Karanlık Lise 3 – Bölüm 1


༯ 1 ༯

CANSU

Kırılan ilk tabağın gürültüsüyle irkildim. Bir şeylerin fırlatılıp parçalanmasına alışmış kulaklarım, yine de o parçalayanı her seferinde affetmişti işte. Hazırlıksız yakalanması normaldi. İrkilmem yüzünden parmaklarımdan kayıp sehpanın üzerine düşen boya kalemini geri alacak vaktim yoktu. Dizlerimi koruyacağı için o sabah pantolon giydiğime mutlu oldum. Ellerimi salonumuzun ortasındaki sehpadan halıya indirdim. Ne kadar çabuk saklanırsam o kadar az zarar göreceğimi biliyordum. Hızlıca emekleyerek büyük yemek masasına ilerledim.

Annemin “Sen hiçbir zaman beni ya da kızımızı düşünmüyorsun!” diye bağırdığını duyduğumda masaya ulaşmıştım. Dizlerimin üstünde olmama rağmen uzanabildiğim masa örtüsünü tek elimle yukarı kaldırdım. Başımı altından geçirir geçmez eski yerine doğru yavaşça süzüldü.

“O kızımız değil, senin kızın!”

Halının sert yüzeyinde dizlerimin acımasını engellediği için teşekkür ettiğim pantolonumu okşadım, ardından bacaklarımı kendime çektim. Kollarımı etraflarından geçirerek birleştirdim. İyi ki yaz değildi, çünkü yazın herkes şort giyerdi ve babaları annelerine bağırdığında korunmak için büyük, görkemli ve koruyucu yemek masasının altına giden her çocuğun yolda dizleri acırdı.

Sanırım sonbahardaydık. Bu yüzden sonbahar artık benim en sevdiğim mevsim olacaktı. Ama kışın da pantolon giyiyorduk ve dizlerimiz acımıyordu. O zaman kış da benim artık en sevdiğim mevsimdi. Acaba sonbahar bunu duysa üzülür müydü?

Bağırışlar yakınlaştığında annemin üzülerek salona geldiğini anlamıştım.

“Canset senin de kızın! Artık şunu söylemeyi bırak!”

İsmimi duyduğum anda kollarımı bacaklarımdan çözdüm ve kulaklarıma götürdüm. İstemiyordum. Artık bunun bir parçası olmak istemiyordum. Annemin benim yüzümden üzülmesini istemiyordum.

“Onun kahverengi saçları ve kahverengi gözleri var. Benimle uzaktan yakından alakası yok. Nasıl kızım oluyormuş o benim? Al… Boyadığı şu kitaba bak. Hâlâ bunlarla uğraşıyor! Bebek büyütüyorum sanki!”

Fırlattığı boyama kitabım, saklandığım büyük yemek masasının hemen yanına, görebileceğim bir yere düşmüştü. Yavaşça eğildim ve örtünün altından babamın nerede durduğuna baktım. Arkası masaya dönüktü. Şimdilik güvendeydim.

Hızlıca elimi masanın altından pembe kapaklı boyama kitabıma uzattım ama uzanamıyordum. Kolum çok kısaydı ve pantolonum bu sefer yardım etmekten vazgeçmişti.

“Çocuğu sen büyütmüyorsun ki, ben büyütüyorum! Sarhoş gezmenden bıktım! Canset birinci sınıfa daha yeni başladı. Artık kendine çeki düzen vermen gerekiyor Ekrem.”

“Hah, birinci sınıf mı? Hâlâ boyama kitaplarıyla oynadığına göre zekâsı da seninki gibi geri herhalde. Al işte, senin kızın olduğu belli. Bunlar boş işler!” dediği gibi babam, bu sefer boya kalemlerimi de fırlattı.

Küçük salonun her yerine dağılanlardan kırmızı olan, masanın altına kadar gelmeyi başarabilmişti. Eğer kitabıma uzanabilirsem belki de boyamaya devam edebilir…

Birden o korkunç ve tanıdık ses geldi. Hani anneanneler ve babaanneler komşunun kızı kötü bir şey yaşadığında “Vah vah” diyerek ellerini bacaklarına vururlar ya… Ya da öğretmenimin sınıfta sürekli ceza alan sıra arkadaşım Ahmet’in eline cetvelle vurduğunda bir ses çıkar… Sınıfta hepimizin bir anda istemeden bile olsa gözlerimizi sımsıkı yumup sonra hemen açmamıza neden olan sesti işte yine duyduğum.

