Karanlık Lise 2 – Bölüm 42


“Parmaklarım acıyor,” dedim sol elimin işaret, orta ve yüzük parmaklarına bakarak.

Arda “Nasır tutmaya başlamış bile, normal,” dedi ve kendi gitarıyla Evanescence – My Immortal’a çalışmaya devam etti.

Seçmelere kimlerin çağrıldığı bu akşam belli olacaktı ama üniversite sınavımla barajı geçtiğim için büyük ihtimalle çağrılacağımı düşünüyordum. Dün gece, söylemeyi düşündüğüm tüm şarkılardan oluşan bir müzik listesi yaptıktan sonra, eleye eleye seçenekleri üçe indirmiştim. Aslında şarkıyı söyleyecek olanlar genellikle akademinin orkestrasıyla sahne alıyorlardı fakat bazen söyleyecek kişi, aynı zamanda söylerken enstrüman da çalabiliyordu. Evanescence’ten My Immortal’ı seçerken aklımda tek bir şey vardı; şarkıyı sadece piyano ve gitar eşliğinde söyleyecektim. Akustik ve etkili bir ortam yaratırken de sahnede, her zaman arkamda olduklarını bildiğim iki insanın, Arda ve Demir’in, orada benimle bulunmasını istiyordum. Gitar ve piyanonun aynı anda hoş duyulacağı bir parça seçmeliydim ve işte bu düşünce için seçtiğim şarkı mükemmel bir seçimdi. Şarkıyı seçebildiğimde gece yarısıydı fakat aldırış etmeden hem Arda’ya hem de Demir’e mesaj atmıştım. Oranın orkestrasını kullanmak, müziği kendin çalmak gibi seçeneklerin yanında böyle bir şeyin de kabul edilebilir olması işimize gelmişti.

“Güneş, kendi çaldığın şeye odaklanır mısın? Benimkine odaklanıyorsun ve mırıldanıyorsun, dikkatin dağılıyor!”

Seçmelerde gitarla çalacağım şarkı konusunda ise Arda bu sabah bize geldiğinde biraz gerilmiştik. Gitar hakkında bilgim vardı ve nota okuyabiliyordum. Bunlar lehimize olan şeylerdi fakat ne çalacağım konusunda hâlâ kararsızdık. En sonunda Arda, ne çalacaksam önceden bildiğim ve kulağımın alışkın olduğu bir şarkı seçmemiz gerektiğini söylemiştim ve ona uygun olarak da beni zorlamayacak ve kolay versiyonunu bulabileceğimiz bir şarkı aramaya başlamıştık.

“Aslında piyanoyla çalınan Three Days Grace’in Last To Know şarkısını gitara uyarlayabilir miyiz?” diye önerdiğimde, Arda “Bu neden daha önceden aklıma gelmedi ki? Üstelik en sevdiğin şarkılardan bir tanesi,”demişti ve hemen internetteki tab’ların yardımıyla bana kolay ve güzel bir versiyon çıkarmıştı. Sabahtan beri ona çalışıyordum ve yavaş yavaş da olsa ilerleme kaydediyordum. “Ama parmaklarım acıyor…”

“Keşke spor salonu sabah dolu olmasaydı da antrenman işi çabucak bitseydi. Son dakikada salonun boş olup olmadığını sorunca istediğin saati alamayabiliyorsun. Çoktan kiralanmış oluyor,” dedi.

“Neden çabuk olup bitmesini istiyorsun ki? Benden o derece mi ümitsizsin?” diye sordum gülerek.

“Yok, seninle ilgili değil. Demir’in geceden Uludağ’a gittiğini biliyoruz ama o çocuğun sağı solu belli olmaz. Gelir de sorun çıkarırsa hiç çekemem diye…”

“Neden sorun çıkarsın ki? Savunma tekniklerini öğrenmem konusunda o da istekliydi,” dedim, Arda’nın vereceği cevabı çoktan bilmeme rağmen.

“Gitarla olduğundan kat kat daha fazla yakın temas var. İnan bana, göreceksin. Neyse, akşamüstü salonda bizden başka kimse olmayacakmış, yani rezil olmaktan çekinmezsin…”

Çalışıyor olduğum ve çalışacağım kişi Arda olduğu için, yakın temas ve rezil olma konularına çok takılmazdım. Ama sanırım sevgilim takılırdı. Telefonum çalmaya başladığında, Arda benden önce davrandı ve sehpanın üzerinden telefonumu aldı. “Hah! Ben de tam neden bugün güzel geçiyor diye düşünüyordum,” dedi. Telefonu bana uzattığında, arayanın Demir olduğunu çoktan anlamıştım. Aramayı cevapladım. “Selam.”

“Merhaba fıstık. Gözlüklüyle çalışmalar nasıl gidiyor? Seni rahatsız ediyorsa birilerini sana göz kulak olması için gönderebilirim, o antrenmanın başka boyutlara ulaşmasını istemiyorum…” Az önce, düşündüğüm şeylerde haklı olduğum kanıtlanmıştı. Gülümsedim.

“Gitar işini şimdi hallediyoruz, spor salonu için akşam saatleri uygunmuş,” dedim.

“Gitarla neyi çalacaksın?”

“Arda tüm tecrübesizliğime ve beceriksizliğime rağmen, beni az da olsa gitar çalabiliyormuş gibi gösterecek bir versiyonla Last To Know’u çalmama izin verdi. Şarkıyı biliyor musun? Three Days…”

“Grace. Evet, biliyorum. Çalmışlığım var.”

“Birgün bana çalar mısın?”

Demir birkaç saniye sonra cevap verdiğinde “Arda şu anda orada My Immortal’ı mı çalıyor?” diye sordu.

Kahretsin.

“Evet, evet ama öylesine… Hatta yaklaşık on saniye önce çalmaya başladı ve şimdi de bitirdi. Tekrar Last To Know’u gösterecek birazdan,” dedim durumu kurtarmaya çalışarak.

En azından Arda, çaldığı şarkıya konsantre olmuştu ve beni dinlemiyordu. Durumu çakmaması için bu işime gelmişti. Ayağa kalktım ve başka bir odaya geçtim.

Evet, seçmelerde Demir ve Arda aynı anda benim için çalacaklardı fakat birlikte çalacaklarını, en son provaya kadar öğrenmeyeceklerdi. İki müzisyenimin seçmelerden önce birbirlerini hastanelik etmelerine hiç gerek yoktu.

“İyi. Bu arada akustik fikrin hoşuma gitti. Şarkının bol bol piyano cover’larını dinle,” dedi. Arda’nın, şarkıyı çalış bahanesini yemiş gibi görünüyordu.

“Dinliyorum. Sen orada ne kadar kalacaksın? Çalışabilme fırsatı bulabilecek misin?” diye sordum.

Otelde birtakım sorunların çıktığını biliyordum ve bu yüzden her ne kadar telefonda belli etmese de Demir, sinirli veya stresli olabilirdi. Sonuçta aksiliklere alışkın olmayan bir insandı ve genellikle aksilikler çıktığında, çözülene kadar öfkesini kontrol edemiyordu. Bu tarz durumlarda her ne kadar dünyanın en sakin ve kesin insanı gibi görünse de, içinde ne kadar rahatsız olduğunu biliyordum. O anlarına yeri geldiğinde tanık olmuş, yeri geldiğinde ise o anlarını bizzat tecrübe etmiştim.

