Karanlık Lise 2 – Bölüm 45


Arda’nın Ağzından

“Ne demek yok? Ne demek Güneş ortadan kayboldu? Siz ne dediğinizin farkında mısınız? Siz nasıl bir eğitim aldınız? Akademinin çevresindeki tüm kamera kayıtları tekrar incelenecek ve gerekirse yirmi altı saat içinde oradan geçmiş her bir insanla konuşulacak! Beni duydunuz mu?!”

Serkan Amca tükenmişti. Güneş tam yirmi altı saattir kayıptı ve onu bulmak için elinden geleni yapıyordu.

“Gerekirse diğer birimlerden destek alacağız. Orada sadece on sekiz yaşında bir kız rehine olarak tutuluyor. Yeğenim bu akşam evine geri dönecek ve on altı kızın ölümünden sorumlu olan pislik de yakalanacak! Herkes işinin başına.”

Kalabalık, Serkan Amca’nın ofisinden çıktığı zaman geriye bir tek Ebru Teyze ve ben kalmıştık. Ebru Teyze’nin gözleri artık gözyaşı üretemeyecek hale gelmişti. Ben ise sürekli kendimi suçlamak dışında hiçbir şey yapmıyordum.

“Hepsi benim suçum,” dedim.

Serkan Amca “Arda yine başlama lütfen,” dediğinde “Hayır, hepsi benim suçum. Onu orada yalnız bırakmamalıydım. Onu kampüsun içinden çıkarmamalıydım. Onu benim peşimden gelmeye zorlamamalıydım. Peşimden koşacağını bilmem gerekirdi! Hepsi benim suçum!” dedim ve dünyanın bana vermesi gereken cezayı bekledim.

Güneş’in başına ne gelecekse, veya gelmişse, hepsi benim başıma gelmeliydi. Kim bilir nerede ve kiminleydi.

Ebru Teyze “Hayır, hepsi o psikopat seri katilin suçu, kendini suçlamaya bir kere başladın mı bir daha bırakamazsın Arda. Toparlan,” dedi. Serkan Amca “Oturup hiçbir şey yapamamaktan nefret ediyorum! O seçmelere gitmemesi gerekiyordu, evden çıkmayıp güvende kalması gerekiyordu,” diye sayıklıyordu.

O sırada kapı açılıp Demir girdiğinde hepimiz ona baktık. “Haber yok. Herkesi soruşturdum ve bir haber olursa hemen bizi arasın diye bizim bara, okula, Güneş’in eski okuluna ve akademiye adam koydum,” dedi. Dün gece ben belki bir veya iki saat uyuyabilmiştim ama Demir’in hiç uyumadığı gözlerinden belliydi. Serkan Amca “İyi, bazen siviller polislerden daha çok dedikodu yakalayabiliyor,” diyerek, Demir’i onayladı. Demir bana baktı ve “Biliyorsun değil mi? Onu yalnız bırakmaman gerekirdi,” dedi.

Haklı olduğu için ona verecek cevabım yoktu. Sustuğumu görünce bana yaklaştı ve sesini yükselterek “O senin peşinden geliyor fakat sen onu bırakıp gidiyorsun! Ya ölmüşse? Ya çok geç kalmışsak? Bunu hiç düşündün mü sen? Düşünmediğim bir salise bile geçmiyor! Her şey senin yüzünden!” diye bağırırken üstüme yürüyordu. Yumruğunu kaldırdığında Serkan Amca onu durdurdu ve aramıza girdi.

“Demir, yan odaya geç ve kayıtlara sen de bak,” dedi.

Demir, yumruğunu aşağı indirdi ve geriye doğru bir adım attı fakat gözlerini benim gözlerimden ayırmıyordu.

Bakışlarıyla bana ne anlatmak istediyse anladım ve ikinci defa ona hak vererek kendimden nefret ettim.

Güneş’in Ağzından

Uyandığımda bedenim sanki günlerdir uykudaymış ve uyanmakta direniyormuş gibi davranıyordu. Kımıldamaya çalışmak imkânsızdı. Vücudum beynimle olan ilişkisini kesmişti ve artık emirleri yerine getirmiyordu fakat kendi kafasına göre de hareket etmiyordu. Hiç hareket etmiyordu.

Gözlerimi açtım ve çevreme baktım. Ellerimin bileklerimden kalın bir iple birbirlerine bağlandıklarını gördüm. Kollarımı oynatmak için çok uğraştım fakat ufak bir kımıldamadan ileriye gidemedim. Sanki bedenim, olduğum kilonun üç katı ağırlıktaydı ve ben gözümü kırparken bile büyük bir enerji harcamak zorunda kalıyordum. Bacaklarım iple bağlanmış değildi ama sanki ihtiyaç duyulmamıştı çünkü oynatamayacağımı biliyorlardı.

Bulunduğum gri ve paslı duvarlı odayı incelerken nefesim hızlanmıştı.

Oda karanlıktı ve yukarıda sadece küçük bir pencere vardı. Pek çok kez uyandığımı ve daha sonra tekrar uykuya daldığımı hatırlıyordum. O pencere bazen karanlık bazen aydınlıktı. Delirdiğimi ve kendimi kaybettiğimi hissediyordum. Zaman ve mekân kavramlarını uzun saatler önce kaybetmiştim.

Neredeydim?

Kare şeklindeki odanın sadece bir kapısı vardı ve o kapı da solumda kalıyordu. Bedenimi hareket ettiremediğim için oraya sürüklenerek de gidemezdim.

Odanın küflü kokusu, soğuk zeminin sertliği, tüylerimi diken diken ederken bağırmak istiyordum.

Odada yalnızdım fakat bu durumun hep böyle kalacağını sanmıyordum.

Korkunun adrenaline dönüşmesini engelledim ve sakin kalmaya çalıştım. Son hatırladıklarımı değerlendirmeye karar verdim. Üstüme baktım. Helin’in lacivert ve askılı elbisesini giyiyordum. Seçmelerdeydik. Evet, şarkı söylemiştim ve yanımda Demir’le Arda da vardı. Sonra Arda çok sinirli bir şekilde kampüsten dışarı çıkmıştı ve ben de peşinden gitmiştim.

Eğer onun otobüse binip gideceğini bilseydim, yalnız kalacağımı bilseydim gitmezdim.

Ya da kimi kandırıyordum ki? Yine giderdim. Çünkü ben aptalın tekiyim.

Şimdi kalbimin atış hızını normale düşürebilmek için eniştemi düşünmeye başladım. Kaybolduğumu anladığı anda kocaman bir arama ekibi oluşturacaktı ve beni aramalarını sağlayacaktı. Demir, benim peşimi asla bırakmayacaktı ve bestesinden vazgeçmediği gibi benden de vazgeçmeyecekti. Asla pes etmeyecekti. Arda ise benim kaçırıldığımı anladığı anda geri gelecekti ve beni bulmak için her şeyi yapacaktı.

Geri gelirdi, değil mi?

Oda tamamen boştu. Bir tek ben vardım fakat yakınımda duran boş şırıngaları görünce irkildim.

Kapının kilidinin açılıyor olduğunu duyduktan sonra başımı, ne kadar zorlansam da uyandığım andaki haline getirdim ve gözlerimi kapattım. Hâlâ uyuyor taklidi yaparsam beni kimlerin kaçırdığına dair bilgi toplayabilirdim.

“Uyan bakalım güzellik. Neredeyse iki gün uyudun.”

Konuşan kişi bir erkekti ve sesi yabancı değildi. Güvendiğim bir ses olduğunu anlayınca gözlerimi açtım.

“Ateş, Ateş, hareket edemiyorum, yardım et,” dedim yavaşça ve beni kurtarmasını dileyerek.

Ateş yanımda duran şırıngalardan birini eline aldı ve “Sadece dozunu haftalar öncesinden ayarladığım ufak bir anestezi,” dedi ve şırıngayı odanın diğer köşesine fırlattı. Şırınganın sert zemine çarpışının çıkardığı ses, kulaklarımı tırmaladı ve gözlerimi kapatıp açmama neden oldu.

Bana ne verdiyse neredeyse felç olmamı sağlamıştı ve ben eğer buradan kurtulursam o ilaçların etkisinin geçici olmasını umuyordum.

“Ee, plan hakkında ne düşünüyorsun?” dedi ayağa kalkıp kollarını iki yana açtıktan sonra.

Üşüyordum ve bu yüzden bacaklarımı kendime çekmek istiyordum ama yapamıyordum.

“Sana plan hakkında ne düşündüğünü sordum!!” diye kızarak bağırdığında, ona sadece ağlamaklı bir sesle “Ne, neden?” diye sorabilmiştim.

Seri katilin Demir’in eskiden birlikte olduğu kızlardan biri olması, Cansu veya Cenk olması anlaşılabilir bir durum olurdu fakat Ateş ne alakaydı? Demir’le pek bir iletişimi bile yoktu.

Ateş az önceki bağırışının ardından gülümseyerek “Ben de bunu sormanı bekliyordum,” dedi.

