hepimiz buradayız Esma,” dedi ve tereddüt bile etmeden gözyaşlarının

Esma’nın üstüne örtülü olan beyaz çarşafın üstüne damlamasına izin vermeye devam etti. Esma’nın gözlerini açmasıyla kapatması bir oldu. İki saniye sonra tekrar açmayı denedi ama odadaki ışık ona hiç yardımcı olmuyordu. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra tam olarak görebilmeye başladığını anladım.

Ama bu sefer ben net göremiyordum. Ağlıyordum. Gülümserken ağlamak… Bu… İşte bu benim için yeni bir şeydi.

Hıçkırıklarımı serbest bıraktım. “Esma,” derken, odadaki diğer kişilerin ne durumda olduklarına bakamadım. Sadece Esma ve Burak’a odaklanabilmiştim.

Söylenecek tek bir söz bile yoktu. Sadece bana bu zalim ve adil olmayan karanlık dünyada hâlâ bir umudun, inanırsam gerçek olabilecek şeylerin var olduğuna inandıran bugüne şükrediyordum.

Hep en taze ve en güzel çiçekleri önce koparan hayat, bu sefer Esma’yı bize bağışlamıştı.

Burak bir elini Esma’nın yanağına koydu. Öbür eliyle hâlâ onun elini tutmaya devam ediyordu.

“Benimlesin, benimlesin,” dedi ağlarken.

Esma hiçbir şey söyleyemedi ama zorlansa da gülümsedi. Burak, Esma’nın gözlerinden süzülen damlaları görür görmez ona doğru eğildi ve yanaklarını öperek o damlaların silinmesini sağladı.

Esma konuşabilmek için dudaklarını biraz daha araladı ama henüz kelimeleri söyleyebilecek güçte olmadığını anladı.

Odanın geri kalanına baktığında bizleri gördü. Solundan sağına doğru; Burak, Savaş, Demir, Helin, Arda Doğukan ve ben vardık. Yanında olduğumuzu anladığı anda çok mutlu oldu ve gülümsemesi devam etti. Hâlâ gözleri doluydu.

Hepimizinki gibi.

Gözlerimi Esma’dan ayırıp Burak’a baktığımda, onun bir eliyle hâlâ Esma’nın elini tuttuğunu, öbür eliyleyse kıpkırmızı olan yüzünden, kıpkırmızı olan gözlerinin altındaki yaşları sildiğini gördüm. Hayatının en mutlu anını yaşıyordu. Ben de kelimelere dökemeyeceğim kadar mutluydum. Esma yaşıyordu, Esma hâlâ bizimleydi ve en yakın arkadaşlarımdan olmaya devam edecekti. Neşesiyle bize her şeyi unutturacak, bir süre sonra yepyeni partiler düzenlemeye devam edecek ve zorla da olsa Demir Erkan’a bile doğum günü pastası üfletebilecekti.

Esma Burak’a baktı.

“Burak,” demeye çalıştı. Fazlasıyla özlediğim sesi fısıltı şeklinde duymuş olsam bile hıçkırıklarımın kat kat artmasına engel olmamıştı.

Esma’nın adını söylemesini belki de hepimizden çok özleyen Burak, Esma’yı duyduğunda ona cevap vermek için kendini hazırladı fakat tek söylediği bambaşka bir şey oldu:

“Evlen benimle.”

Heyecandan buz gibi kesilmiş parmaklarımla gözlerimi ovuşturmaya devam ederken, bir yandan da onları dinliyordum.

Esma yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirerek, “Burak, ben…” demeye çalıştı. Burak onun konuşmasını engelledi ve “Esma, evlen benimle! Daha on sekiz yaşında mıyız? Umurumda değil! Sana kavuştum ben! Her şeyimden daha değerlisin. Senin yaşayabilmen için kaç kere kendi hayatımı verebileceğimi düşündüm ben. Son bir ay, üç hafta, dört gün ve on yedi saat ben sensizliği tattım. Nefret ettim. Her saniyesinden nefret ettim,” derken, bir yandan da aklındaki kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. “… ve sensiz bu hayatta yapamazdım. Sen bensin. Sen benimlesin. Artık yeniden benimlesin ve seni asla, ama asla bırakmayacağım. Her lanet olası aptal saniyende bile yanında olacağım ve hiçbir zaman benden kopmana izin vermeyeceğim. Sana âşığım ben. Benimle ol. Yedi yıldır beraberiz ve ömrümün sonuna kadar bu sayıyı kat kat artırmayı planlıyorum. Benimle evlenir misin?”

Gözyaşlarım artık kendi bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Arkama dönüp diğerlerine baktığımda Helin’in ve Arda’nın da benimle aynı durumla olduklarını gördüm. Doğukan’la Savaş, gülümseyip birbirlerine bakarlarken, Demir de odanın kapısına yaslanmış bir şekilde, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla iki gözüne bastırıyordu.

Evet, Demir Erkan. Yakalandın.

Esma ağlamaktan cevap veremeyecek durumdayken, Burak “Eğer yepyeni bir hayata başlamak istersen ve bu yeni hayatında da yeni insanlara yer vermek gibi bir düşüncedeysen,” derken, Esma hâlâ fısıltı şeklinde çıkan sesiyle Burak’ın sözünü kesti ve “Saçmalamayı kes, öp beni,” dedi.

Burak, bir insanda belki de görüp görebileceğim en büyük ve en duygulu gülümsemesiyle karşımızdaydı. Kelime bulamıyordum. Gerçekten Burak’ın yüzündeki ifadeyi anlatabilmek için uygun kelimeyi bulamıyordum ben.

Esma’yı öptü. Tüm oda alkışlamaya başladı. Gürültümüzle gece vakti hastaneyi inletiyorduk fakat umurumuzda değildi. Esma’nın doktoru Erol Bey içeri geldiğinde, hepimiz yatağın başından bir adım uzaklaştık. Doktor gülümseyerek Esma’nın yanına geldi ve birkaç kontrol yaptı. Ona kendini hiç zorlamaması gerektiğini ve ailesi gelince kendisiyle tekrar görüşeceğini söyledi. Ardından birkaç dakika içinde Esma’nın dinlenebilmesi için kalabalığı dağıtmamız gerektiğini de söylemeyi ihmal etmedi.

Doktor odadan çıkar çıkmaz Burak tekrar Esma’nın elini tuttu.

Hepimiz bir cevap bekliyorduk. Esma’nın konuşmaya çalıştığı anda Burak onu durdurdu ve “Kendini yorma. Hayır, henüz değil diyorsan bir öpücük; evet diyorsan iki öpücük,” dedi ve yanağını ona doğru uzattı. Esma onun kulağına gülümseyerek, “Aptalsın,” dedi ve ardından Burak’ın yanağını onlarca kez öptü.

Bugün, hayatımın en mutlu günüydü. 


error: Bu içerik koruma altındadır.