Tüm bu olası stresi onu tüketirken bir de onu My Immortal’a, seçmelerde söyleyeceğim şarkıya çalışmaya zorlamak kendimi bencil hissetmeme sebep oluyordu ama bir yandan da onun piyano çalarken hayatının tüm kötülüklerinden arındığını ve duygularını kontrol altına alıp rahatladığını biliyordum. Oradaki tüm yorgunluğunun içinde belki de piyano çalacak zaman bulamayacaktı fakat bu sayede ona çalmak için bir bahane vermiş olmuştum. Bunları düşündükten sonra kendimi bencil hissetmeyi bıraktım ve mutlu oldum. “Ne kadar kalacağımı bilmiyorum ama çok uzun sürmez. Bu akşam burada kalmam. Zaten saat altıda seçmelere katılacak adaylar ve tarihler açıklanacak. Beraber prova yapmamız gerekiyor,” dedi.

Evet, Arda’yla gitar çalışırken, gizlice söyleyeceğim şarkıya da çalışmam gerekiyor.

“Tam olarak otelle ilgili sorun ne?” diye sordum. Amacım onu sıkmak değildi. Sadece benimle paylaşmasını istiyordum.

Derin bir nefes alıp verdikten sonra “Anlaşma hükümlerinden bazılarını yerine getirmeyen karşı taraf, onların avukatlarının salaklığı ve birkaç ufak şey daha… Gerçekten boşver, şu anda bizim odamızdayım,” dedi. Bu cümlesi, Esma’nın komaya girdiğini öğrenmeden hemen önce o odada geçirdiğimiz zamanı bana hatırlatması için yeterli olmuştu. “Ve biliyor musun? Bir piyano var.”

Esma’nın komaya girdiği haberini öğrendiğim andaki gibi, tüylerim diken diken oldu. Sonra aklımı kötü düşüncelerden arındırdım ve dünkü güzel gülümsemesini düşündüm.

“Evet, hatırlıyorum. Sen görmemiş miydin?”

“Açıkçası aklım çok daha başka bir yerdeydi,” dedi.

Gülümsedim.

“Şarkıyı denedin mi?”

“Evet,bu sabah biraz baktım. Orjinaline sadık kalma zorunluluğum yok. Aklımda üç-dört yeni şey ekleyip yeni bir versiyonla şarkıyı genişletmek var,” dediğinde, aklımda eğer Demir farklı versiyonla çalarsa Arda’nın nasıl uyum sağlayabileceği sorusu vardı.

“Aslında çok da değiştirmemize gerek yok, yani kötü olur diye demiyorum. Sana bu konuda güvenim tam fakat çok fazla zamanımız yok ya, sorun yaratabilir mi acaba?”

Sen kıvır Güneş.

“Merak etme. Sesin şarkıya çok uygun ve her şey güzel olacak. Şimdi kapatmam gerekiyor, on iki buçukta toplantım var.”

Demir’in söylediğine tekrar karşı çıkarsam şüphelenebileceğini düşündüm ve susmaya karar verdim.

“Tamam, akşam sonuçlar açıklandığında yine ararım,” dedim.

“Gözlüklü oğlana dikkat et.”

“Tamam Demir, tamam dikkat edeceğim. Görüşürüz!”

Telefondaki kısa vedalaşmanın ardından salona geri döndüm. Ben Demir’le konuşurken, Mert salona gelmiş ve Arda’yı gitar çalarken dinlemeye başlamıştı. Arda, salona girdiğimi gördüğünde başını kaldırıp bana baktı fakat bir yandan kahverengi gitarını çalmaya devam ediyordu. “Mert’in ünlü gri oyuncak arabası neden elinde değil? Dünya tersine dönmeye mi başladı yoksa?” diye sorduğunda, ona sessizce, oyuncağı Demir’in yanlışlıkla kırdığını söyledim. “Adamın varlığı zarar,” dedikten sonra ayağa kalktı ve gitarını koltuğa bıraktıktan sonra mutfağa doğru yürümeye başladı. “Ebru Teyze, ne yiyoruz?” diye sorarak girişinden, halamın yemek yapıyor olduğunu anladım.

Mert’i elinden tuttum ve biz de mutfağa gittik.

“Arda’m gelir de mantı yapmaz mıyım?”

Yine bol salçalı ve yoğurtlu mantılarımızı yerken, sanki geçmişe dönmüştük. Yemekten sonra biraz ara verdik. Gitar çalmaya yeniden başladığımızda, parmak uçlarımdaki acının geçmiş olmasını diledim fakat dileğim gerçekleşmedi, ama yine de çalmaya devam ettim.

Arda “Nasıl gidiyor? Ezberleyebildin sanki?” diye sorduğunda “Evet, garip ama ne kadar çok tekrar edersem bir dahakinde o kadar az notalara bakıp çalıyorum,” dedim.

Arda “İyi iyi, güzel ama şimdi gitarını bırak ve bir kere beni dinle. Değiştirdiğim yerler var, önce onları tartışalım. Sözleri notalarıyla çalıyorum ve daha eklemeyi düşündüğüm birkaç şey de var. Eklemeleri bitirelim, ikinci kez son haliyle çalarken de söylersin,” dedi.

Harika, daha çok ekleme…

Arda şarkının girişini çalmaya başladığında, kucağımdaki gitarı Arda’nın ikinci gitarı olduğu için büyük bir dikkatle kenara bıraktım. Şarkıyı orijinal halindeki piyano ile dinlemeye alışkın olduğum için, tanıdık ve sevdiğim melodiyi gitardan duymak farklı geldi fakat bunun da ayrı bir güzelliği vardı.

Arda şarkıyı çalarken bazı yerlerde durdu, “Burasını şöyle çalmak yerine, şu şekilde çalarak…” tarzında ifadeler kullandı ve hep “Hangisi daha güzel duyuluyor?” diyerek fikrimi sordu. Verdiğim cevaplara göre nota kâğıdının üzerine notlar aldı ve şarkı bittiğinde hiç durdurmadan en baştan sona kadar tekrar çaldı. Bu sefer ben de söyledim.

Yıllardır dinlediğim bir şarkı olduğu için sözleri çoktan ezberimdeydi ve en önemlisi, bana bu şarkının neyi hatırlattığıydı. Sözleri ve melodisi ile, her şeyiyle bu şarkı bana beni hatırlatıyordu.

Ailemi hatırlatıyordu.

“Güneş,”

“Efendim?”

“Seçmelerden sonra sen o okula birinci asil olarak kabul edilmezsen jüriye dava açacağım,” dedi Arda şarkıyı bitirdiğinde.

Gülümsedim ve teşekkür ettim.

“Sadece ses yeterli olsaydı kendime sonuna kadar güvenirdim ama işin içinde enstrüman da olunca…” derken, Arda sözümü kesti:

“Şu anda neden parmakların acıyor civciv? Çalışıyoruz. Şimdi benim çalacağım şarkıyı hallettiğimize göre kendimizi bundan sonra tamamen seninkine adıyoruz,” dedi ve gitarını kenara bıraktı. Kendi oturduğu tekli koltuktan kalkıp üçlü koltukta yanıma oturdu.