Boyama yapmaya devam edersem kulaklarımı kapatamazdım çünkü ellerim boya kalemlerini tutmakla meşgul olurlardı. Bir karar vermem gerekiyordu. Boyama kitabıma ulaşmak mı, yoksa kulaklarımı yeniden…

“Ekrem… Canset burada! Yapma!”

Aynı ses tekrar geldi.

Sanırım seçmem gereken bir şey kalmamıştı çünkü ellerim çoktan kulaklarımla buluşmuştu.

Her şey daha iyi olmuştu bir anda. Önce ben banyo yaparken annemlerin bağırışlarının geldiği gibi boğuklaştı sesler. Daha sonra akşamları babamın ayaklarını boyama yaptığım sehpaya uzatarak izlemeyi sevdiği küçük televizyonumuzun yanında duran, anneme anneannemden kaldığını bildiğim, beni asla yakınına yaklaştırmadığı mavi vazonun parçaları bana arkadaşlık etmeye geldi. Vazonun kırılan parçalarından dört büyük olanına beni yalnız bırakmadıkları için tek tek teşekkür ettim ama sonra bana, aslında benim için değil, büyük ve görkemli yemek masasının korumasında olmak için oraya geldiklerini söylediler. Biraz üzüldüm ama sonuçta ben de aynı nedenle oradaydım. Yine de henüz küçük olsam da onların ablaları olarak hepsini iyi karşılamak istedim.

Kulaklarımı açmadan ayak parmaklarımla vazo parçalarını kendime yaklaştırmaya çalıştım.

“… Aaah! Boşanacağım senden! Vurma, yeter artık vurma!”

Yemek yemek için sofrayı kurarken bir bardağı masaya yanlışlıkla çok hızlı şekilde koyduğumda çıkan sesin daha şiddetlisini duyuyordum şimdi de.

Çoraplarımın kesilmemesine dikkat ederek vazo parçalarını etrafımda dizmeye başladım.

“Benden boşanabileceğini mi sanıyorsun? Nereye gideceksin ha? Sen kim olduğunu sanıyorsun kadın?”

Annemiz yemek yaparken mutfakta bir tencereyi yere düşürdüğünde çıkan ses vardı ya hani, onun biraz daha kalını gibiydi annemin çığlıklarına yeni eklenen ses.

“Bırak… Ekrem yalvarırım bırak. Nolur…”

“Tabii, yalvaracaksın. Bu kasabada başka kim seni alır sanıyorsun ha!”

Annemin hıçkırıklarını duymak istemediğimden ellerimi kulaklarıma biraz daha bastırdım. Ben de bazen ağlıyordum. Ahmet de öğretmenimiz eline cetvelle vurduğunda ağlıyordu. Babaannem kendi küçük televizyonundaki o üzücü diziyi izlerken ağlıyordu. Herkes ağlıyordu.

Ama hiç kimse annem gibi ağlamıyordu.

Kaç vazo parçasıyla arkadaş olmuştum ben şimdi? Bir, iki…

“Ekrem! Hayır! Kızımı bırak…”

Sağ kolumu masanın altından yakaladığı gibi beni yukarı çeken babama karşı tek yapabildim şey, hâlâ sol elimi kulağımda tutabiliyor olmaktı. En azından bir kulağım annemin hıçkırıklarını duymak zorunda kalmayacaktı.

“Benim param senin boya kitaplarına mı gidiyor?”

Ben asla baba olmayacaktım. Çünkü babalar bir soru sorduklarında cevap istemiyor da olabilirler. Yani cevap verseniz de kızarlar, vermeseniz de. Bu yüzden vermezsiniz.

“Cevap versene be! Benim param senin bu aptal boyalarına mı gidiyor? Okula kaydettirdiğimiz yetmiyor mu?”

Kolumun acısı, babamın beni sağa sola çekiştirmesiyle sanki tüm vücuduma yayılıyordu.

“Kızımı bırak! Nolur bak, ne istersen yaparım. Canset’i bırak! Yalvarırım… O senin de kızın.”

Annemin bize yaklaşmasıyla birlikte babam diğer koluyla annemi itti ve küçük televizyonun karşısındaki ikili koltuğa düşmesine neden oldu.

Babam bana bağırmaya devam ederken tükürükleri yüzümün her yerine geliyordu. Ağzı çok kötü kokuyordu. “…Ne zaman büyüyeceksin sen? Benim evimde yaşıyorsun, benim paramla geçiniyorsun. Anan çok istedi diye seni okula da gönderiyorum. Bir de üstüne boyama kitabı mı istiyorsun? Defol git gözüm görmesin seni! Defol!”

