༯ 2 ༯
CANSU
“Merhaba. Bu kürkleri sen mi yapıyorsun? Tek başına yapıyor olamazsın, değil mi?”
Kasabanın kalabalık pazar alanındaki bu değişik kadın ve yanındaki değişik kıyafetli adam benimle konuşuyordu.
“Annem yapıyor,” dedim. Koyu renk pantolon ve ceket ve gömlekleriyle okuldaki öğretmenlerimi andırıyorlardı ama öğretmenlerimde olmayıp onlarda olan bir şey vardı sanki.
“Annen yapıyor ama sen de pazarda gayet iyi iş çıkartıyorsun. Kaçıncı sınıftasın? Adın ne?”
“Canset. Yedinci sınıfa gidiyorum. Siz kimsiniz acaba?”
“Biz Türkiye’nin en ünlü modacılarıyla çalışan bir marka adına buradayız. İşyerinden bir arkadaşımız üç hafta önce buraları gezmeye geldiğinde görmüş annenin kürklerini. Fotoğrafları gösterdiğinde biz de çok beğendik, sizinle tanışmak için İstanbul’dan geldik.”
Doğru duyduğumdan emin olmak zorundaydım. “İstanbul mu?”
“Evet, orayı biliyor musun?”
Tabii biliyordum! Annem’in bahsettiği, babaannemin saatlerce başından kalkmadan izlediği yerdi orası!
“Hatırladım, bahsederdi hep, şey, acaba gidip annemi çağırabilir miyim?”
Uzun ayakkabılar giydiği için eğilerek bana gülümseyen kadın “Çok memnun oluruz, bekliyoruz seni,” dedi. Kürkleri başıboş bırakmanın derdine takılmadan eve doğru koşmaya başlamıştım bile.
Kapıyı açtığımda babamın salonda yerde yattığını gördüm. Onlarca içki şişesinin arasında uyukluyordu ve annem de o şişeleri tek tek toplamakla meşguldü. Babamın dikkatini çekmemek için onun yanında konuşmak istemedim. Annemi kolundan tutup mutfağa çektim.
“İstanbul’dan gelmişler! Senin kürklerin için gelmişler! Modacılar galiba… Seni bekliyorlar.””
Annemi İstanbullu modacıların yanına götürdükten sonra tüm ahalinin pazar alışverişini kesip, bu kişilerin annemle ne işi olabileceğine dair tahmin yürütmeye başladığını gördüm. Arkadaki adam kürkleri incelerken kadın da annemle konuşuyordu.
“Tasarımların hepsi tamamen size mi ait Feride Hanım?”
Annem konuşmaya başlamadan önce kürklerle boğuşmaktan hep bitkin olan ellerini bir şeye sevindiğinde yaptığı gibi ovuşturdu. “Aynen öyle. Yani, tasarım falan demeyelim, hangi parça en güzel nerede durur diye düşünerek çalışıyorum. Para kazanmak ve kızıma en güzel geleceği hazırlayabilmek için işimi yapıyorum.” Annem bana baktı ve gülümsedi. Ben de gülümsedim. Tüm kasaba annemi ve bizi konuşacaktı.
“Kaç yaşında olduğunuzu sorsam ayıp etmiş olur muyum? Kadın kadınayız, bir sorun yaratmaz diye tahmin ediyorum ama?..”
“Ben yirmi dokuz yaşındayım.”
Sarışın ve topuzlu, uzun ayakkabılar giyen kadın beni her kelimesiyle büyülüyordu. Çok düzgün konuşuyordu. Çok güzeldi. Bakımlıydı. Kıyafetleri tertemizdi. Şu ana kadar sadece televizyonda gördüğüm uzun ayakkabılardan giyiyordu. Kısacası babaannem gibi değildi.
“Kaç çocuğunuz var?”
“Sadece Canset, tek çocuğum var.”
“Daha çok gençsiniz ve hayatınızda istediğiniz yere gelebilirsiniz. Bakın, biz markamız olarak sizin çalışmalarınızı çok beğeniyoruz ve bu teklifi size sunmak için buraya kadar geldik. Eğer çalışmalarınızı markamızla devam ettirip dünyaya açılmak isterseniz, bizimle iletişime geçebilirsiniz.”