Saat üçe kadar Arda benimle uğraştı. Pena, tutmaya alışkın olmadığım için sürekli elimden kayıyordu ve parmaklarımla çalmak daha kolay geliyordu. Bu yüzden penayı atmaya karar verdik. Notalara tam basamıyordum. Sabah daha rahatken, yemek haricinde durmadan çalıştığımız için artık parmaklarım istifa etmişlerdi. “Benden bu kadar,” dedim ve gitarımı tekli koltuğa koydum. Ardından koltuğa geri döndüm ve arkama yaslandım. “Yine iyi gittik, ben bu kadar dayanabileceğini sanmıyordum civciv,” dedi, ayağa kalktı ve saatlerdir aynı koltukta oturmanın üzerinde bırakmış olduğu etkiyle gerindi. Diğer tekli koltukta oturup sessizce bizi izlemeye devam eden Mert’e bakarak “Yalnız, seninki saatlerdir bizi dinliyor,” dedim. “Evet, daha önce hiç onu sakin bir şekilde bir yerde beş dakikadan fazla oturduğunu görmemiştim,” Mert’in yanına gidip onu gıdıklamaya başladı. Gülümseyerek Arda’yla Mert’i izledim.

Arda, Atakan’la da böyle geçinirdi.

“Civciv, sen giyin,” dedi, gözüm dalınca.

“Sen giyinmeyecek misin?”

“Eşyalarım çantamda, oradaki soyunma odasında giyineceğim, istiyorsan sen de orada giyin,” dedi.

“Yanıma nasıl şeyler almam gerekir?” diye sorduğumda, aklımda bol bir tişört ve eşofman vardı.

“Rahat bir tişört ve şort al. Hava sıcak. Sende şey var mı?” derken elleriyle göğsünü gösteriyordu.

Gülerek “Sporcu sutyeni mi?” diye tahmin ettim.

“Evet, ondan. Gülme.”

Gülmeyi bırakmadan “Evet var, başka?” diye sordum.

“Oranın soyunma odaları gerçekten güzel. Genelde antrenman çıkışında orada duş alıyorum. İstiyorsan yanında havlu ve şampuan da getirebilirsin.”

Arda gitarlarını kılıflarına koyarken ben de odamda çantamı hazırlamaya koyulmuştum.

Bugün gitar çalışırken ellerinin üzerindeki yaraları hatırlayıp, otobüste “Seni hiç dövüşürken görmedim. Maçlarınız falan olmuyor mu?” diye sordum. Bana “Beni dövüşürken izlemeni istemiyorum,” diyerek cevap verdi ve ben de yaraları hakkında soru sormamaya karar verdim.

Saat 15.50 civarında salona vardığımızda bizden önceki saati kiralayanlar hâlâ çalışma yapıyorlardı. Soyunma odalarının önüne geldiğimizde Arda ile yollarımız ayrıldı.

Kız soyunma odasına, genel olarak bordo renk hâkimdi. Bordo dolapların her birinde şifreli kilit vardı. Boş dolaplardan rastgele birini seçmek yerine, duşlara yakın olan 11 numaralı dolabı seçtim. Çantamı dolapların önünde duran uzun sehpaya koydum ve ardından dolabı açtım. Üstümdeki ince kot ceketi çıkardım ve dolaba astım.

Çantamı açtım ve genellikle yazın uyurken giydiğim rahat, lacivert şortumu elime aldım. Sehpa-bank karışımı yere oturdum ve ayakkabılarımı çıkardım. Kot pantolonum yerine şortumu giydikten sonra, antrenman sırasında ayakkabı giymeyeceğimizi hatırlayıp ayakkabılarımı dolaba koydum. Tişörtümü ve atletimi çıkardıktan sonra sutyenimi daha rahat olan ve Arda’nın çok güzel (!) tarif ettiği sutyenimle değiştirdim. Ardından kolsuz, beyaz ve spor tişörtümü giydim. Kolsuz tişört uzun olduğu için eteklerini şortumun içine soktum, sonra dolaplarla duşların arasında kalan boy aynasına bakarak, tişörtümün eteklerini hâlâ şortumda kalacak şekilde biraz yukarı çektim. Daha rahattım. Son olarak çıkardığım eşyaları çantama yerleştirdim ve saçımı topladım. Telefonumu sessize aldım ve çantama koydum. Çantayı da dolaba tıktıktan sonra dolabı kapattım. Şifre olarak ilk aklıma geleni yaptım ve sayılarda A R D A’yı kodladım. Erkek soyunma odasının girişinde onu telefonla uğraşırken gördüm. “Kime mesaj atıyoruz bakalım?” diye sorduğumda, bana “Seçmelere katılmaya hak kazananların listesi saat altıda açıklanacakmış. Okulun sitesine bakıyordum,” dedi.

“Evet, haberim var. Antrenman çıkışında doğruca telefona koşacağım.”

“Telefonun soyunma odasında mı?”

“Evet.”

“Ne olur ne olmaz diye yanına al.”

Arda’nın dediğini yapıp soyunma odasına girdim ve 2732’yi kodlayıp dolabımı açtım. Odadan çıkarken, benimle yaklaşık olarak aynı boyda olan ama kesinlikle benden daha yapılı vücutlara sahip üç kız soyunma odasına giriyordu. Arda’yı kapıların önünde bulamayınca dövüş salonunun içine bakmaya karar verdim. Az önce gördüğüm üç kızla beraber antrenman yaptığını düşündüğüm, fazlasıyla terlemiş olmasına rağmen yorgun görünmeyen esmer, bizden maksimum beş yaş büyük, kaslı adam Arda ile sohbet ediyordu. Sohbetin samimiyetinden anladığım kadarıyla arkadaşlardı.

Geldiğimi gördüklerinde ikisi de konuşmayı kesmedi, bozmadan birbirlerini dinlemeye devam ettiler.

“Türkiye MMA turnuvası kaçıncısıydı o adam?”

“İkincisiydi,” diye cevapladı Arda. Bir yandan da kolunu çekerek esnetiyordu.

“Bizim antrenör “Arda, şununla güreş” dediği zaman bizim oğlanlar “Ne oluyor lan?’ diyerek şaşırdılar. Sonuçta adam yirmi bir yaşında ve boks kökenliydi. Bizim salon da kickbox akademisi ve sen de en gençlerimizden birisin.”

“Bizim hocaya laf atmış galiba, duymadım ben,” dedi Arda gayet normal bir şekilde.

“Seni iki kez pes ettirdi, değil mi? Sen onu sanırım altı?”

“Sekiz.”

Güreşten, MMA’dan veya dövüş sporundan anlamıyordum ama Arda’nın iyi ve yaşına göre büyük bir şey yapmış olduğunu tahmin edebilmiştim. Arda’nın konuştuğu adam bana tekrar baktı ve onları beklediğimi gördü. Ardından Arda’nın omzuna vurdu ve ve “Hadi, antrenmanda görüşürüz,” dedi. Salondan çıkarken bana da selam vermeyi unutmadı. Arda elimden telefonumu alırken “Çoraplarını da çıkarman gerekiyor,” dedi. “Tamam, bilmiyordum. Sadece bir çaylağım,” dedim ve kenardaki tahta sandalyeye oturdum. Çıkarma işlemi bittiğinde ayağa kalktım. Arda’nın yanına yürürken, zeminin minderimsi dokusu üzerinde gidiyordum. “Telefonunu sessizden çıkardım. Serkan Amca ararsa endişelenmesin.”