Arda’nın Ağzından

Otuzuncu saate girerken karakoldaki herkesle tanışmış ve düşünmeme yardımcı olacak herhangi bir şey öğrenmeye çalışmıştım fakat hiçbir şey elde edemiyordum. Güneş, tam otuz saattir kayıptı. Telefonu sürekli kapalı konumda olduğu için onu takip edemiyorduk.

Tüm bu süre içerisinde sürekli karakoldaydık fakat Demir’le aynı odada beş saniyeden fazla kalmamaya çalışıyordum.

Esma aradı ve ağlayarak benden, onu Güneş’in yaşıyor olduğuna ikna etmemi istedi.

Yapamadım.

Yaşadığını ummakla yetindim. Acaba susamış mıydı? Aç mıydı? Üşüyor muydu yoksa… yanıyor muydu? Uyuyor muydu, uyanık mıydı? Onu kurtaracağımıza inanıyor muydu? Kendimi suçlamaya ara verdiğim dakikalarda hep bunları düşünüyordum.

Güneş’in Ağzından

“İşin aslı şu ki intikam almak gerçekten muhteşem bir his,” dedi Ateş ve yanımdaki boş şırıngalara tekme attı.

Her ani hareketiyle, korkudan irkilmeme neden oluyordu.

“Demir sana on altı kız öldürtecek kadar ne yaptı?” diye sordum zayıf bir sesle.

“İş bir tek Demir’le bitmiyor diyelim,” diyerek, bana cevap verdi ve tam karşımda yere çöktü. “Bu arada o sayının hep on altı olarak kalacağını sanmıyorum,” dediğinde nefesimi tuttum.

“Sorununun kiminle olduğunu bilmiyorum ama neden masum kızları öldürüyorsun?”

“Demir’e zarar vermek için.”

“Ama o on altı kız Demir’in umurunda değildi ki.”

“İşte ben bunu Cansu’dan sonra öğrendim,” dedi.

Cansu! Cansu acaba Ateş’in kim olduğunu biliyor muydu? O da mı işin içindeydi? Sonuçta bu kadar şeyi yalnız yapması imkânsız olurdu. “Ama bana öyle bakma. Cansu’yu düşündüğünü biliyorum. Cansu’nun olayla ilgisi yok. O sadece sizin yakın çevrenize girebilmek için kullandığım bir piyondu o kadar,” dediğinde Cansu’nun tüm bunları öğrendiğinde, neler hissedeceğini düşündüm. Cenk’ten sonra bir de Ateş’le ilgili böyle şeyler yaşaması onu aşktan tamamen soğutacaktı ve eski haline geri dönecekti. “O seni gerçekten seviyordu, onu ne kadar üzeceğinin farkında değilsin,” dedim. Bir yandan da bacaklarımı oynatmayı deniyordum fakat etkisi altında olduğum doz, gerçekten işe yarıyordu.

“Seks iyiydi. Bu yüzden çok sorun olmadı. Listede o da vardı fakat bana Uludağ’dayken eski yaşamını anlattığında, Demir ve senle ilgili olan kısımları daha dikkatli dinledim. Sonra onu öldürmemin hiçbir işe yaramayacağını anladım sonuçta insanları keyfimden öldürmüyordum, belirli bir amaç uğrunaydı her şey.”

“Ve o amaç da intikam, öyle mi?”

“Benim asıl anlayamadığım şey, seni rehine tutuyorum ve yakın bir zamanda öldüreceğim. Vücudun yarı felç konumda ve korkudan titreyerek konuşuyorsun. Nasıl oluyor da bu konumdayken bile başkalarını düşünebiliyorsun?” diye sorduğunda, Cansu’yu düşünmemden bahsettiğini anlamıştım.

“Ben problemliyim,” dedim. Cebinde silah mı vardı?

Kahkaha attı. “Benim kadar olamazsın Güneş,” dedi.

Arda’nın Ağzından

Doğukan ve Helin karakola gelip bizimle durmayı teklif etmişlerdi fakat Serkan Amca, Demir’le benim haricimde başka kimseyi burada görmek istemediğini söylemişti.

Her saniyesinden nefret ettiğim otuz yedi saat hızla geçtiğinde hâlâ Güneş’in nerede olabileceğine dair bir iz yakalayamamıştık. Serkan Amca herkese emir vererek ve bağırarak işlerin hızlanmasını sağlıyordu ama işler ne kadar hızlanırsa hızlansın bir çözüme ulaşamıyorduk.

Demir sık sık arabayla dolaşmaya çıkıp, Güneş’in gitmiş olabileceği yerlere bakıyordu fakat biliyorduk ki Güneş, hayatında öldürülme gibi bir tehdit varken başını alıp kaçmazdı.

Güneş kaçırılmıştı. Bu kadar netti.

Serkan Amca’nın odasına üstüme yürüdüğünden beri, Demir’le hiç konuşmamıştım.

Gece yarısı olmasına rağmen karakol sürekli hareketli ve kalabalıktı. Tabii ki tek ilgilenilen olay Güneş’in kaçırılması değildi fakat objektif düşünemiyor, Güneş’in olayıyla ilgilenmeyen her memura içten içe kızıyordum.

Duvarların üstüme geldiğini hissettiğim zaman hava almak için karakolun dışına çıktım. Kapıda Demir vardı ve elleri siyah deri ceketinin ceplerinde, geceyi izliyordu.

Yanına geldiğimi görünce bana “Sigaraya ihtiyacım var,” dedi.

“İstiyorsan alabiliriz,” diye önerirken, cebinden yanmamış bir sigara ve çakmak çıkardı.

“Az önce sigara içen iki polisten birinden istedim, çakmağı da geri götüreceğim,” dedi ve ellerini tekrar cebine soktu.

“Sigaran varsa neden yakmıyorsun?”

“Çünkü o lanet olası sarışına söz verdim,” dedi gözlerini benden kaçırarak. Yine yoldan seyrek de olsa geçen arabaları izlemeye döndü.

Yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünüp karakola geri döndüm. Girişin oradaki koltuklardan birine oturup şubedeki koşuşturmaları izlerken, Demir beş dakika sonra geri geldi ve tuttuğu sigarayla çakmağı bir polis memuruna geri verdi.

Güneş’in Ağzından

Ateş, “Bence her öldürülen insan ölmeden önce neden öldürüldüğünü bilmeyi hak eder. Şu ana kadar tüm öldürdüğüm kızlara öldürmeden önce kısa bir açıklama yaptım ve hepsinden özür de diledim. Şimdi sana da bir açıklama yapacağım fakat bu sefer kısa özet geçmeyeceğim çünkü sen sonuncu kızsın ve güzel bir final yapmak istiyorum,” dedi. Ardından cebinden bir silah çıkardı. Silahı eline aldı ve bana nişan aldı.

Gözlerim silahın ateşleneceği noktadan ayrılmazken silahı indirdi ve “Korkma korkma, daha eğleniyoruz, su içmek ister misin?” diye sordu.

Ateş bana iki gündür uyuduğumu söylemişti. Bu, iki gündür ne yemek yediğim ne de su içtiğim anlamına geliyordu.

“Evet,” dedim. Suyun içine ne kattığı umurumda değildi.

Ateş odadan çıktı ve beni birkaç dakikalığına yalnız bıraktı. Kollarımı bacaklarıma götürmeyi denediğimde bu sefer az da olsa başarabilmiştim. İlk uyandığım zamandan şimdiye, ilacın etkisi az da olsa geçmişti ve eğer zaman kazanmaya devam edersem felç olma durumundan tamamen kurtulabilirdim. Sanırım tek yapmam gereken konuşmak ve konuşturmaktı.

Kollarımla bacaklarıma dokundum fakat hiçbir şey hissetmedim. Bileklerimdeki kalın ipi bacağıma sürtmeye çalıştım fakat onu da hissetmedim.

Bu, tek kelimeyle korkunç bir şeydi.

Ateş kapıyı açıp içeri girdiğinde, artık kapıyı kilitleme ihtiyacı duymadığını anlamıştım. İğnenin işe yaradığını görmüştü.

Bir şişe suyu açtı ve şişeyi bana yaklaştırıp kolayca içmemi sağladı. Tüm şişeyi bitirdiğimde geri çekti ve kapağını kapattı. Suyu içince midem bana ne kadar aç olduğumu belirtmek için bağırmaya başladı.

“Birileri susamış,” dediğinde, ona “Neden birazdan öldüreceğin birine su içiriyorsun?” diye sordum.

“Dediğim gibi, öldürmekten zevk almıyorum. Her şey sadece bir amaç uğruna.”

“Anlatıyordun,” dedim ve ona yarıda kaldığını belirttim.