Annem bana baktı. Heyecandan gözlerimin parladığına emindim. İstanbul’a gidecektik!
“Hanımefendi, bizim İstanbul’da hiçbir tanıdığımız yok. Kalacak yerimiz yok. Yol desek, buradan otobüslerle çok uzak…”
“Feride Hanım, biz şirket olarak sizin İstanbul’a uçakla gelişinizi, tüm masraflarıyla karşılayacağız. Üstelik kalacağınız iki katlı, havuzlu, altı odalı evi de size yeni hayatınıza bir başlangıç olarak hediye edeceğiz. Sonradan maaşınızla ve kreasyonlarınızla kazancınızı katlayabilir, dilerseniz daha büyük bir eve de geçebilirsiniz.”
Uçak! İki katlı ev! Havuz! Altı tane oda! Maaş!
“Hanımefendi, ben…”
“Lütfen Yurdanur deyin…”
“Peki, Yurdanur Hanım, bakın ben gerçekten teklifiniz için çok teşekkür ediyorum ama şimdilik bir cevap veremiyorum. Yani, eşimle ve ailesiyle de konuşmam gerekir zaten ve açıkçası kusura bakmayın ama, izin vereceklerini sanmıyorum.”
Annemin sözlerindeki hüznü duyabiliyordum. Heyecanım gözlerimin önüne babamın gelmesiyle birlikte sönmüştü. Anneme hayatta izin vermezdi. İş teklifine sadece gülecekti. Bize inanmayacaktı.
“Kızınıza güzel bir gelecek hazırlamaktan bahsettiniz. Bunu gerçekleştirebilirsiniz. Eşiniz de sizinle gelebilir ya da eğer… Bakın ben yanlış anlaşılmak istemem Feride Hanım ama eğer sizi geride tuttuğunu düşündüğünüz insanları hayatınızdan çıkartmayı düşünürseniz bu teklifi baskı altında kalmadan daha rahatça değerlendirebileceğinizi düşünüyorum.”
Yurdanur Hanım, ailemizin, hayatımızın zorluğuna anlayış gösteriyordu. Bize acımıyor gibi bakmak için elinden geleni yapıyordu ama aslında yapmasına da gerek yoktu. Çünkü asıl gördüğü şey, arkamdaki kürklerde gördüğü şey sanattı, paraydı, başarıydı, gelecekti.
Bizim geleceğimizdi.
Kadın önce annemin elini tuttu, avcuna bir kart bıraktı.
“Ortağımla beraber bu gece İstanbul’a geri dönüyoruz. Ben uçakta aileniz için üç kişilik yer ayırtacağım. Lütfen arayın. Sizin gibi bir yetenek gerçekten başarılı olacaktır. Lütfen düşünün,” dedikten sonra Yurdanur Hanım ortağıyla birlikte pazar alanından çıktı ve ilerideki araçlarına binip gözden kayboldular.
Anlaşılan kaybedecek vaktimiz yoktu. Annem hafif bir telaşa kapıldı. Konuyu babama ne kadar çabuk açarsak, sonuçları da aynı hızla bizi bulacaktı. O günkü satışı durdurup tüm kürkleri topladık. Eve gidip hayatımızın görmek istemediğimiz gerçekleriyle karşı karşıya kalmak üzereyken, ne olursa olsun denemeye değer olduğunu düşündüm. Annemin de benim gibi düşündüğünden emindim.
“Ne demek İstanbul’dan iş teklifi aldın?”
Babam çoktan uyanmış, yeniden içmeye başlamıştı. Deli gibi sarhoştu ve annem ona bugün başımıza gelen, belki de bir daha asla gelemeyecek harika olayı anlatmaya çalışıyordu.
“Hiçbir yere gidemezsiniz, konu kapanmıştır!”