Yumruk atmak için dikkat edilmesi gereken şeyler olduğunu bilmiyordum. Kolumun doğrultusundan duruşuma kadar bana yardım eden Arda’ya “Savunma teknikleri öğrenmem gerekmiyor mu?” diye sordum.

“Evet.”

“O zaman neden yumruk atmayı öğreniyorum?”

Sorumu cevaplarken yine farkında olmadan aşağı düşürdüğüm kollarımı düzeltiyordu.

“Karşındaki adam senden oldukça uzun ve iriyse, bu tecrübesizlikle kendini savunamayabilirsin. Şimdi sana öğretmeye çalıştığım şeyler, sana kaçman için zaman kazandırabilecek şeyler.”

Arda tanıdığım Arda’ydı. Sarıya yakın kumral saçlı, yeşil gözlü ve siyah çerçeveli gözlükleriyle oydu. Sesi de ergenliğe girdikten sonraki haline yakındı ve her gün duyduğum sesiydi. Arkadaşlıklar konusunda çok rahat ve iyi olduğunu biliyordum. Hele gitar konusundaysa, üstüne kimseyi tanımıyordum.

Peki ne ara bambaşka bir alanla bu kadar ilgilenmeye başlamış ve o alanda bu kadar iyi hale gelmişti?

“Bu konuda bu kadar başarılı olduğunu bilmiyordum, yani antrenman başlamadan önce konuştuklarınızı dinledim,” dedim, Arda iki kolumun hizasını doğru olduğunu bildiği şekilde düzeltirken.

“Arada olur öyle şeyler, şimdi bana yumruk at.”

“Nasıl yani?”

“Bana yumruk at.”

“Seni duydum, ama nasıl yani? Yüzüne mi?”

“Evet Güneş hadi, zaten koşu ve ısınmada çok oyalandık…”

“Ama yüzüne gelirse…”

“At şunu!”

Tereddüt etmeden tüm gücümle sağ yumruğumu sıktım ve burnuna doğru atmaya çalıştım. Yumruğumu yüzüne çarpmak üzereyken tek eliyle tuttu ve hiç beklemediğim bir hızla kolumu çevirip acı çekmemi sağladı.

Hissettiğim acı ve kolumun arkamda kalmasıyla, vücudum da refleks olarak dönmek zorunda kaldı. Sırtımla Arda’nın göğsü arasında onun hâlâ ısrarla bırakmadığı kolum vardı.

“Ahh! Bırak şunu!”

Arda, olaydan hoşlandığını belli ederek güldü ve “Hahahaha, yolun daha o kadar başındasın ki…”

Boşta kalan dirseğimi tam arkamda duran Arda’nın karın boşluğuna geçirdim. Arda bunu hiç beklemiyordu, bu yüzden birkaç adım geriledi ve bunu yaparken kolumu tuttuğu elini gevşetmek zorunda kaldı. Bunu fırsat olarak gördüm ve kolumu hızla çekip ondan uzaklaştım.

Arda “Bugüne kadar kaç aksiyon filmi izledin sen?” diye sorduğunda, şimdi durumdan hoşlanması gereken kişi bendim.

“O kadar da çaylak değilmişim sanki…”

“Yok yok, cidden öylesin. Şimdi bana yaklaş.”

Bordo-lacivert duvarlara uyum sağlayan minderimsi, ama tahmin ettiğimden daha sert olan zeminin üzerinde yürüdüm ve karşısında durdum.

“Yine kolumu çevirmeyeceksin umarım?”

“Söz veremem civciv, daha çok işimiz var. Dediğim gibi, kilon yeterli değilse ki yeterli değil, adamı yere düşürmen çok zor olacaktır. Bu yüzden vur ve kaç. Kaçma konusunda ise senin anlayacağın dilden açıklamam gerekirse The Flash’a dönüşmen gerekebilir, çünkü adam çok büyük bir ihtimalle arkandan gelecektir.”

Güldüm. “Senden olsa olsa “İnanılmaz Aile’deki küçük, sarışın çocuk” benzetmesi beklerdim,” dedim.

“Lafı kaynatıyorsun civciv. Odaklan ve tekrar yumruk at.”

Duvardaki saatten izlediğim kadarıyla yaklaşık yirmi dakika boyunca yumruk atma ve yumruktan kaçma konusunda çalıştıktan sonra sıra başka bir harekete gelmişti.

Saat altıya daha çok vardı ve ben iyice meraklanmaya başlamıştım.

“… anladın mı?”

“Efendim?”

“Güneş, saate bakmayı kes.”

“Özür dilerim ama elimde değil, seçmelere katılanların listesi-“

Arda sözümü kesti ve “Tamam civciv, sen istedin,” dedikten sonra saatin olduğu duvara yaklaştı. 186 santimetre boyu ile hiç zorlanmadan saati duvardan aldı, sonra da ters bir şekilde tahta sandalyenin üzerine koydu.

“Beni meraktan öldürmek mi istiyorsun sen?”

“Odaklanmanı sağlamaya çalışıyorum, şimdi, biri seni tişörtünden tutarsa nasıl bıraktırırsın?”

Ben önce hareketleri, ardından da çözüm ve savunma yöntemlerini kavrayana kadar Arda tek bir saniye bile üşenmeden öğretmeye devam etti.

İşin ilginç yanı ise bir günde çok şey öğrenmiştim:

Push kick mesafe yaratırdı ve bacağın esnekliğine, durumuna göre kafa ile karın arasındaki bölgeye uygulanabilen bir tür tekmeydi. Eksiv ise yumruklardan kaçınma amaçlı yapılan hareketlerin genel adıydı. Gayet etkili olacak ve eğer karşımdaki erkekse ciddi anlamda zaman kazandıracak şey ise cinsel bölgeye atılacak olan tekmeydi.

Arda biz o hareketi çalışırken her seferinde “Sakin ol civciv, gitar çalmayı öğretmem gerekecek daha çok ufak ve yeni civcivcikler olacak,” diyordu.

Saat olmadığı için ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama en sonunda Arda bana “Yoruldun mu?” diye sordu.

Bilgileri kavramak beni yormuyordu fakat spor konusunda kondisyonsuz olmak, beni normalde olması gerekenden çok daha fazla nefessiz bırakıyordu.

“Çok mu terledim?” diye sordum.

“Eh yani, haliyle…” diyerek beni cevapladı ve ardından telefonların orada duran, otobüsten indikten sonra buraya gelirken aldığımız üç su şişesinden birini açtı. Mola verdiğimizi anladığımda ben de onun yanına gittim ve su içmeye başladım.

Telefonlarımızdan birinin tuşuna basıp saate bakmayı planlıyordum ki, gözümün telefonlarda olduğunu görünce bana “Aklından bile geçirme,” dedi.

“Ama neden? Saatlerdir antrenman yapıyoruz.”

Aslında Arda’yı dikkat dağınıklığım konusunda haklı bulmasaydım şu ana kadar yüz kere bakmış olurdum, fakat ben de son saatlerde antrenmana daha çok odaklandığımı hissetmiştim.

“Hayır.”

Arda şişeyi aldığı yere koydu ve ardından bana yaklaşıp beni zorla belimden itmeye başladı. Tekrar salonun ortasında durduğumuzda, ona “Suyumu bırakmama bile izin vermedin,” dedim. Arda’dan hem iyi bir dost, hem iyi bir gitar öğretmeni, hem de iyi bir antrenör olurdu.