“Ha, evet. Anlatıyordum. Her şey hiç de şirin olmayan bir evde, iyi geçinmeye çalışan bir aileyle başladı. Savaş ve ben genelde iyiydik fakat annemin kanser olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte, babam zaten yapıyor olduğu işe daha çok tutundu. Annemin ilaçlarının parasını karşılayabilmek ve bize bakabilmek için daha çok çalışmaya başladı. Sabah erken çıkıp eve gece geç geliyordu fakat bizimle olan iletişimini asla koparmıyordu. Ne iş yaptığına dair bir fikrim yoktu çünkü sadece çok önemli bir iş adamıyla çalıştığını ve genellikle gizli şeyler yürüttüklerini söylüyordu. Bu benim ilgimi çekmişti ve araştırmaya başlamıştım fakat o iş adamı her kimse, yaptıklarını gizlemeyi iyi biliyordu ya da en azından babamın ismini iyi saklıyordu. Annemin hastalığı ne bir iyileşme ne de bir gerileme gösterdiği için, kullandığı ilaçlara devam etmesi gerekiyordu fakat ilaçlar artık Türkiye’ye gelmiyordu. Babam sipariş ederek yurt dışından getirtiyordu ama bütçemiz bunu bir süre sonra kaldıramayacaktı. O da bunun farkındaydı ve çalıştığı yerden ek işler istemeye başladı. İstediği ek işleri yerine getirirken bizden soğudu ve artık eve çok nadir gelmeye başladı.” Ateş’in anlattığı aile dramından Demir’e ve bana nasıl geleceğini bilmiyordum fakat bu kadar büyük bir cinayet döngüsünü küçük bir olaydan yola çıkarak yapamazdı. Sanırım bunlar sadece buzdağının görünen küçük kısımlarıydı. “Biz, daha çok küçüktük ve ne olduğunu anlamıyorduk fakat bir gece babamı annemle konuşurken dinledim. İstifa edeceğini ve artık ne olursa olsun kaldıramayacağını söylüyordu. Annem ısrarla iş olarak ona ne yaptırdıklarını soruyordu fakat babam ona söylemiyordu. Eğer birine söylerse çalıştığı iş adamının onun başına bela açacağını düşünüyordu. Tek bildiğim bunlardı ve o gece babamı gördüğüm son gece oldu.”

Bir dakika…

“Babanın adı neydi?”

“Doğan. Neden sordun?”

Demir’in babasının sağ kolu ve Gökhan Erkan’ın pis işlerini kapatmaktan nefret ederken istifa eden adam.

“Ben de babamı kaybettim ve o acıyı tattım. Adını anmak istedim,” dedim.

Ateş bana teşekkür etti ve ardından anlatmaya devam etti.

“Babamın ortadan kaybolduğunu veya öldüğünü biliyordum fakat o yaştayken hiçbir zaman aklıma istifa etmek istediği işten dolayı öldürüldüğü gelmemişti. Zaman ilerledi ve ben evden ayrı yaşamaya başladım. Annemi acı çekerken görmeye katlanamıyordum. Çok iyi basketbol oynuyordum ve bu sayede derslerim ne kadar kötü olursa olsun bulunduğum okul beni koruyordu. Savaş, okulunu bir süre bıraktı ve sadece çalıştı. Kısa sürede çok para kazanması gerekiyordu ve bu yüzden pis işlere bulaştı. Bu nedenle, okula geri dönmek istediğinde Atagül Lisesi’ne düştü. Hayatının bu evresinde onun yanında değildim ama bir kardeş olarak sürekli onu uzaktan izliyordum,” dedi.

“Sorunun Gökhan Erkan’laymış. Onu öldürdün, diğer kızların ne suçu vardı?”

Benim ne suçum var?

“Basketbol bursu… Üniversitede basketbol ile çok iyi bir burs alacaktım ve mezun olduktan sonra da o üniversitenin adı sayesinde iyi bir iş sahibi olacaktım. Annemi daha iyi doktorlara götürebilecek ve belki de tedavi ettirebilecektim fakat bir gün basketbol maçımız, Demir’in o sırada bulunduğu okullaydı ve sadece kazanabilmek için bizim takımın en iyi oyuncusunu, yani beni sakatlamak istediler. Maç sırasında blok yaparken bacağıma yediğim darbe yüzünden sakatlandım ve doktorum bana bir daha asla spor yapamayacağımı söyledi,” dedi.

“Sakatlığının tenisten olduğunu söylemiştin…”

“Evet, basketbol deseydim Demir beni tanıyabilirdi. Zaten okula ilk geldiğim günlerden birinde ona tanıdık geldiğimi söylemişti. Adam, sakatlayıp spor hayatını bitirdiği diğer oyuncunun suratını bile tanımaktan acizdi,” dedi.

“Seni sakatlayan o muydu?”

“Ta kendisiydi ve bitirdiği şey sadece spor hayatım da değildi. Her şeyimi bitirdi. Sakatlanınca okul beni attı ve derslerim de iyi olmadığı için başka hiçbir okula gidemedim. Bir yıl boşta kaldım. Savaş’la beraber annem için biriktirdiğimiz tüm parayı, ben tekrar yürüyebileyim diye bacağımın ameliyatlarına harcadık.”

“Annen…”

“Annem öldü!” dedi sesini yükselterek.

Ne cevap vereceğimi bilemiyordum fakat tüm bu intikam işlerine neden olan olayları anlatmak, anılarının tekrar yaşanmasına sebep olmuştu. Bir katilden korkarken şimdi de üzgün bir katilden korkmaya başlamıştım ve nedense şimdikinin daha tehlikeli oluğunu düşünüyordum.

Arda’nın Ağzından

Oturduğum koltukta biri beni uyandırdığında sabah olduğunu gördüm.

“Kalk bakalım, bir şeyler ye,” dedi Serkan Amca’nın arkadaşlarından biri ve tuttuğu poşetteki simitlerden bir tanesini bana verdi.

“Çay ocağından çay da al. Uyan bakalım, yine uzun bir gün başlıyor,” dedi.

Simit için teşekkür ettim ve ardından çay ocağına ilerledim. Serkan Amca’yı çay ocağında görünce bir anda aklıma bir fikir geldi.

Büyük bir heyecanla “Gökhan Erkan’ın öldürüldüğü depoya baktık mı?!” diye sordum.

Güneş’in eniştesi, “Evet evlat, oraya ve çevresine çoktan baktık,” dedi. Yine elimiz boştu.

“Demir nerede?”

“Kayıt odasında. Hâlâ kampüsün oradaki kayıtlardan nasıl bir şey bulunamadığını anlamaya çalışıyor. Senden rica ediyorum, lütfen bir tatsızlık çıkarmayın. İkinizin de burada kalmasına izin veriyorum ama beni pişman ettirmeyin,” dediğinde ona merak etmemesini söyledim.

Kayıt odasına girip Demir’i ve orada çalışan üç görevliyi daha gördüğümde, Demir’e selam verdim. Demir elimizde yeni bir şey olmadığını belli edecek bir şekilde başını iki yana salladığında, onun yanına yaklaştım ve simit isteyip istemediğini sordum. Güneş kaçırılalı yaklaşık kırk yedi saat olmuştu. Öğlene doğru Ebru Teyze’yi görmek için onların evine gittim. Mert’le evde olmadıklarını görünce bendeki anahtarla evlerine girdim. Yaklaşık altı yıldır, bizim evin anahtarları Güneş’te, Güneş’in evinin anahtarları bende vardı. Sadece Güneş halasının evine taşındığı zaman bir anahtar değişikliği yaşanmıştı o kadar. Salona ve gitar çalıştığımız yere baktım. Buradaki son çalışmamızın üstünden sadece üç gün geçtiğine inanamıyordum. Üç günde çok şey değişmişti.

Güneş’in odasına girdim ve yatağının üstüne oturdum. Duvardaki posterlerden tavandaki fosforlu yıldızlara kadar baktım. Yatağa uzandım ve tavandaki yıldızların, fosforlu gezegenler arasındaki yarışını izledim. Güneş’in de gece bunları izlediğini hayal ettim ve varlığını istedim.

Yatak onun gibi kokuyordu. Şeker gibi, tatlı ve güzel.

Kalkıp çalışma masasının yanındaki mantar panoya astığı fotoğraflara baktım. En ortada ailesiyle Disneyland’da çektirdiği bir fotoğraf vardı. İki yanından birinde halası, eniştesi ve Mert’le olan fotoğrafı, diğer yanında ise kafede kutladığımız benim onuncu yaş günü partimden kalan, ben iki elimle “on” sayısını gösterip poz verirken Güneş’in bana sarıldığı ve güldüğü fotoğraf vardı. Fotoğrafta, Güneş’in başındaki pembe parti şapkası kaymıştı ve düşmek üzereydi. Tüm tatlılığına gülümsedim.

Onun yanında, müzikal ekibiyle İstanbul üçüncülüğünü kazandıkları andaki fotoğraf vardı. Güneş’in arkasında Demir duruyordu ve Güneş kırmızı, kalın bir kalemle Demir’in yüzünü kalp içine almıştı. Tekrar güldüm.