“Bak Ekrem, gözünü seveyim her şeyi bırakıp bir kez olsun Canset’i düşün. Güzel okullarda okusa, güzel bir mesleği olsa… Fena mı olur ha? Kızımız için fena mı olur? Hem bak Ekrem’in kızı Canset İstanbul’da anadolu lisesi kazanmış, üniversiteyi kazanmış deseler hoşuna gitmez mi senin de?”
“Bu kız!.. Benim!.. Kızım!.. Değil!”
Alkolün tetiklediği öfkeyle masayı devirdiği gibi elindeki şişeyi de kafasına dikti. Bitirdikten sonra yere fırlattı. Şişe, zemine çarpıp paramparça oldu.
“Beraber gideriz işte! Öyle söylediler, sen de gelebilirsin. Lütfen böyle deme! Kızımızı düşün!”
Babam normalde olduğundan çok daha agresif bir şekilde anneme “Gidip zengin olacaksın öyle mi? Elalemin adamlarıyla orada burada gezip sonra akşam bana mı geleceksin? Yok ya!” diyerek bağırdı ve ardından anneme vurdu.
“Yapma! Ona vurma!” diye bağırdığımda içki sersemliğinin onu sadece yaptığı işe konsantre ettiğini fark ettim. Ne kadar bağırsam da beni duymuyor, anneme vurmaya devam ediyordu. Eve o gün bir ton umutla dönmüş annemi ilk sendelediği anda kollarından tuttup yere attı.
“Biz de seni burada çalışıyorsun sanıyoruz! Ulan bizim karı İstanbullularla fingirdeşmek için kürk yapıyormuş demek! Ben o kürkleri sana yedirmez miyim kadın! Sana yedirmez miyim?”
Annem, karnına yediği ilk tekmenin ardından bacaklarını kendine çekti fakat ardı ardına gelen her bir yeni tekmede vücudunu serbest bırakıyor, kendini korumaktan vazgeçiyordu.
“Onun canını yakıyorsun! Dur artık! Dur!”
Bağırmam fayda etmiyordu. Anneme vurmaya devam ediyordu.
“Ekrem sarhoşsun! Kendine gel! Yapma bak nolursun… Benim günahım ne? Şu kızın günahı ne? Nolursun yapma…”
Hayır, kemer olmaz. Hayır.
Bir anda ona doğru ilerledim ve kolundan tutup onu kendime çekmeye çalıştım. Ne yaparsam yapayım annemden uzaklaşmıyordu. Durdurmaya çalışmama rağmen kemerini çoktan çıkarttığında onu durdurmama yardım edecek herhangi bir şey için etrafıma bakındım. Yemek masasının üstündeki cam kavanozu elime aldım. Sırtına geçirdiğim anda durdu. Anneme kemerle vurmayı bırakmıştı.
Kazandığımı sandım.
Arkasına dönüp yavaşça bana doğru gelmeye başladığında bir adım geri gittim. Durmuyordu. O üstüme geldikçe ben geri gittim, en sonunda belim masaya değdiğinde artık gidecek hiçbir yerim kalmamıştı.
Aramızda mesafe kalmadığında suratıma boş gözlerle bakıyordu. Çok korkunçtu. Hiç bu kadar sarhoş olmamıştı. Ne gördüğünü, ne duyduğunu bilmiyordu. Düşünmüyordu.
Gözlerimi kapattım ve bana vurmasını bekledim. Acıyı vücudumun hangi kısmında hissedeceğimden emin değildim ama çok korkuyordum. Kendimi sıktım. Bekledim, bekledim, bekledim. Beni kolumdan tuttuğunda gözlerimi açtım. Her geçen saniye daha da güçlenen uğultunun anneme ait haykırışlar olduğunu o an fark ettim.
“Hayır! Canset!”
Beni arka odaya doğru itmeye başladı. Kolumu acıtıyordu. Annem yanından geçerken yerde kıvranarak adımı haykırıyordu. Bense babamın beni çektiği yöne yürümekten başka bir şey yapamıyordum. Çok korkuyordum. Beni kendi odama zorla sokmaya çalıştığında bacaklarım beynime ancak yanıt verebilmeye başlamışlardı.
“Bırak beni…” Kendini duyuramayan sesim, boğazıma isyan ediyordu. “Bırak beni!”