Elimde tuttuğum yarısı dolu şişeyi aldı ve dibinde azıcık kalacak şekilde suyu içti. Ardından şişeyi kapattı ve duvarın kenarına, diğer şişelerin durduğu yere fırlattı.

“Bari sonuna kadar içseydin,” dediğimde, bana “Sonda biraz su bırakmasaydım şişeyi atarken istediğim yere düşmesini sağlayamazdım,” diyerek cevap verdi ve tam o anda üniversite sınavında fiziğin tamamını doğru cevaplamasına tekrardan inandım.

“Zeki çocuksun.”

“Mafya babası olmaktan iyidir.”

Her şey normal ve sakin giderken, konusu bile açılmamışken Arda yine Demir’e laf atmıştı.

“Söylesene, neden bir gün rahat duramıyorsunuz? Demir şu anda kilometrelerce uzakta fakat sen hâlâ ona, buradan gönderme yapmaya devam ediyorsun, o da sana oradan laf atmaya devam ediyor.”

Son söylediklerim ilgisini çekmişti. Bana yaklaştı ve “Bana ne lafı attı?” diye sordu.

“Arda, anlatmaya çalıştığım veya dikkatini çekmesi gereken konu bu değil! Sürekli birbirinize bulaşıyorsunuz ve bu çocukluktan başka bir şey değil. Sürekli birbirinize bulaşıyorsunuz ve bu çocukluktan başka bir şey değil.”

Arda sinirlenmeye başlamıştı. Konu ne zaman buna gelse bir anda sinirlenebiliyordu.

“Güneş, ben senin her sevgilinle iyi geçinmek zorunda değilim. Eski okulundaki Özkan’ı hatırlamıyor musun? Orospu çocuğunun tekiydi.”

“Hey! Kelimelerine dikkat et.”

“Yalan mı Güneş? Siz çıkarken sen o kadar saftın ki! Her şeyin iyi olduğunu sanıyordun ve el ele tutuşmanın ötesine geçememiş bir ilişkiniz vardı. Sadece fiziksel olarak demiyorum, duygusal olarak da birbirinize yetemiyordunuz. Hele de sen onun iyi biri olduğuna inanıyorken onun kafasına estiği gibi…”

“Arda, ne demek istiyorsun?”

“Sen sanıyor musun ki o sadece sana bağlıydı ve seni seviyordu? Hayır, öyle bir dünya hiç olmadı. Ne kadar çıktığınızı hatırlamıyorum, zaten pek sevgili gibi görünmediğinizi biliyoruz, daha ilk haftanızda o piçi şans eseri bizim kafenin sokağında bir kızı öperken gördüm. Başta sen olduğunu sandım fakat Özkan sonunda geri çekildiğinde, kızın siyah saçlarının olduğunu fark ettim. Kızın adını bilmiyordum ama tanıdık gelmişti çünkü senin okulundaki o aptal grubundan biriydi.”

“Kim olduğunu tahmin etmek zor değil,” dedim eski ve kurtulduğum için son derece mutlu olduğum sahte arkadaşlıklarımı düşünürken.

“Sadece o kızla da kalmadı ki, sana söylemek için onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istedim ve açıkçası o salağı bir hafta takip etmem, bir kere de telefonunun sistemine girip kurcalamam yeterli olmuştu.”

Arda’nın grubunda bateri çalan arkadaşı işini ciddiye alan bir hacker’dı ve Arda’ya da zaman zaman –ne amaçla olduğunu bilmediğim ve öğrenmeye de can atmadığım konularda- yardım ettiğini biliyordum. Bu yüzden ‘telefon kurcalama’ olayına çok takılmadan “Ne gördün?” diye sordum.

“Bir sürü kız… Tanıdık veya tanımadık, sana yakın veya değil, bir sürü kızla aynı anda takılıyordu. Hatta seni okulundan attıran Gülçin’le bile. Sanırım Gülçin senin Özkan’la çıktığını biliyordu ve bu yüzden okuldan atılmana neden olmuştu.”

Arda’nın anlattıkları beni neredeyse hiç etkilememişti. Gülçin’in beni neden okuldan attırdığı konusu tam şu anda yerine oturmuştu ve Özkan’ın da yaptıkları zaten ondan beklenecek hareketlerdi, bu yüzden şaşırmamıştım.

“Güneş iyi misin?”

Anlattıkları beni etkilememiş olsa bile cevap verebilmem için biraz beklemem gerekmişti.

“İyiyim,” dedim en yakın dostumun tüm bu zaman boyunca benden sakladığı şeyleri sindirmeye çalışırken.

İyi olansa; Bodrum’dayken Demir’in geldiğini bana söylememesi, üstüne üstlük onu zorla geri göndermiş olması beni resmen tüketmişken, şimdiyse eski sevgilim hakkında öğrendiklerim bende bir sinek ısırığı kadar bile etki bırakmamıştı.

“Şu an o pezevenk hakkında düşünmene neden oldum, senden özür diliyorum. Bu kadar sert anlatmamam, hatta konusunu bile açmamam gerekirdi. Bak, sadece dünyadaki hangi geri zekâlı sana sahipken gidip başka bir kızla, hatta bir sürü kızla ilgilenebilir ki? Hâlâ anlamıyorum. Sakın o aptalı kafana takıp seni gece uyutmamasına izin verme. Buna hakkı yok. Önümüzde kazanmamız gereken seçmeler var ve…”

“Arda! İnan bana o oğlan az önce duyduklarımdan sonra bile benim için bir şey ifade etmiyor, onu düşünmüyorum,” diyerek sözünü kestiğimde şaşırdı. Ben de hâlâ Arda’nın, Özkan’ı düşündüğüme inanmasına şaşırıyordum.

“Nasıl yani? Üzgün değil misin?”

“Hayır, o gerçekten umurumda değil,” dedim kendimden emin bir şekilde.

Ama yüzümün düşmesini engelleyemiyordum.

“O zaman neden böyle görünüyorsun?”

Arda’nın hâlâ beni anlamamış olmasının sinirlendirmesiyle sesimi istemeden yükselttim:

“Sebebi sensin! Beni böylesine yakından ilgilendiren konular hakkında hep benden bir şeyler saklıyorsun. Sakın bu Özkan olayına çok takıldım diye sana bunları söylediğimi düşünme! Kızdığım, üzüldüğüm konu ben sana her halimle, her duygumla açıkken senin sürekli benden bir şeyler saklıyor olman. Demir, Özkan… Başka neler var Arda?”

Arda derin bir nefes alıp verdi. Konuşmaya başlarken, benim aksime oldukça sakin bir ses tonu kullanmış olması beni de sakinleştirmişti.

“Demir konusunu çoktan geçtiğimizi düşünüyorum, onun kavgasını bir kere ettik ve sonuçları hiç de iyi olmamıştı. Seni kaybettiğimi sanmıştım. Bu her ne kadar zamanında tahmin etmiş olsan da doğruluğunu şimdi öğrendiğin bilgiler hakkındaysa kendimi açıklayabilirim,” dediğinde saniyeler önceki sinirimden eser kalmamıştı. Arda’nın doğru ayarladığı ses tonu ve kendini açıklama isteği, az önce ateşlenen tartışmamızın normal bir konuşmaya dönüşmesini sağlamıştı.