Kafede benim grubumla birlikte şarkı söylerken bir fotoğrafı, kardeşi Atakan doğduğu zaman onun küçük elini tutarken bir fotoğrafı, Esma ve Helin’le pijamalı fotoğrafları, Bodrum’daki sörfçü tayfayla çekildikleri bir fotoğraf, Demir araba kullanırken Güneş’in gizlice poz vererek çektiği selfie’ler, biz, tekrar biz, tekrar biz…

Güneş’le olan fotoğraflarımız telefonumda ve bilgisayarımda vardı fakat elimde basılı bir tane bile yoktu. Sanırım bir tanesini çalsam bana kızmazdı.

Onuncu doğum günümden kalan fotoğrafımızı, asılı olduğu iğneden kurtardım ve katladıktan sonra cebime koydum. Dopdolu olan mantar panoda boşluk kalınca kötü göründüğünü düşündüm ve Güneş’in çalışma masasından bir kâğıt aldım. Kalemliklerden birinden elime ilk gelen tükenmez kalemle, kâğıdın üstüne bir yazı yazdım ve ardından kâğıdı az önce çaldığım fotoğrafın yerine astım. Astığım kâğıt panodaki boşluğu kapatınca “Herhalde çok kızmaz,” diye düşündüm ve karakola dönmeye karar verdim.

Güneş’in Ağzından

“Yani kısacası bana davamda haksız olduğumu söyleyemezsin,” dedi.

“Haklı olduğunu da söyleyemem,” diyerek cevap verdim. Hiçbir zaman birini öldürmek seni haklı yapmazdı.

“Ama hikâyemden etkilenmiş gibi görünüyorsun.”

“Etkilendiğim doğru. Hadi Gökhan Erkan’ı öldürdün, tamam. Şahsen dünyadaki varlığından zevk almıyordum ve kendimce nedenlerim vardı fakat masum ve olayla bağlantısı olmayan kızları katletmek… Bunda ne kadar haklısın?”

“Hayatta birine zarar verebilmek için iki şey yaparsın: Ya zayıf noktasına saldırırsın, ya da sevdiği şeyleri elinden alırsın. Gökhan Erkan’a zarar vermiştim. Hayatta en çok değer verdiği şey kendisiydi ve ruhunu bedeninden ayırarak gerekli cezayı yerine getirmiştim. Konu Demir Erkan’a geldiğindeyse, ne zayıf noktası ne de sevdiği bir şey vardı. Onun da babası gibi kendisine çok değer veren biri olduğunu sandım fakat daha en baştan Atagül Lisesi’nde oluşu ve davranışları, bana hatalı olduğumu kanıtladı.”

“Keşke vazgeçseymişsin,” dedim konuşmayı uzatmak için.

“Vazgeçemezdim. Sonuçta bir işe başlamıştım ve bitirmeden bırakamazdım. Zamanla onu izledim ve hiçbir şey elde edemedim. Ta ki Cenk isimli geri zekâlının tekine rastlayana kadar…”

“Cenk de mi işin içindeydi?” diye sordum.

“Sizi kaçırdığımız ve Gökhan Erkan’ı astığım günkü görüntüyü hatırlamıyor musun? O kadar paralı adamı orada tutmak bütçe ister ve Cenk de bu bütçenin kaynağıydı. Tabii, sonrasında olaya polisler dahil olunca tüydü fakat baştan bana verdiği para hep benimle kaldı.”

“Cenk’in Amerika’da olduğunu sanıyorduk.”

“Öyleydi. Demir konusunda arkamı toplamak istedim fakat çevredeki hiç kimse bana sıcak bakmadı. Herkes ondan korkuyordu fakat geçen sene yaşanan olayları anlatmaktan da çekinmiyorlardı. Bu olaylarda adı en çok geçen isimlerden biri Cenk, diğeri ise Cansu’ydu,” dedi ve bütün taşların yerine oturmasını sağladı.

“Yani Cenk’i buldun ve sana yardım etmeyi hemen kabul etti, öyle mi?” diye sordum. Ateş konuşurken dikkatini anlattıklarına verdiği için benim ellerimi kıpırdatabilmeye başladığımı görmemişti. Sürekli onu konuşturarak hem zaman kazanmaya çalışıyordum hem de vücudumu oynatmaya çalışıyordum.

“Demir’in adını duyar duymaz planın ne olduğu onun için önemli değildi. Hatta Demir’i alt etmek için Cansu’yu bile kullanabileceğimi söylemişti,” dedi.

Dikkatini daha da dağıtmak için “Yalan söylemiş. O Cansu’yu çok seviyordu ve asla böyle bir şey söylemiş olamaz,” dedim sırtımı dikleştirirken.

“Açıkçası bana öyle dedi ve ben de şans eseri bir gün Cansu isminde kahverengi saçlı, oldukça iyi fizikli ve seksi bir kıza rastladım. Kızın âşık olacak birine ihtiyacı vardı ve benim de sizin çetenize girmeye… Gerisi ise sadece rol yapmaktı,” dedi ve ardından yarım saattir elinde çevirerek oynadığı silahına, diğer cebinden çıkardığı üç kurşunu dizmeye başladı.

“Ya Savaş? O anlamadı mı?” diye sorarak onu biraz daha konuşturtmaya çalıştığımda, Ateş “Hayır. Kardeşini geri kazandığı için mutluydu,” dedi ve ardından kurşun dizme işlemini bitirdi.

“Ee peki şimdi ne olacak? Sadece beni öldüreceksin ve cesedimi mi bulacaklar?”

“Ne oldu, beğenemedin mi güzelim?”

“Sadece senin gibi muhteşem bir zekâdan daha yaratıcı bir şeyler beklerdim,” dedim.

“Ne yapmamı istersin? Seni parçalara ayırayım mı? İstiyorsan hepsini küçük bir çatal yardımıyla da yapabilirim. Hatta daha eğlenceli olması için anestezi etkisinin geçmesini de bekleyebiliriz, böylece daha çok çığlık atarsın. Ya da, sen Demir’in sevgililerinden birisin, onu tatmin etmek zor olsa gerek. Belki de sana tecavüz ederim ve yeteneklerini konuşturmak zorunda kalırsın, ne dersin?”

Söyledikleri karşısında kocaman açılan gözlerimi görünce güldü. “Merak etme, seni öldürürken zevk almayacağım. Hatta öncesinde özür bile dileyeceğim. Acısız olacak, tek bir kurşun…” dedi ve başıma doğru nişan aldı. Titrerken “Teşekkür etmem mi gerekiyor?” diye sorduğumda, cebinden kendi telefonunu çıkardı ve bir numara tuşladı. Telefonla konuşurken bana doğrulttuğu silahı indirdi ve tekrar elinde çevirmeye başladı.

“Alo, evet bir ihbarda bulunacaktım. Adım Cenk Kartaloğlu ve az önce yaklaşık on sekiz yaşlarında sarışın ve lacivert elbiseli bir kızı iki maskeli adamın zorla bir binaya götürüldüğünü gördüm. Kızın kim olduğunu bilmiyorum ama sanırım Anadolu Yakası’ndan Atagül Lisesi öğrencisi. Geçen seneki müzikal yarışmasından bana tanıdık geldi. Kızla şu anda bulundukları bina Avrupa Yakası’nda. Taksim meydanındaki en büyük iş merkezinin solundaki beyaz apartmandalar,” dedi ve ardından teşekkür ederek telefonu kapattı. Sonra telefonun arkasındaki pili çıkarıp yere attı.

“Yanlış adres, takip edilemeyecek bir telefon ve Cenk’in ismi,” dedi.

“Neden Cenk’in ismini ve soyadını söyledin?”

“Beni yarı yolda bırakmıştı, biraz da onun başı yansın,” dedi.

Arda’nın Ağzından

Güneş kaçırıldığından beri yaklaşık elli saat geçmişti ve karakola gelen bir telefon herkesi ayağa kaldırmaya yetmişti.

Gelen telefon Serkan Amca’ya bildirildiği anda, Serkan Amca bir operasyon timi oluşturdu ve hemen plan yaptı. Acil bir toplantı düzenlendi ve tüm görevli kişiler o toplantıya katıldı.

Demir’le birlikte ihbarı yapan kişinin Cenk olduğunu duyduğumuzda şaşırdık ve toplantıya katılmak istedik. Toplantı büyük bir ofiste yapıldı. Binanın planı çıkarıldı ve planlar yapıldı. Olayların ne kadar hızlı ilerlediğini görüyorduk ve mutlu oluyorduk. Güneş’i kurtaracaktık.

Operasyon timi yola koyulmak için otoparka çıktığında biz de Demir’le onları takip ediyorduk. Demir, anahtarıyla arabasının kilidini metreler ötesinden açtı ve hızla yürümeye devam etti. Ben de onu takip ediyordum.

Serkan Amca beni omzumdan yakalayıp durdurunca şaşırdım.

“Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Demir de benim durduğumu fark edince durmuştu ve geri gelmişti.

Demir “Zaman kaybediyoruz,” dediğinde Serkan Amca “Hiçbir yere gitmiyorsunuz, merkezde bekleyeceksiniz,” dedi.