Arkamızdan kapıyı kilitlediğini gördüm. Annemin hıçkırıkları odamın kapısını delip geçerken ben içeride hayatım için mücadele veriyordum. İlk defa annem için değil, kendim için mücadele veriyordum.
Ne kadar çabalasam da, verdiğim mücadeleyi kaybedecektim.
Ne kadar sürmüştü? Beş dakika mı, yoksa on dakika mı? O beş dakikanın benim kaç ayıma, yılıma mal olduğunu benim dışımda kim bilebilirdi? Annemin haykırışlarının çağırdığı komşular odamın kapısını kırdığında benden beş yıl, ondansa sadece beş dakika gitmişti.
Kırılan kapıyı aşarak elimi tutan el beni çocukluğumun sefalet içinde geçtiği, nefretle büyüdüğü ve korkuyla susturulduğu evden çıkarttı. O el bana o anda yeniden güven verdi, gözyaşlarımı dindirdi.
“Bitti,” dedi. “Her şey bitti artık.”
Annemin kasabadaki tek arkadaşı olan Filiz Teyze’ye sığındığımızda annem bana banyoya gidip yıkanmamı söyledi. Maruz kaldığım bütün pisliklerden arınacak olmamın benden çalınan yılları geri getiremeyeceğini bilerek suyu açtım. Düşüncelerim bile o kadar kirliydi ki sabunu kaç kez elime aldığımın bir anlamı yoktu. Bunu çok iyi bilen annem, Filiz Teyze’nin torunlarına ait olan kıyafetlerden getirdi ve kendi kıyafetlerimi çöpe atıp yeni bir şeyler bulana kadar onları giymemi istedi.
Banyodaki aynanın önünde bulduğum tarakla saçlarımı taradıktan sonra çıktım ve yalnız kalmak istemediğim için Filiz Teyze’nin annemle birlikte oturdukları sedire geçtim.
“Bizi almaya geliyorlar prensesim,” dedi annem. Sesi çatlıyordu. Elleri titriyordu.
“Telefon ve banyoyu kullanmamıza izin verdiğin için teşekkür ederiz Filiz Teyze,” dedim.
“Lafı mı olur güzel kızım, yeter ki burada sığınabileceğiniz bir yer olduğunu unutmayın,” diye cevapladı sığınma nedenimizi bilmesine rağmen gülümsemeye çalışarak.
Gitmeden önce annem bana çay koydu. Filiz Teyze ise özür diledi. Her şey adına… Hayatım, babam, babaannem… Her şey için benden özür diledi. Ailemizle hiçbir bağı yoktu onun, sadece komşumuzdu ama yine de ne kadar üzgün olduğunu gözlerinde görebilmiştim.
Büyük, siyah ve havalı karavan bizi almaya geldiğinde nereye gideceğimizi biliyordum: İstanbul’a gidiyorduk. Annemle yeni bir hayata başlayacaktık ve ne babam, ne de onun yapabilecekleri bizi engelleyebilecekti. Annem mutlu olacaktı. Ben mutlu olacaktım. Birlikte daha mutlu olacaktık.
Karavanın kapısı açılınca Yurdanur Hanım bizi selamladı. “Üç kişi olacağınızı sanıyordum.”
Annem hiç düşünmedi. “Hayır, bundan sonra yalnızca iki kişiyiz.”
Sağıma baktım. İne çıka büyüdüğüm arnavut kaldırımlı yokuş, evimiz… Haftada üç günümü geçirdiğim pazar alanının hemen sonundaydı. Minik bahçelerde ekilen biberleri, çocukluk arkadaşlarımı bile özlemeyecektim. Bu kasabaya ait ne varsa o adamla birlikte sonsuza dek bir kutuya hapsolacaktı.
Karavana bindim. Hepimiz oturmuş, yola çıkmamamız için hiçbir sebep yokken kapısını hâlâ kapatmamıştık.
Filiz Teyze bana el salladı. “Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.”
Derin bir nefes alıp verdim.
“Bir daha asla buraya dönmeyeceğimden eminim Filiz Teyzeciğim.”