“Benim tek merak ettiğim, neden bana söylemen gereken şeyleri ertelemekten vazgeçmediğin…”

Arda yere oturdu ve bacaklarını esnetmeye başladı. Antrenman anladığım kadarıyla sona ermişti ve Arda da sonradan oluşabilecek kas ağrılarını en aza indirebilmek için son esnetmeleri yapıyordu. Karşısına oturdum ve o ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım.

Sağ bacağımı uzattıktan sonra ayağıma doğru uzanmaya çalışırken, kaslarımın esnediğini hissediyordum.

“Seni iyi tanıdığımı biliyorsun,” dedi konuşmaya başlarken. “Seni nelerin güldüreceğini bildiğim gibi nelerin üzeceğini de biliyorum.” Lafı ne kadar daha dolaştırabilirdi? “… Neleri kaldırıp kaldıramayacağını da biliyorum ve sen o zamanlarda şu anda olduğun kadar güçlü değildin. Sana, her ne kadar çok bağlı olmasan da birlikte olduğun sevgilin hakkındaki gerçekleri bir anda anlatsaydım, ilişkinizin belirli bir ciddiyeti olmasa da yıkılırdın,” dedi. Kendimi iki yıl önceki benle kıyasladım. Haklıydı. Ailem ve Atagül Lisesi beni şu andaki konumuma getirmişti. “Sana bunları anlatmazdım aslında. Eğer hâlâ eskisi gibi kaldıramayacağını düşünüyor olsaydım söylemezdim. Ne kadar sinirlensem de sana, senin kaldıramayacağın hiçbir şey yapmazdım. Bugün sana söylerken, seni üzmeyeceğini biliyordum çünkü ikimiz de farkındayız ki, Özkan’a Demir’e verdiğin değerin çeyreğini bile vermedin.”

“Evet, seni anlıyorum. İki yıl önce bana söyleseydin her ne kadar ona âşık olmasam da sonuçta yanımda saydığım bir kişi olduğu için kırılırdım. Özür dilerim, sana çok bağırdım,” dedim ve en ufak şeyleri bile kafaya takan eski halimi düşünerek.

Arda ayağa kalktı. Kalkmama yardım etsin diye ellerimi ona uzattığımda, ellerimi sıkıca kavradı ve beni bir anda yukarı çekti. “Dersimiz bitmiştir, artık tavuk yemi kuşaklı bir civcivsin,” dediğinde, herkesin vereceği tepkiyi vererek “İğrençsin,” dedim. Önümde reverans yaptı. Ben onun terli ve alakasız spor kıyafetleriyle yaptığı bu harekete gülerken, bana “Teşekkürler hanımefendi. Son olarak öğrenmek veya sormak istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu. İzlediğim tüm film ve dizileri düşündüm. Aslında, bir şey vardı. “Ya, havalı adını bilmiyorum ama sanırım kickbox’tan bir hareket. Bak, şöyle bir şey,” dedim, ardından aklımda kalan sahnedeki gibi onun sağına doğru yüksek bir tekme atmaya çalıştım.

Arda, bacağımı koluyla belinin arasına sıkıştırdı ve beni durdurdu.

“Aynen! Böyle yaptıktan sonra beni yere düşürmen gerekiyor,” dedim Arda’ya, ne anlatmaya çalıştığımı anlamasını umarak.

“Anladım. Tekme yakalayıp sweep. Şimdi yere düşeceksin, dikkat et,” dedi ve yavaşça beni yere düşürdü.

“Doğru mu?” diye sorduğunda “Evet! Bana bunu öğretmen gerekiyor,” dedim.

Arda “Tamam, kalk,” dedi ve beni tekrar ellerimden çekerek ayağa kaldırdı.

“Önce ne yapmam gerekiyor?”

İsteğimi görüp şaşırdıktan sonra “Keşke antrenmanın başından beri bu kadar istekli olsaydın civciv, işimiz daha kolay olurdu. Tamam, bak şimdi. Yavaşça bana tekme at,” dedi. Dediğini yaptım. Bacağımı koluyla beli arasında sıkıştırdıktan sonra durdu ve bacağımı nasıl ve ne kadar sıkıştırması gerektiğini açıkladı.

“Sonra yere basan ayağına kendi ayaklarımdan biriyle vuruyorum, basıyorum, bir şey yapıyorum işte ve seni yere düşürüyorum. Hazır mısın? Seni tutuyorum, merak etme düşmeyeceksin.”

Hareketi yavaşça bana gösterdi, sonra ben yere düşerken beni belimden nazikçe kavradı ve düşmemi engelledi.

“Anladın mı?” diye sorduğunda, beni düşmekten kurtardığı için elimi alnımın üstüne koyup prenses taklidi yaptım:

“Kahramanım…”

Arda güldükten sonra “Açıkçası terli kıyafetler, dağılmış saçlar ve yorgunluğunla hiç de prenseslere benzemiyorsun,” dedi. Bozulduğumu belli etmek için dudaklarımı büzdüm.

“Sıra sende, hadi.”

Arda’nın tekmesini bekledim. Karşısındaki kişi ben olduğum için çok sert ve hızlı davranmadı. Bacağını kolumla kolayca sıkıştırdım.

“Harika! Şimdi beni düşür,” dediğinde, sağ ayağımı Arda’nın bacağına doladım ve onu düşürmeyi denedim.

Tabii, sadece deneyebildim.

“Yere düşer misin artık?” deyip ona kızdığımda, o sadece gülümsedi ve bana “Sen seri katile de böyle dersin,” dedi. Kendimi bir anda yerde buldum.

“Hey! Bu haksızlık, ne yaptın? Senin düşmen gerekiyordu, öyle havalı hareketler yapma burada eğitim yapıyoruz,” dedim.

“Kusura bakma, bazen kendime hâkim olamıyorum,” dedi gülerek. Beni yere düşürmek ona eğlenceli gelmişti. Ayağa kalktım ve karşısına geçtim. Arda tekrar bir tekme attı ve ben yine onu başarıyla sıkıştırdım, fakat sıra onu yere düşürmeye geldiğindeyse beceremedim. “Daha güçlü bir şekilde, daha yukarıdan bacağıma vurmayı dene,” dedi, sanki yapabilecekmişim gibi. Denedim, fakat yine onu yere düşüremeyince kolumu gevşettim. Geriye doğru bir adım attım. “Yapamıyorum.”

“Tamam, sana bir kere daha göstereceğim ve bu sefer düşeceksin, hazır mısın?”

Arda’ya tekmemi attıktan sonra, bacağımı yakalayıp beni geriye doğru düşürmesi bir saniyesini almıştı. Tam yere düşerken düşmemek için Arda’yı tişörtünden yakaladım fakat o bunu beklemiyordu ve bu yüzden dengesini kaybedip o da benimle düştü.

Arda tam üstümde duruyordu ve yüz yüzeydik. Birbirimize bakıyorduk. Ben ezilirken ilk konuşan- daha doğrusu konuşabilen- o oldu:

“İşte bu yüzden Demir, antrenmanlara gelmemeli.”

Cevap veremediğimi görünce, bana “Kızardın. Utandın sanırım…” dedi. “Nefes… alamıyorum… kalk!” dediğimde ancak beni ezdiğinin farkına vardı ve üstümden kalktı.

“Özür dilerim.”