“Nasıl bekleyeceğiz?” diye sorduğumda, Demir “Evet, bekleyemeyiz. Biz de geliyoruz,” dedi ve arkasını dönüp arabasına yürümeye başladı. Serkan Amca beni bırakıp bu sefer onun arkasından gitti ve aynı şekilde onu durdurdu.

“İçeri,” dedi.

Demir’in onu dinlemeyeceğini anlamış olmalıydı ki, bir memuru bizi karakolda tutması konusunda tembihledi ve ardından timle beraber karakolu terk etti.

Serkan Amca’nın ofisinde Demir’le birlikte oturmaya başladık.

Demir “Güneş orada, savunmasız ve kim bilir kiminle beraber… bizse burada oturup onu bekliyoruz,” dediğinde içinden küfür ettiğini biliyordum.

“Aynı fikirdeyim, ben de gitmek istiyorum fakat yapabileceğimiz hiçbir şey yok,” dedim.

Keşke olsaydı.

Güneş’in Ağzından

Ateş sahte ihbarı verdikten sonra odadan çıktı ve uzun bir süre gelmedi. Bacaklarımı kımıldatmayı denediğimde biraz başarılı olduğumu düşündüm ve dakikalar ilerledikçe vücudumu tekrar hissedebilmeye başlıyordum. En az kırk beş dakikanın geçtiğini düşünüyordum ki odaya geri girdiğinde, elinde benim küçük çantam vardı. İçinde telefonumun ve diğer eşyalarımın olduğu çantamı gördüğümde telefonu bir şekilde eniştemi aramak için kullanabileceğimi düşündüm.

İyi ki Demir seçmelerdeyken çantama koyduğum eşyalarını ona seçmeler bitince geri vermiştim. Yoksa telefonla ulaşabileceğim kişi sayısı azalırdı.

“Sıkıldın mı?” diye sordu Ateş, bir yandan çantamdan telefonumu çıkarırken.

“Biraz, sen sıkıldın mı?” diye sordum. Hâlâ zaman kazanmaya çalışıyordum.

“Evet, oldukça fazla sıkıldım fakat şimdi biraz eğleneceğiz. PIN kodun ne?” diye sorduğunda, telefonumu tüm bu süre boyunca kapalı tutmuş olduğunu anladım.

“1907,” dedim hiç beklemeden. Telefonumu açtığım anda yerimi tespit edebilmeleri kolaylaşabilirdi.

“Yarım saat boyunca çantamı mı aradın?” diye sorduğumda, bana “Bir saat, ve hayır. Cansu’yla telefonda konuştuk. Şu anda kuzenlerimin yanında, Ankara’da olduğumu sanıyor,” dedi.

“Cansu’yla ne yapacaksın?”

“Tüm bunlar bittiğinde mi? Açıkçası tüm bu oyun yirmi dakika içinde bitecek ve ben de daha sonra beni yarı yolda yalnız bıraktığı için Amerika’ya, Cenk’in peşine gideceğim,” dedi.

“Yeni bir intikam planı daha yani, onu da mı öldüreceksin?”

“Düşünürüz. Nasılsa uçakta çok boş vaktim olacak,” dedi ve ardından telefonumdan, birini aramaya başladı.

Telefonun çaldığından emin olduktan sonra telefonu hoparlöre aldı ve kucağıma bıraktı. Demir’i arayan telefonum kucağımdayken Ateş, silahın güvenliğini kapattı ve silahı alnıma dayadı.

“Normal konuşacaksın, tek bir mesaj verdiğini bile anlarsam yirmi dakika beklemem,” dedi.

“Güneş?” Demir’in sesini duyduğum anda tüylerim diken diken oldu. Dudaklarımı araladım fakat söylemek istediğim onca kelimeden hangisini söyleyeceğimi seçemedim.

“Güneş, iyi misin? Neredesin? Enişten seni almaya geliyor,” dedi Demir.

Cevap verememeye devam edince Ateş, silahı alnıma bastırıp beni dürttü.

“Demir,” diye fısıldadım.

Arda’nın Ağzından

Demir oturduğu koltuktan ayağa fırladı ve kulağında tuttuğu telefonu hoparlöre alıp masanın üstüne bıraktı. Demir “Buradayım Güneş, seni bekliyoruz. Özel tim seni almaya geliyor,” dediğinde, Güneş “Biliyorum,” dedi.

Demir “İyi misin? Onlar size gelirken benim yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu.

Güneş “Seni seviyorum,” dedi zayıf sesiyle. Çok üzgündü ve sesi titriyordu.

Demir “Ben de seni seviyorum fıstık, iyi olacaksın…” dedi gülümserken. Gözleri mutluluktan dolmuştu. Bense hâlâ Güneş’in nasıl telefonuna ulaştığını ve Demir’i arayabildiğini düşünüyordum.

“Ben, ben sadece sesini duymak istemiştim.”

“Gelmemi ister misin? Buradan çıkıp gelebilirim, gelirken yanımda ne getirmemi istiyorsun?”

“Biraz üşüyorum,” dedi Güneş, bana çok uzak gelen bir ses tonuyla.

“Tamamdır, ceketinle beraber geliyorum o zaman.”

Demir gülümsemeyi bırakamıyordu. Sesi hâlâ normal çıkmasına rağmen, gözlerinden yanaklarına inan gözyaşları, onun mutluluktan ağladığını gösteriyordu.

Güneş “Arda’yı da çok seviyorum, onu görürsen ona özür dilediğimi söyler misin? Son konuşmamız pek iyi bitmemişti,” dediğinde, Demir bana baktı ve konuşmamam için işaret parmağını dudaklarını, üstünde tuttu. Başımı evet anlamında salladım ve konuşmayacağımı gösterdim.

Güneş’in yanında her kim varsa, onun Demir’le konuşmasını istemişti ve bu yüzden ona telefon vermişti. Şimdilik Güneş’in ve hepimizin iyiliği için o kişinin istediğini almasına izin veriyorduk.

Güneş’in Ağzından

Demir’den Arda’ya söylemesini istediğim şeyi söylediğimde, Demir “Söyledim say,” demişti.

Konuşma durmuştu fakat ben telefonu kapatmak istemiyordum. Ateş onlara yanlış adresi vermişti ve neredeyse tüm karakolun o adrese gittiğinden emindim. Arda’yı bilmiyordum fakat Demir’in şimdilik karakolda olduğunu öğrenmiştim. Eğer ona nerede olduğumu belli edecek ufak bir ipucu bile verebilirsem, beni bulabilmesi için ona yardımcı olursam…

Yavaş yavaş Ateş’in anlamayacağı fakat Demir’in anlayacağı kelimeleri kafamda toparlamaya çalışırken, konuşma durmuştu ve Ateş her an bize telefonu kapattırabilirdi. Telefonu bir kez kapattı mı bir daha Demir’e veya bir başkasına ulaşamayacaktım.

Demir “Güneş, ben senden çok şey öğrendim…” diyerek söze başladığında derin bir nefes alıp verdim. Konuşmayı devam ettiriyordu. “Sen bana yaşamayı öğrettin. Bir şeylerden ilk defa seninle zevk aldım ve ilk defa seninle mutlu oldum,” dediğinde bu konuşmanın son konuşmamız olabileceği düşüncesi beni ağlatmaya yetmişti. “Hıçkırıklarını duyuyorum, ağlama. Birazdan polisler orada olacak ve seni bana getirecekler. Her şey bitecek ve yine birlikte olacağız. Günlerce sensiz yaşamaya çalıştım ve her saniye öldüğünü düşündüm. Bu beni bitirdi. Şimdiyse sen yaşıyorsun ve seninle konuşuyorum, bu beni o kadar mutlu ediyor ki…”

“Demir, lütfen…”

“Hayır Güneş. Bitirmeme izin ver, sen bana sevmenin zayıflık olmadığını öğrettin. Her zaman güçsüzlük olarak gördüğüm duygular, eğer yeterince güçlüyse, bana destek vermeye başladı. Nefret eğer güçlü bir duyguysa aşk ondan kat kat daha güçlü ve asla bir zayıflık değil. Sen benim zayıflığım değilsin, sen benim dünyamsın. Sana âşığım ve hiçbir şeyin, hiç kimsenin sana zarar vermesine izin vermeyeceğim. Ben yaşadığım sürece kimse sana dokunamayacak ve ben hep senin yanında olacağım.”

Demir’in bunları söylerkenki ses değişikliğinden ağladığını duyabiliyordum fakat Ateş, sanırım amacına ulaşmıştı ki telefonu kucağımdan almıştı. Kapatmak üzereyken “Demir!” diye bağırdım.

Ateş silahı tekrar alnıma dayadı ve ne söyleyeceğime dikkat etmem gerektiği konusunda bakışlarıyla uyardı.

“Efendim balım?”

“Büyük ihtimalle eniştemle dönerken kuzenime yetişemeyeceğim. Rica etsem Mert’i yuvadan alır mısın? Aaa, bir de en sevdiği oyuncağı da yanında götürmeyi unutma, oyuncak arabayı yine evde unutmuştur,” dedim verdiğim mesajı anlamasını umarak.