Kolumu kurtarabildiğim anda koşarak masanın altına geri döndüm. Bacaklarımı kendime çektim ve kulaklarımı yeniden kapattım. Ne kadar bastırırsam bastırayım, onları hâlâ duyabiliyordum.

Kasaba pazarında annemin diktiği tüm elbiseleri satmıştık. Elimiz boş bir şekilde dönerken karşıdan gelenler sadece bana selam veriyorlardı. Annem kocaman bir şapka takıyordu ve kimse onun yüzünü göremiyordu. Bu nedenle karşıdan gelirken onu tanıyamayanların aksine ben şanslıydım. Hem onun benim annem olduğunu biliyordum hem de boyum kısa olduğu için başımı kaldırıp yukarı baktığımda yüzünü görebiliyordum.

Dün geceyi yine salondaki büyük, görkemli yemek masasının altında geçirmiştim ve ben ne zaman oraya girsem, annem ertesi birkaç gün şapka takardı.

“Anne…”

“Söyle prensesim.”

“En sevdiğin renk mor mu?”

“Hayır, yeşil. Neden sordun?”

Yeşil mi? Neden yeşildi ki? Madem moru sevmiyordu o zaman neden bazen mor boyayla makyaj yapıyordu?

“Hiç, ben öyle sanmıştım.”

Günler, aylar, hatta yıllar geçiyordu ama eve vardığım an başlayan kavga benim için yine en monoton halinde sürüyordu. Kulaklarım bir süre sonra küfürlere alışmış, onları hayatın normal bir parçası saymaya başlamıştı.

“Canset’i de alıp gideceğim bu kasabadan. Seni çekmekten bıktım!”

Bugün okulda üçüncü sınıflar arasında yaptığımız koşu yarışmasında ikinci olmuştum ama birinci olamadığıma üzülmüyordum. Yarışa katılan tek kız bendim ve bu nedenle okuldaki bütün kızlar beni tam bir teneffüs boyunca alkışlamışlardı. Tek sorun etek giyiyor olmamdı. Bir an önce formamı çıkartıp pantolonumu giymek istiyordum.

“Nereye gidebileceğini sanıyorsun? Paran yok. Kasabanın dışında tanıdığın yok. Rüya görüyorsun kadın!”

Kapının dışında ayakkabılarımı çıkarttım, terliklerimi giydim. İçeri girmek için kapıyı açtığımda babam ve annem tam da kapının diğer tarafında kavga ediyorlardı. Sanırım bu yüzden ayakkabılarımı çıkartırken onları çok iyi duyabilmiştim.

Annem bana baktı. Yanıma geldi. Elini omzuma koydu ve beni kendine çekti. Ona sarıldım.

“İstanbullarda okuyacak benim kızım. Benim gibi aldanıp her gün dayak yemeyecek!”

Babam bize yaklaştığında annem bir adım geri gitti. Ben de ona sarıldığım için onunla birlikte hareket ettim. Babam önce ellerini başına götürerek pis, siyah saçlarının arasında gezdirdi. Ardından kollarını iki yana açtı. Hiç de alışkın olmadığım sakin bir ses tonuyla “Feride, ben ne zaman sana elimi kaldırdım?” diye sordu.

Annem güldü. Saniyelik bir kahkahaydı ve saniye sona erdiğinde gülmeyi bıraktı. Babamı ne kadar sinirlendirdiğinin farkına varmıştı.

“Neye güldün sen?”

“Gülmedim.”

“Güldün güldün. Neye güldün sen? Söyle hadi. Bana cevap vermek öyle kürkten kıyafet yapmaya, onları pazarda satmaya benzemez…”

Babam gülümsüyormuş gibi gözüküyordu ama annemin bu sabah beni okula gönderirkenki gülümsemesi gibi değildi. Babamınki korkunçtu. Annemin üstüne yürümeye başladığında sarılmaya devam ederek onun arkasına geçtim. “Söylesene! Hadi! Neye güldün? Sana neye güldüğünü sordum!”

Annem bana baktı.

“Canset odana git.”

Annem babama cevap vermek yerine benimle konuşuyordu. Onu kızdırmamamız gerektiğini hep o söylerdi oysa. Babamın kemerini açmaya başlaması, annemin bana aynı şeyi tekrar etmesine neden oldu.

“Canset, odana git.”

Annem yumuşak bir ses tonuyla bana odama gitmemi söylüyordu ama yerimden kıpırdayamıyordum. Babam kemerini pantolonundan çekip çıkardı ve ikiye katladı.

Annem eğilerek benimle aynı hizaya geldi. “Canset! Büyük, görkemli yemek masamıza gitmek ister misin?”