Ayağa kalkabildiğimde, ona sıranın bende olduğunu söyledim ve atacağı tekmeyi beklemeye başladım. Bu sefer, onu düşürmeye çalışırken öbür elimle de onu omzundan ittim ve bu sayede düşürmeyi başardım ki, bu sefer o beni tişörtümden çekti ve üzerine düşmemi sağladı. Arda’nın tam üstünde yatıyordum.

“Seni düşürdüm,” dedim gözlerine bakarak. Biraz bekledikten sonra “Evet, öyle oldu,” dedi.

Kendime güvenerek “Sanırım senin o sekiz kere pes ettirdiğin şampiyon ile karşılaşma zamanım geldi,” dediğimde, muzip bir gülümsemeyle “Ya, öyle mi dersin?” diye karşılık verdi. Büyük bir hızla beni itti ve ben daha ne olduğunu anlamadan onun altında kaldım. Yine yüz yüze ve yakındık fakat Arda’nın ağırlığı bu sefer üzerimde değildi.

“Senin karşına çıkacak dünya şampiyonunun bile önce benden geçmesi gerekir,” dedi.

Arda’nın benim için kendisinden on kat daha iri bir tiple dövüştüğünü hayal ettim ve ardından “Açıkçası en iyi dostumun öldüğünü görmek istemem,” dedim. Arda, aramızdaki mesafeyi biraz daha kapattı ve “Konu civcivimse ölmemek için bir yol bulurum,” dedi.

Gittikçe garipleşmeye başlayan yakın saniyelerimizi telefonumun zil sesi bozdu.

“Seçmeler!” dedim ve Arda’yı iterek üstümden kalkmasını sağladım. Koşarak telefonuma gittim ve önce saatin altıyı dört geçtiğine, ardından da arayanın adına dikkat ettim. Esma arıyordu. Hem ufak bir korku hem de dünden kalan bir mutlulukla telefonu açtım.

“Efendim?”

“İyi akşamlar Özel Hayal Sanat Akademisi seçmelerine hiç yedek adaylara kalmadan katılmaya hak kazanan güzel sesli sarışın…”

“Ciddi misin? İnanmıyorum! Bu harika! Esma seni çok çok çok çok seviyorum! Benim için onca işinin arasında internetin başında mı bekledin?”

“Uzun zamandır ortalıkta yoktum ve bir işe yarayayım diye düşündüm. Dur, telefonu Burak’a veriyorum. Sonra tekrar konuşuruz canım, tebrikler!”

“Teşekkürler!”

Esma’nın yaptığı son derece düşünceli ve beni inanılmaz derecede mutlu eden bir hareketti.

“Güneş! Tebrik ederim, şu anda Esma’yla müstakbel okulunun sitesine bakıyoruz da… İstersen sana seçmelerin detaylarını…”

“Evet! Evet! Söyleyin!”

“Seçmeler dört gün sonra başlıyor ve sen ne yazık ki ilk gündeki listedesin, yani gitar için yalnızca dört günlük çalışma vaktin var.”

Arda yanıma geldi ve durumu sordu. Az önceki bağırarak sevinmemi duymuş olmasına rağmen emin olmak istiyordu.

“Hem de asilden!” dedim ve ona sarıldım. Ardından telefonu hoparlöre alıp, Burak’ı dinlemeye devam ettim.

“Güneş, okul vokal bazlı olarak her yıl sadece elli kişiyi alıyormuş. Bu sene bu elli kişinin arasına girmek isteyen tam iki bin kırk üç kişi olmuş ama sadece aralarından en çok beğenilen yüz ellisi seçmelere çağırılmış…” dediğinde, Arda “Muhteşem! İşte bizim kızımız!” dedi ve bana tekrar sarıldı. Bense daha şimdiden strese girmeye başlamıştım bile.

Burak “Arda, sen de mi oradaydın? Gitar konusunda bu dört günü çok iyi değerlendirmeniz gerekiyor çünkü sitede kesin kural olarak ‘Vokal olarak seçmelere katılacak adaylar mutlaka bir enstrüman çalıyor olmalıdır ve çaldığı enstrümanıyla da vokal performansını sergilediği gün, jüri üyelerine bir parça çalacaktır. Şarkıların seçimleri serbesttir ve aday, söyleyeceği şarkıyı kendisi çalmayacaksa gerekli bilgileri orkestramızla önceden paylaşması gerekmektedir…’ yazıyor. İki bin küsur kişiden yüz elli aday arasına girmek gerçekten çok büyük bir başarı fakat okula girebilmek için hâlâ geçmen gereken yüz aday daha var…” derken, bize enstrümanın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

“Biliyorum, işte bu yüzden Arda’ya güveniyorum,” dediğimde, Arda iki elini havaya kaldırdı:

“Hey hey hey! Sorumluluğu üstüme almıyorum. Çalmak başka bir şey, öğretmek bambaşka bir şey…” dedi.

“Ama bugün gerçekten çok şey öğrendim. Parmaklarım intiharın eşiğindeler ve kafamda sürekli çalacağım şarkı dönüyor. Elimizden geleni yapıyoruz, eğer seçmeleri geçersem senin sayende geçmiş olacağım,” dedim, Arda’ya teşekkür etmek için.

Burak telefondan “Çalışmaya devam edin, bu arada Esma yarın veya ertesi gün taburcu oluyor,” dediğinde, Arda da ben de çok sevindik. Tam olarak iyileşene kadar ailesinin evinde kalacaktı, sonra da Burak’la kendilerine ufak bir yer bakmaya başlayabilirlerdi.

Esma’nın daha iyi olduğunu biliyordum ama nedense onu bir kez kaybettim diye tekrar kaybedeceğim hissini taşıyordum. Hastane ortamından çıkacak olması haberi, içimdeki bu kuruntudan az da olsa kurtulmamı sağlamıştı.

Telefondan ikinci bir kişinin aradığına dair sesler duyulduğunda, Demir’in adını ekranda gördüm. Arda’nın yine söyleneceğini sandım ama o sadece “Soyunma odasına, duşa gidiyorum. Biri gelirse çığlık at,” dedi ve telefonunu alıp koridora çıktı.

Burak’a tekrar teşekkür ettim ve ardından onu kapatıp Demir’in aramasına cevap verdim. “Selam!” dedim mutlulukla.

“Telefonunun az önce meşgul olmasından anlıyorum ki tebrik etmek için ikinciliğe yerleştim ve bilirsin, sonraya kalmayı sevmem,” dedi.

“Esma ve Burak önce davrandı.”

“Tüh.”

“Eee, sen hangi gün seçmelere giriyorsun?”

“Bir. Seçmeleri piyano, keman, vokal, yan flüt, çello vesaire gibi kategorilere ayırmak yerine, her kategorideki asilleri seçilme sıralarına göre çağırıyorlar, her alan farklı bir salonda farklı bir jüri ekibi tarafından değerlendirilecek,” dedi.

“Seçilme sırası derken?” diye sorarken, bir yandan da çoraplarımı giymiştim. Ardından hoparlörü kapattım ve telefonu omzumla kulağımın arasına sıkıştırdım.

“Mesela şöyle örnek vereyim; ilk gün seçmelere girecek olanlar ikinci veya sonraki günlerde girecek olanlardan daha çok okula kabul edilme şansına sahip, çünkü jüriler başvuruları en beğendiklerinden en az beğendiklerine doğru listeleyip duyuruyorlar,” dedi.