Demir biraz bekledi, birkaç saniyelik sessizliğin ardından “Tamamdır güzelim. Sen hiç merak etme. Yakında görüşürüz,” dedi ve telefonu kapattı.

Rahatlayarak sırtımı arkamdaki sert ve soğuk duvara yasladım.

Arda’nın Ağzından

Demir, telefonu kapatır kapatmaz cebine koydu.

“Mert yuvaya gitmiyor,” dedim.

“Biliyorum ve en sevdiği oyuncak arabasını da ben kırmıştım.”

“Yani öyle bir oyuncak yok.”

“Öyle bir oyuncak yok, gittiği bir yuva da yok fakat söylemek istediği şey ortada,” dediğinde, koltuğunun arkasına asmış olduğu deri ceketini aldı ve giydi. Büyük bir hızla kapıyı açtı ve odadan çıktı. Arkasından gittim. “Yani?” diye sorduğumda, bana döndü ve buradan bir an önce çıkmamız gerektiğini söyledi. Ona çıkamayacağımızı, Serkan Amca’nın kesin emir verdiğini anlatmaya çalıştığımda, bana sessizce Güneş’in ihbardaki adreste olmadığını düşündüğünü belirtti. Boş olan kayıt odasına girdiğinde onu takip etmek ve parçaları birleştirmeye çalışmak haricinde bir şey yapmıyordum. Demir son iki günde öğrendiği kayıt sistemindeki araba arama yerine girdi ve bana Doğukan’ı aramamı söyledi.

Neden olduğunu anlamayarak ona baktığımda “Hemen!” diye bağırdı ve kayıt sistemine tek tek aradığı aracın özelliklerini girmeye başladı.

Gri.

Minivan.

Doğukan’ı arayıp telefonu Demir’e verdiğimde, Demir hızlı bir şekilde Ateş’in plakasını sordu. Doğukan’dan aldığı cevabı ekrana girdikten sonra telefonu kapattı ve bana geri verdi.

Kayıt sistemi hızlı bir şekilde sonuç verince “Bingo!” dedi ve karakolun çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Mert’in en sevdiği oyuncak gri minivanıydı ve Ateş’in arabasının aynısıydı. Güneş’in vermek istediği mesaj buydu ve Demir’in onu anlayacağını biliyordu.

Demir’e “Hemen buradan çıkmamız lazım,” dedim.

Demir hızlıca kapıda duran güvenlik görevlisine çıkmak istediğini söyledi. Görevli onun tüm ısrarlarına rağmen izin vermeyince, Demir sinirlendi ve agresifleşmeye başladı. Güvenlik görevlisi onu yatıştırmak için diğer görevlileri çağırınca ben olaya dahil oldum ve Demir’in yanına gidip “Biliyorum, Güneş yüzünden çok streslisin. İstiyorsan gel bir kahve içelim, hem hava almış olursun. Ne dersin?” diye sordum. Demir bir anda ne yapmaya çalıştığımı anladı ve sakinleşmiş biri gibi davrandı.

Güvenlik görevlisine bakıp “Bir kahve alıp geliyoruz, çay ocağındaki kahvelerden bıktı artık,” dedim ve izin vermesi için dua ettim. “Hızlı olun ama,” dediğinde adama gülümsedim ve Demir’le birlikte kendimizi Demir’in arabasında bulduk.

“Şimdi nereye gidiyoruz?”

“Ateş’in minivanı park ettiği yere, yani az önce kayıtlardan öğrendiğim kadarıyla sizin kafenin oradaki alışveriş merkezinin otoparkına,” dedi.

“İyi de o alışveriş merkezi daha açılmadı ki, inşası askıya alındı…” derken sustum ve başımı evet anlamında salladım. Ardından “Sence Serkan Amca’yı ne zaman aramalıyız?” diye sordum. Demir, arabayı son hızla sürüp tüm kırmızı ışıklardan geçerken bana “Park ettiğimiz anda ara ve nerede olduğumuzu, onlara verilen adresin yanlış olduğunu söyle,” dedi.

Telefonum çalmaya başladığında Serkan Amca’nın aradığını gördüm.

“Sanırım adresin yanlış olduğunu çoktan anladılar,” dedim. Demir sağa dönmesi gereken yerde hiç yavaşlamadan sağa döndü; neredeyse kaza yapıyorduk fakat son anda kurtulmuştuk.

“Serkan Amca?”

“Boşuna buraya gelmeyin, adres yanlışmış. Güvenlik görevlisi de kaçtığınızı söyledi…” derken, onun sözünü kestim ve “Aslında katil Ateş, nasıl anladığımız uzun hikâye fakat Güneş bizi aradı ve teknik olarak onu Ateş’in kaçırdığını söyledi,” dedim.

Serkan Amca “Ne? Hemen karakola dönün! Hiçbir yere gitmeyin! Yanınızda destek yok,bir şey yok…”

“Hayır Serkan Amca, gitmek zorundayız. Sizin köprüyü geçip bu yakaya gelmeniz çok uzun sürecek ve o zamana kadar Güneş’in iyi olacağının garantisi yok. Şu anda Ateş’in arabasının park ettiği yere varmak üzereyiz ve Güneş’i…”

“Arda! Beni dinle ve hemen Demir’le karakola dönün! Hemen diyorum!”

“Üzgünüm ama yaptığım hatayı telafi etmek zorundayım,” dedim ve telefonumu kapattım. Tamamen kapattım. Serkan Amca’nın sürekli arayacağını biliyordum ve şu dakikadan itibaren artık hiçbir şeyi dinlemek istemiyordum.

Demir “Geri dönmemizi istedi değil mi?” diye sorduğunda ona, “Evet, ve işin iyi tarafı biz şu anda alışveriş merkezine iki dakikalık mesafedeyiz fakat Serkan Amca şimdi bir ekibe buraya gelmesi için emir verse, bizim asla önümüze geçemezler,” dedim.

Demir “Bunun iyi mi kötü mü olduğu konusu tartışılır ama,” derken, arabayla kaldırımın üstüne çıktı ve sürekli kornaya basarak kaldırımdan geçen insanların yoldan çekilmelerini sağladı. Ardından aslında araba yolu olmayan bir ara yoldan arabayla geçerek doğruca alışveriş merkezinin yarı inşa edilmiş binasının önüne çıktı. Arabayı park eder etmez kemerini açtı ve arabadan indi. Güneş’in ceketini unutmadım ve elime aldım. Binaya girmeden önce cebimden çıkardığım fotoğrafımıza bakma ihtiyacı hissetmiştim.

Güneş’in Ağzından

Ateş, “Sana ağlamayı kesmeni söyledim!” dedi ve bana tokat attı.

Hıçkırıklarımın duyulmasını engelleyebilmiştim fakat gözyaşlarım, görüşümü bozmaktan vazgeçmiyordu.

“O son konuşmayı neden yaptırdın ki? Beni zaten öldüreceksin fakat neden, neden onları dinlememi sağladın? Hani öldürmekten zevk almıyordun? Beni az önce öldürdüğünün farkında değil misin?” diyerek, ona bağırıyordum.

Gülümsedi ve bana yaklaşıp tam önümde çöktü.

“Güneş, Güneş, Güneş… intikam almak güzel. Ona sonunda kaybetme hissini yaşatacağımın düşüncesi bile tatmin edici fakat zaten yok olacak olan duyguları önceden bitirmenin ne anlamı var? Üzmek istediğin insanı sonrasında daha fazla üzebileceksen neden o şansı kullanmayasın ki?”

“Sen manyaksın.”

“Hayır, bu yaptığım şey gayet mantıklı. Birine hemen kaybedeceğini söylediğin zaman o kişi üzülür. Fakat önce umut verirsen, kazandığı hissini ona yaşatırsan ve ardından onu yenersen işte o zaman yok edeceği duygular dönüp dolaşıp onu yok eder. Ah, hayır, Demir’i öldürmeyeceğim. Ona az önceki konuşmanızla verdiğim umut, senin cesedini görünce nefret, öfke ve hüzünle birleşip onu içten bitirecek. Tüm hayatı boyunca bir daha asla eski haline dönemeyecek ve işte o zaman kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu anlayacak,” dedi.

“Beni bulacaklar! Seni adi herif, beni bulacaklar ve bu çöplükten kurtaracaklar! Sonra da seni parça parça edip…”

“Hahahaha, söylediğin şeyler ne kadar da tatlı! Bu söylediklerinin son sözlerin olduğunu anlaman daha kaç saniyeni alacak acaba?” dedikten sonra namluyu çekti ve duvarlardan birine nişan aldı.

Silahtan çıkan kurşun duvarda sabitlendiğinde irkildim.

“Biri gitti, dört kaldı,” dedi gülümseyerek.

Bu psikopat herif on altı kızı öldürürken tereddüt etmediği gibi, beni öldürürken de etmeyecekti.