Gözlerimi ikiye katlanmış kemerden alamıyordum. Anneme bakmadan başımı evet anlamında salladım. “Tamam, harika. Şimdi senden oraya gitmeni istiyorum. Tamam mı prensesim? Oraya git, hadi. Ben birazdan geleceğim.”

Koşarak salona, masanın altına girdim. Kulaklarımı ve gözlerimi aynı anda kapattım. Her duyduğum çığlıkta vücudum yerinden zıplıyordu. Zaten yumduğum gözlerim o anlarda daha da sıkı kapanarak canımı yakıyordu.

Bitmek bilmeyen kavgalarının sesine artık dayanamadığımda koşarak evden çıktım. Soluğu bizimkine çok benzer başka bir salonda aldığımda sorduğum ilk şey “Babaanne, burada bir tane okul var değil mi?” oldu.

Babaannem bizim evimizin sokağındaki yokuşun üst tarafındaki evde, küçük televizyonunun karşısındaki yer sofrasında hamur açıyordu.

“Evet küçük şeytan, evet.”

Babaannem beni böyle severdi. Şeytan neydi bilmiyordum ama “prenses” bana sanki daha güzel geliyordu. Belki de onu annem söylediği içindi.

“O okul da benim okulum, değil mi?”

Babaannemin hamur açarken dinlediği tek şey dizide konuşulanlardı. “Şey, babaanne…”

Çok merak ediyordum ve ona sormak istiyordum. Babaannem bu kasabadaki herkesi bilirdi ve “o okulun” nerede olduğunu da biliyor olmalıydı.

“Babaanne…”

“Ne var?”

“O tek okul benim gittiğim okul mu?”

“Evet dedim ya. Şimdi çeneni kapat. Dizi izlemeye çalışıyorum.”

“Özür dilerim,” dedim ve yer sofrasından uzaklaştım. O sırada kuzenlerim, daha doğrusu onların bana söylediklerine göre “üvey” kuzenlerim, içeri girdiler. Babaannem ayağa kalktı ve “Ah kuzularım… Hoş gelmişsiniz. Aç mısınız? Size çok güzel börekler yapıyorum,” diyerek her birini öptü.

En büyük kuzenim; pardon, üvey kuzenim, “Babaanne, para versene,” dediğinde babaannem elini göğsünün olduğu yere, kıyafetinin içine soktu . “Eşek sıpaları sizi… Tamam, sıraya geçin bakalım,” dedi. Gülümsedim ve hızla ayağa kalktım. Altıncı olarak sıranın en sonunda ben vardım.

Tek tek hepsine para verdikten sonra sıra bana geldiğinde küçük kahverengi, bezden yapılmış çantasını tekrar yerine, göğsüne koydu.

“Bana yok mu?”

“Küçük şeytanlara yok,” dedi ve ardından bütün kuzenlerimle birlikte kahkaha atmaya başladı. Yüzümü astım. “… ama istersen az önce ne diye konuşup durduğunu söyleyebilirsin. Hayırdır?”

Enerjim yeniden yerine geldi. “İstanbul okulu nerede, biliyor musun babaanne?”

Babaannem başımı çenemden tuttu ve küçük televizyona doğru çevirdi. “İstanbul bir okul değil aptal, İstanbul orası işte. Televizyondaki zenginlerin yaşadığı yer,” dedi.

“Nasıl yani, bir okul değil mi?” diye sorduğumda babaannem benimle dalga geçti.

“Aklına bu saçmalıkların hepsini o dul anan dolduruyor değil mi? Benim güzel Ekrem oğlum onu almasaydı şimdiye sonunuz ne olurdu, kim bilir? Allah’a şükredin siz, ananın çok yaşı yoktu. On altısında dul kalmıştı da aldık onu. Yoksa… Hahahay, pazarlarda sadece kürklerinizi görmezdik…”

Yüzümü ekşittim ve ondan uzaklaştım. Kuzenlerimin gürültüsünü duymuyordum artık. “Annemle dalga geçme! O beni İstanbul’da okutacağını söylüyor. Eğer o öyle bir okuldan söz ediyorsa gerçekten vardır, tamam mı? Annem asla yalan söylemez!”

“Ne?”

Babaannemin yüzündeki ifade bir anda değişti. “Hey, Mehmet!Kardeşlerini kuzenlerini sustur bakayım. Ne dedin sen şeytan? Anan seni İstanbul’da mı okutacağını söyledi?”

Çok sinirliydim. Annem bana öyle söylemişti ve annem hep doğruyu söylerdi. Ona inanmıyor olması saçmaydı.