Arda’nın atmış olduğu boş şişeyi ve diğerlerini çöpe attım. Sonra telefonu elime aldım ve soyunma odasına gittim.

“Ben bunu bilmiyordum,” dedim.

“Öğrenmiş oldun fıstık.”

Demir’i en son önceki gece görmüştüm ama bu onu delice özlememem için yeterli bir sebep değildi. Ayrıca uzun zamandır baş başa vakit de geçiremiyorduk.

“Sen piyanistlerde kaçıncı sıradasın?” diye sordum.

Demir “Bir,” diye cevap verdiğinde, cevabı zaten önceden biliyor olduğumu fark ettim. Okulun onu kabul etmesi için sadece soyadına bakması bile yeterliydi.

“Ben kaçıncı sırada olduğumu bilmiyorum, henüz siteye bakamadım ama senin kadar yukarılarda olduğumu sanmıyorum. Birinci güne seçildiysem ki seçildim, herhalde günün sonuncusu falan…”

“Yedincisin Güneş.”

Ağzım açık kalmıştı. Bu kadarını beklemiyordum.

“Sen ciddi misin?”

“Evet.”

Soyunma odasındaki dolabımdan havlumu ve şampuanımı aldım.

“Vokal seçmeleri kız-erkek karışık şekilde ve ben baştan yedinci aday mıyım yani?”

“Güneş, sizin antrenman bitti mi?” diye sordu. Sanırım şaşkınlığımı gereksiz buluyordu.

“Evet, şu anda duş alacağım yere havlumu astım. Şimdi de konuşma bitince telefonumu koymak için çantama doğru geri yürüyorum,” dedim. Lif ve sabunu çantamda unuttuğumu hatırladım.

“Soyunma odasındaki duşta mısın? Sesin yankılanıyor.”

Bu çocuktan hiçbir şey kaçmıyordu. Tabii seçmelerimde Arda ile beraber çalacağı hariç…

“Evet, sen neredesin? Otelde mi?”

“İşleri sabahtan bitirebilirim sanmıştım ama bitmedi. Şimdi şehir merkezine gidiyorum, bir görüşmem var,” dediğinde, onu özlediğimi söylemek istedim.

“Seni özledim. Maalesef birlikte ‘birinci gün adaylıklarımızı, kutlayamayacağız,” dedim.

“Arda’dan bana, ne olur ne olmaz yerinizi bileyim diye antrenman yaptığınız salonun adresini göndermesini istemiştim. Gönderdiği yeri kontrol ettim ve gerçekten bir spor salonu olduğunu gördüm. Acaba gerçekten…”

“Demir, o adresteyiz. Mesajı biz gitar çalışırken yanımda yazmıştı. Şu atışmalarınızı ve güvensizliğinizi bir kenara bıraksanız gayet iyi anlaşacaksınız aslında,” dedim sözünü keserek.

Demir “Tamam, sen duşa gir. Sonra görüşürüz,” dedi.

Arda ile iyi anlaşması konusunu açtığım için konuşmayı bitirmek istemişti. Eğer Demir’i tanımasaydım trip attığını düşünürdüm ama onun işleri vardı, benim de duşa girmem gerekiyordu.

“Bana kızma, kötü bir şey söylemedim,” dedim Demir’e, tüm eşyalarımı duştan çıktıktan sonra giyeceklerime uygun olarak ayarladıktan sonra.

“Biliyorum,” dedi.

“Tamam, sonra konuşuruz.”

“Görüşürüz.”

Suyu açtım. Eğer Demir’le yüz yüze olsaydık konuşmalarımız böyle saçma sapan sonlanmıyor olurdu. Suyu ılıktan biraz daha sıcak bir şekilde ayarladıktan sonra gözlerimi kapattım ve tüm vücudumun ıslanmasına izin verdim. Saçımı bir kez şampuanla yıkadıktan sonra önceden yanımda getirdiğim lif ve sabunu elime alıp lifi köpürtmeye başladım. Lifi vücudumda gezdirirken sırtımda bir el hissetmemle arkamı dönüp duran kişiye yumruk atmam bir oldu.

“Ah! Güneş!”

“Demir?!”

“O gözlüklü oğlan sana gerçekten bir şeyler öğretmiş, off!”

Demir bir elini gözünde tutuyordu. Duşun perdesinin açıldığını nasıl duymamıştım?

Özür dilemek yerine “Burada ne işin var?” diye sordum. Elini gözünden çekti. Tek omzunda taşıdığı siyah sırt çantasını duşun dışında bir yere bıraktı ve ardından tişörtünü çıkardı.

“Seninle yıkanmamın bir mahsuru var mı?” diye sordu, sanki “Evet” diyebilecekmişim gibi.

Başımı hayır anlamında salladım ve nedense utanç duygusundan yoksun olduğumu fark ettim. Demir’le en son Uludağ’dayken bu derece yakın olmuştuk ve üstünden uzun bir zaman geçmişti. Aradaki zaman diliminde yaşadıklarımız ve arkadaşlarımızın yaşadıkları bizi meşgul etmişti ve onu tenimde hissetmeyi ne kadar özlediğimi fark edememiştim. Ama şimdi arkadaşlarım iyilerdi, mutlulardı ve ben de öyleydim. Birlikte ‘Özel Hayal Sanat Akademisi’nin seçmelerine girmeye hak kazanmıştık ve rahatlamıştık. Sanırım daha fazla rahatlamam ve onun bana dokunmasını istemem sorun yaratmazdı. Demir, kıyafetlerini çıkardıktan sonra bana yaklaşıp duşa girdiğinde hâlâ nasıl burada olduğunu düşünüyordum, şaşkınlığım geçmemişti. Sanırım bu yüzden az önce telefonda konuşurken bana ‘Görüşürüz’ demişti. Erken gelip sürpriz yaptığı için çok mutlu olmuştum.

Demir ve sürprizleri. Sanırım hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım şeylerdi.

“Tebrik ederim,” dedi. Duşun perdesini kapattı.

Bana yaklaştıkça önce siyah saçları ıslandı. Su damlaları yüzünden ve saçlarından sonra boynuna ilerledi. Boynunda ve omuzlarında biraz oyalanan damlalar, Demir ile aramda mesafe kalmadığında daha çok suya maruz kalmalarıyla hızlandılar. Ben göğsünden süzülen damlaları seyrederken o bir elini belime, diğer elini de yanağıma koydu. Beni belimden çekip kolayca kendine yaklaştırdı.

Utandığımı hissetmiyordum fakat neden gözlerine bakamıyordum?

Yanağımda duran eliyle başımı yukarı kaldırdı ve ona bakmamı sağladı. Kalbim heyecandan hızlanmaya başladığında gözlerimiz buluştu. Gözlerindeki lacivert ve mavi savaşını ezberlerken, yanağımda tuttuğu elinin parmaklarını aralık bıraktığım dudaklarımda gezdiriyordu.

“Nasıl dayanıyorsun?” diye sordu.

Cevap vermedim.

“Seni hiç kimseyi istemediğim kadar isterken, böyle bir anda bile nasıl sakin kalabilmemi sağlıyorsun?” diyerek asıl merak ettiğini sorduğunda, ona gülümsedim. Yine de eğilmek zorunda kalacağını bile bile parmak ucuna kalktım. “Sen âşıksın,” dedim ve onu öpmeye başladım.


error: Bu içerik koruma altındadır.