“İntikamını aldıktan sonra ne yapacaksın? İlgi çekmek mi istiyorsun? Paraya mı ihtiyacın var?” diye sorduğumda bacaklarımı birbirine yaklaştırdım. Az da olsa artık benim emirlerime uymaya başlamışlardı.

“Paraya elbette ihtiyacım olacaktır, bu yüzden Cenk’ten sonra…”

“Saçımdaki tokayı görüyor musun? Binlerce dolar değerinde ve onun karşılığında…”

Sözümü kesebilecek kadar yüksek bir kahkaha attı.

“Bak, gördün mü? Önce seni kurtaracaklarına inanırken şimdi de hayatın için pazarlık yapmaya başladın, sanırım vaktin geldi o zaman. Özür diliyorum Güneş, bu senin davan değildi fakat bana kendi davamda yardımcı olduğun için sana teşekkür ediyorum…”

“Dur! Söylemem gereken şeyler var,” derken, eğer konuşmama izin verirse zaman kazanmak için neler söyleyebileceğimi düşünüyordum fakat aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ateş yürüdü, bana yaklaştı ve ben hala yerde dururken silahı alnıma yasladı. Silahın sertliğini bir kez daha yüzümde hissettiğimde gözlerimi sımsıkı kapattım. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Demir’i, Arda’yı, eniştemi, hiçkimseyi beklemenin bir anlamı yoktu. Her şey bir yana, en çok da yetişememek onların duygularını katledecekti, tabii benim katledilen bedenimden sonra…

“Lütfen…” diye fısıldadım gözlerimden akan yaşlar kollarıma damlarken. Kollarıma damlayan yaşları bile hissedebilmeye başlamıştım fakat artık zaman kazanmaya çalışmak benim için çok yorucu geliyordu.

Tekrar titremeye başladım fakat bu sefer soğuktan değildi. Ensemdeki her bir tüyün havaya kalktığını hissedebiliyordum. Her saniye benim son saniyem, her verdiğim nefes benim son nefesim, her düşündüğüm şey son düşüncem olabilirdi.

“İyi şeyler düşün,” dedi.

En azından annemi, babamı ve Atakan’ı görebileceğim.

Tek tek hayatımda beni ben yapan anları, kişileri ve şarkıları düşündükten sonra belli kişilerin yüzlerini, sımsıkı kapattığım gözlerimin önüne getirdim.

“Hazırım,” diye fısıldadım.

“Özür dilerim.”

Ateş’in sözünü, odanın kırılan kapısının çıkardığı ses kesti.

Arda’nın Ağzından

Önünde Ateş’in arabasının olduğu, inşası durdurulmuş alışveriş merkezine girerken akşamüstüydü ve güneş batmaya başlamıştı. Binanın üst katlarının hepsi açık olduğu için Güneş’le Ateş’in oralarda olacaklarını düşünmemiştik, bu yüzden doğruca aşağı inen merdivenlere yöneldik.

Demir, sürekli çalan telefonunu sessize aldı ve ardından flaşı açtı. Yerin altındaki gri duvarlı koridorlardan geçerken ne tarafa döneceğimizi bilmiyorduk ve rastgele ilerliyorduk. Hızlı olmamız gerekiyordu fakat nereye doğru ilerlememiz gerektiğini bilmediğimiz için hızlı olmak işimize yaramıyordu.

En sonunda yine ilk kullandığımız merdivenlere gelince daireler çiziyor olduğumuzu anladık ve durduk. Nereye gitmemiz gerektiğini konuşurken duyduğumuz silah sesi bizi uyardı.

Demir “Siktir,” dedikten sonra koşarak sesin geldiği yöne doğru gitmeye başladı. Karşımıza inilecek yeni bir merdiven daha çıktığında tekrar aşağı indik ve ilerlemeye devam ettik. Güneş’in hıçkırıklarını duyarken hâlâ yaşıyor olduğuna inandım. Seslerin sol taraftaki koridordan geldiğini anladım ve sağ tarafa doğru bakan Demir’i, kolundan tutup sol tarafa çevirdim. Beni takip etmeye başladığını anladığımda kolunu bıraktım ve koridorda sessizce yürümeye başladık.

Kapısı kapalı olan odalardan birinin önünde durduğumuzda kesinlikle orada olduklarını anlamıştık. Demir doğruca kapının koluna davrandığında hızla onun kolunu tuttum ve aşağı indirdim.

Eğer kapı kilitliyse Ateş bizim geldiğimizi anlayacaktı ve anında Güneş’i öldürecekti. Kapı kilitli değilse de hemen odaya girip olaya müdahale edebilecektik fakat kilitli veya kilitli olmaması durumları yüzde elli yüzde elliydi. Bu yüzden kapıyı her ihtimale karşı kırarak açmak hem Ateş’in dikkatini dağıtacaktı, hem de lehimize olacaktı.

Ben saniyeler içinde bunları düşünürken, Demir’in gözleri öfke saçıyordu. Bekleyemiyordu. Ona elimle beklemesini işaret ettim ve ardından çok yavaşça elimi kapının üstüne koydum. Yapıldığı malzemeye dikkat ettim ve ardından neresine tekme atarsam tek seferde kırabileceğimi hesaplamaya çalıştım.

Biraz açıldım, teep kick ile kilidin yakınındaki en uygun yere tekme attım ve kapı anında açıldı. İçeriye girdiğim anda Ateş’i Güneş’in alnına silah doğrulturken gördüm. O anda gördüğüm pozisyonun şokunu yaşarken, Demir, Ateş’in üstüne atladı ve silahı bırakmasını sağladı. Hızla Güneş’in yanına gittim ve bembeyaz olmuş yüzüne dokundum.

“Güneş, Güneş bana bak…”

Güneş’in gözleri açıktı fakat yere sabitlenmişti. Konuşmuyordu veya kıpırdamıyordu.

“Şimdi ellerini açacağım,” dedim ve ipi çözmeye başladım. Demir’e baktığımda Ateş’le dövüşüyor olduğunu gördüm. Güneş’in ellerini çözmeyi bırakıp Demir’e yardım etmeye gitsem, iş daha hızlı biterdi ama Güneş böyle şoktayken onun yanından bir saniye bile ayrılmak istemiyordum.

“Seni doğduğun güne pişman edeceğim.”

Demir sahip olduğu hırsla zaten iyi gidiyordu.

Güneş’in ellerini çözdüm ve az önce ellerini açarken yere koyduğum kot ceketini yerden alıp ona giydirmeye çalıştım fakat kollarını kımıldatıp bana hiç yardımcı olmuyordu.

“Civcivim, hadi. Gideceğiz,” derken onu rahatlatmaya çalışıyordum. Ceket omuzlarında dururken sonunda kollarını yavaşça havaya kaldırdı ve ona giydirmeme izin verdi. Gözlerini yakaladığımda yüzü ifadesiz ve korku içindeydi. Neler hissedebileceğine dair en ufak bir fikrim yoktu, hiçbir zaman kendimi onun yerine koyamazdım. Dehşet verici bir durumda olmalıydı.

Güneş’i ayağa kaldırırken, onu kollarından tutup havaya kaldırmaya çalıştım fakat Güneş ayakta duramamış ve yere düşmüştü.

“Bacaklarım,” dediğinde, zayıfça kaldırdığı sağ elinin işaret parmağıyla yerdeki kırılmış şırınga parçalarını gösteriyordu. Ateş ona bir çeşit anestezi uygulamış olmalıydı. Arkamı dönüp Demir’le ikisine baktım. Odanın bir köşesine fırlatılmış silah gibi, Demir de Ateş’i o duvardan diğer duvara atıyordu. Demir’in kaşından süzülen kan, Ateş’in kırılan burnundan akan kanın yarısı kadar bile değildi.

Ayağa kalktım ve Demir’in yanına gidip “Bu orospu çocuğunu bana bırak,” dedim.

Demir son bir kez Ateş’in kırılan burnuna kafa attığında Ateş acıyla inledi. Bu ona azdı bile.

Demir, Güneş’in yanına gittiğinde Ateş’in karnına yumruk attım. Çektiği acıyla karnını tuttu ve yere düştü.

“Hayır, düşemezsin, henüz düşemezsin,” dedim ve onu yakasından tutup tekrar ayağa kaldırdım. Ateş gülüyordu ve bana ters psikoloji uygulamaya çalışıyordu fakat dikkatim dağılmayacaktı. Yaklaşık bir yıldır bunun için eğitim görüyordum. Tam dört kere sert bir şekilde kasıklarına dizimi geçirdikten sonra çenesine attığım yumrukla çenesi çıktı ve ağzından kan gelmeye başladı. Demir “Arda, gidelim,” dediğinde, Güneş’i kucağına almıştı ve kapının önünde duruyordu. Güneş yarı baygın bir şekilde sayıklarken dikkatimi tekrar Ateş’e verdim ve onu yere attım. Son kez karnına yediği bir tekme ile rahatlamış olmalıydı. “Arda, kapının parçalarını çek. Yoksa geçemeyiz,” dedi Demir, kucağında Güneş’i taşırken.