“Evet!”

Babaannem ayaklandı ve doğruca sokağa çıktı. Peşinden koştum. Ona nereye gittiğini sordum.

“Ekrem oğlum ona diyeceğini demiştir zaten de, bir de ben diyeyim. Ne demekmiş İstanbul’a gitmek? Seni okutmak falan… Sen kimsin, o kim? Evimize, ailemize aldık sizi. Karnınızı doyurduk. Oturun oturduğunuz yerde!”

Babaannem yokuşu indikten sonra bizim evin kapısını kıracakmış gibi çalmaya başladı. Annem korkuyla kapıyı açtığında babaannem bağırmaya başlamıştı bile.

Annem hiçbir şey demedi, babaannemi eve aldı. Ben de arkalarından girdim. Babaannem mutfakta annemin pişirdiği ne kadar yemek varsa, hepsini yere döktü. Dolapları indirdi. Eşyaları kırdı. Kıracak başka şey kalmadığında bağırdı, çağırdı, en sonunda gitti. O gittikten sonra annemin yanına, mutfağa girdiğimde ağlıyordu. Beni görür görmez uzak durmamı, asla terlik olmadan buraya girmemem gerektiğini söyledi. Terliklerimi giyer giymez koşarak yanına döndüm. Yerleri temizlemesine yardım etmeliydim.

Babaannemin kırıp döktüğü ne varsa topladık. Sonra küçük dünyamızdaki küçük evimizde, annemle küçük televizyonumuzun karşısındaki ikili koltuğa oturduk. Televizyon kapalıydı. Anneme neden izlemediğimizi sorduğumda babamın yokluğundaki sessizlikte kafasını dinlemek istediğini söyledi.

Koltukta o oturuyordu, bense başımı onun kucağına koymuş, bacaklarımı koltuğun yan tarafından aşağı sallandırmıştım. Saçlarımı okşadığı zamanları seviyordum.

“Gerçek babam kimdi anne?”

Bir iç çekti. “Gerçek baban, şu anki babandan ve ailesinden kat kat daha iyiydi,” dedi.

Bu beni düşündürdü. İyi biriyse neden burada değildi ve ikinci babamla yaşamamıza izin veriyordu?

“O nerede?”

“Maalesef onu bir daha göremeyeceğiz,” diyerek yanıtladı. Üzülmüştü.

“Ben seninle evli olsaydım, seni asla bırakmazdım,” dedim.

“Canset, benim güzel prensesim, o bizi asla bırakmak istemezdi. Sen çok küçükken kalp krizi geçirdi.”

“Kalbi biliyorum, fen dersimde var. Kriz ne demek?”

Nasıl açıklayabileceğini bilemediği için o sözcüğü söylemesi gerektiğini anlamıştı.

“Gerçek baban ne yazık ki artık yaşamıyor,” dedi gözleri dolarken. Başımı kucağından kaldırdım ve doğruldum.

“Ne yani, öldü mü?”

Annem başını evet anlamında salladı.

“Neden seni döven babam ölmüyor? Ya da babaannem? Neden gerçek babam ölüyor?”

“İyiler hep kaybediyor,” dedi yüzünü düşürerek. Onun üzülmesini istemiyordum ama eğer söylediği şey gerçekse bu kötü bir anlama geliyordu.

“Biz iyi değil miyiz? Biz de mi kaybedeceğiz?”

Annem gülümsedi. “Hayır prenses, biz kazanan ilk iyiler olacağız,” dedi.

Dokuz yılımın her gününü onunla geçirmiştim. Bana konuşmayı ve susmayı, dikiş dikmeyi ve saklanmayı o öğretmişti. Bana öğrettiklerinin ikimiz için de ne kadar değerli olduğunu biliyordum çünkü ben onu tanıyordum. Annemi çok iyi tanıyordum ve benim annem asla yalan söylemezdi. Bu, bu evde gerçekliğine inandığım tek şeydi ama nedense hayatımda ilk defa bana yalan söylediğini hissediyordum.

Sanırım büyüyordum.


Her gün yeni bölüm yüklemeye devam ediyorum ama eğer beklemek istemezseniz, wattpad alywithdw hesabımdan veya basılı olarak kitaba ulaşabilirsiniz!

Eğer benimle birlikte üçüncü kitaba geçmişseniz, bana TikTok’tan veya Instagram’dan bir videomun altına yorum olarak yazabilir misiniz? Nerede olduğunuzu, kaldığınızı böylece takip edebilirim <3 Teşekkürler!!

error: Bu içerik koruma altındadır.