Kapıya gittim ve az önce kırılan parçalardan geriye kalan ve kapıdan ayrılmamış sert parçaları da sökmeyi denedim. Sonunda buradan gidecektik. Demir, Güneş’le birlikte kapıdan çıkarken, Ateş’in “Bu burada bitmedi Demir…” diye fısıldamasının ardından, başımı Ateş’in yattığı yere çevirdim. Elinde silah vardı ve Demir’e nişan alıyordu.

Tetiği çektiği anda tek bir saniye bile düşünmeden bir adım ileri attım. Demir’in sırtının hizasında duran göğsüm, yanma hissiyle canımı yakmaya başladığında ikinci silah sesini duydum.

İkinci kurşun da karnıma denk gelince dengemi kaybettim ve dizlerimi kırarak yere düştüm.

Sırtüstü uzanmaya çalıştım. Ben yere düşünce Ateş, silahı Demir’e doğrulttu fakat şarjör boşalmıştı. Demir, Güneş’i odanın dışına bıraktı ve Ateş’e doğru yürüyüp eline bastı. Silahı düşürmesini sağladı. Bu sefer silaha tekme attı ve Ateş’ten oldukça uzak bir yere gitmesini sağladı.

Ateş, başına aldığı bir darbeyle bayılmadan önce gülüyordu.

Silahın uzak bir yere atıldığını ve Ateş’in de bayıldığını gördükten sonra rahatladım, gözlerimi kapattım. Sol elim isteklerime cevap vermezken, hâlâ kullanabildiğim sağ elimi karnımda canımı acıtan bölgeye koydum.

Yarı inşa edilmiş binanın boş koridorlarında yankılanan polis sirenlerinin seslerine bir meleğin sesi karışınca gözlerimi açmak zorunda kaldım. Onu son bir kez daha görmek istiyordum.

Güneş yerde emekleyerek yanıma geldi ve beni yakından gördükten sonra bir eliyle ağzını kapattı.

“Hayır,” dedi az önce içinde bulunduğu şoku atlatmışken. Kolunu ve bacaklarını emeklerken kullanabilmişti. Bu, anestezinin etkisinin geçici olduğunu anlatıyordu ve beni mutlu etmişti. İyi olacaktı.

“Arda,”

Ellerini vücudumda hissettiğimde, sağ elimi karnımdan kaldırıp elini koyduğu yere götürdüm. İsteğimi kabul etti ve elini tutmama izin verdi. Hissettiğim ıslaklık kandı.

Demir hızlıca kapıdan çıktı, tüm koridorları inletecek bir şekilde “Aşağıdayız! Doktor lazım! Arda vuruldu!” diye bağırıyordu.

Düşünsenize, dünyada en çok sevdiğiniz kişiyle baş başa geçirebileceğiniz son anın bu olduğunu biliyorsunuz, söylemek istedikleriniz de hazır fakat sadece konuşabilecek güce sahip değilsiniz.

Aslında, hiçbir şey için yeterince güce sahip değilsiniz.

Tükeniyorsunuz. Solan bir çiçeğin her saniye ne hissettiğini anlıyorsunuz ve çektiğiniz acının eğer uyursanız geçeceğini biliyorsunuz. Sizi uyumaktan alıkoyan şey sarışın bir meleğin sesi olsa bile birazdan o sesin de sizden uzaklaşacağını biliyorsunuz.

Tekrar soruyorum, son saniyelerinizi yanınızda en sevdiğiniz insan varken nasıl geçirirdiniz?

Mavi gözleri, göğsümden ve karnımdan yayılan kanı kabul etmiyor ve her şeyin durmasını istiyordu. Ben gidince kendini suçlayacaktı. Ben nasıl o kaçırıldığı zaman kendimi suçlamışsam, o da ben gidince kendini suçlayacaktı ve ruhsal olarak tüm renklerinden arınacaktı. Yıkanmak isteyecekti, fakat yıkanırsa tüm zemine yayılmış ve onun vücuduna bulaşmış olan kanımın gideceğini bilecekti. Gittiğimi bilecekti ve üstüne bulaşmış olan kırmızı sıvının benden kalan son anı olduğunu düşünüp belki de saatlerce Demir’in onu ikna etmesini bekleyecekti.

“Bu, bizim son anımız değil Güneş,”

Sesimi duyması, hıçkırıklarını serbest bırakması için yeterli olmuştu. Bana yaklaştı ve titreyen elleriyle saçlarımı ve yüzümü okşamaya başlamıştı.

“Seni de kaybetmeyeceğim, bana bunu yapamazsın. Bir tek sen kaldın,” dediğinde, dolan gözlerimi serbest bıraktım. Nefes almak güçleşiyordu. Karnımdakinden çok, sol göğsümün hemen altındaki kurşun kalbime zorluk çıkarıyordu ve çektiğim acıyı anlatabileceğim bir kelime yoktu. “Özür dilerim, her şey için özür dilerim. Seni çok seviyorum. Sen benim çocukluğum, gençliğim ve geleceğimsin, lütfen beni bırakma, lütfen…”

Demir geri geldi ve Güneş’e “Bu orospu çocukları ikinci merdivenden de inmeleri gerektiğini anlayamadılar, hemen geliyorum,” dedi ve geriye sadece boş koridorlarda yankılanan adım seslerini bıraktı.

Böylesine saf bir güzelliğin ağlama sebebi olmak kendimi kötü hissetmeme neden olurken başımı ona doğru çevirdim ve tüm gücümü toplayıp o anda en çok ihtiyacım olan şeyi söyledim.

“Civciv…”

Ağlayarak “Arda, buradayım. Bodrum’da karşılaştığımız Elif vardı ya, daha onunla buluşmamız gerekiyor,” dedi fakat anlatmak istediği bu değildi. Aslında gelecekte yapacağımız daha çok şey olduğunu anlatmaya çalışıyordu fakat tüm kelimeler basit kalıyordu. Umursamadım. Hayatımda ilk defa ona karşı bencil davrandım ve istediğim, son saniyelerimde ihtiyaç duyduğum şeyi söyledim.

“Bana şarkı söyle.”

Son kelimeyi söyleyebilmiş olmanın beni mahvetmesiyle, göğsümdeki kurşunun hareket ettiğini hissedebiliyordum. Ben kıpırdadıkça vücudumun içinde ilerleyen küçük parça beni yok ediyordu.

Güneş, bir eliyle saçımı okşamaya devam ederken öbür eliyle de elimi tutuyordu. Az önce soğuktan ve şoktan titreyen elleri bu sefer tenine değen kandan dolayı daha sıcaktı.

Gözlerini sımsıkı kapattı ve açtı. Sanki açtığı zaman tüm bunların biteceğini ummuştu, fakat gördüğü manzaranın değişmediğini anlayınca dudaklarını birbirine bastırdı ve bana doğru eğildi. Kampüsün çıkışındaki tartışmamızın ardından ona söylediğim şarkıyı bu sefer o bana söylemeye başladı.

Fısıltı şeklindeki sesi melodi oluşturmaya başladığında gülümsemeye çalıştım. Gülümsemeye çalıştığımı görünce o da gülümsedi fakat ben hayatımda bu kadar hüzünlü bir gülümseme görmemiştim.

Ben hayatımda bu kadar saf, güzel, masum, beyaz, samimi ve meleksi bir gülümseme görmemiştim.

Sesi üzerimde ninni etkisi uyandırırken tüm benliğimdeki gücü gözlerimi açık tutmaya harcadım. Yüzünü bir saniye daha görebilmek için harcadığım enerji yüzünden beynim bana bağırıyordu fakat umurumda değildi. Fısıldadığı şarkı nakarata ulaşamadan gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Onun muhteşem fısıltısını çok uzaktan da olsa duyabiliyordum. Ama Güneş hemen yanımda durmuyor muydu?

Neden sevmenin zayıflık olup olmadığı, hep Demir’in konusuydu? Benim de bu konu hakkında birkaç düşüncem olamaz mıydı?

Sevmek belki de şu anda bu hayattan gidiyor olmamın açıklamasıydı fakat eğer sevmenin zayıflık olduğunu düşünseydim, daha en başta Güneş’i kurtarmaya gelmezdim. Gücünü asla hafife almadığım sevmek, şu anda hayatta en sevdiğim kızın hayatta en sevdiği adamı kurtarmıştı ve ben tek bir saniye bile tereddüt etmemiştim.

Demir’i kurtarmak Güneş’i kurtarmak demekti ve ben Güneş için her şeyi yapardım.

Meleksi ninni kesildiğinde kendimi boşlukta hissettim. Gözlerim kapalıydı ve açmaya çalışmak imkânsızdı. Duymayı veya kımıldamayı denemekse asla yapamayacağım bir şeydi.

Son hissettiğim şey, alnımın üstünde, civcivime ait olduğunu bildiğim yumuşak ve korkak dudaklardı. 


error: Bu içerik koruma altındadır.