༯ 17 ༯
HELİN
Ortaokula geçtiğimde annem bana daha önce hiç söylemediği türden bir şey söyledi. Öyle farklı ve garip bir şeydi ki nedenini anlayamamıştım. Oysaki açıklamasını istediğimde bana sıraladığı pek çok sebep olmuştu.
“Erkeklerden uzak dur.”
Okulda erkekli kızlı oturuyorduk. Annemin söyledikleri aklımda yankılandığından okula giderken kendimi rahatsız hissediyordum.
“Artık genç bir kızsın. Çevrendeki erkekler sana ilkokuldaki gibi bakmayacaklar. Seni rahatsız edecek, aşağılayacak kelimelerle adını çıkartacaklar ve bu senin ileriki hayatını etkileyecek. Eğer onlarla yakınlaşırsan sana dokunmaya ve zarar vermeye çalışacaklar. Kendini kullanılmış ve kırılmış olarak bulacaksın.”
“Kırılmış olarak mı?”
“Kalbini… Kalbini kıracaklar. Sana ne kadar özel olduğunu söyleyip aklına girecekler ve daha sonra onları başka insanlarla birlikte aynı şeyleri konuşurken göreceksin. Daha da kötüsü senin güvenip onunla paylaştığın şeyi ertesi gün herkes biliyor olacak çünkü sır tutamayacak. Erkekler sır tutamaz. Senin söylediklerin veya direkt olarak sen; onlar için hiçbir şeysin. Erkekler için birer sakızdan farksızız. Bizi çiğner ve üstümüzden geçerler. İşleri bittiğinde kaldırımın kenarına atarlar. Ama daha en başından sen benim sözümü dinleyip erkeklerle arkadaşlık etmezsen bunları yaşamazsın.”
Dünün bugünden farkı neydi? Bir günde nasıl değişmiş olabilirlerdi ki?
“Kızlarla arkadaşlık edebilir miyim peki anne?”
Annem gülümsedi. “Tabii kızlarla arkadaş olabilirsin. Mesela senin en yakın arkadaşın benim. Şu ana kadar sana hiç kötü bir şey yaptığımı gördün mü? Ya da teyzenin bana bir kötülüğü dokundu mu?”
Aile ve arkadaşlık aynı şey miydi? Öyle olmadığını biliyordum, bana neden yalan söylüyordu?
“Hayır, kötülüğü dokunmadı,” dedim.
Arkadaş edinmekte neden zorlandığımı anlamıyordum. Evet, erkekleri tamamen elemek zorundaydım çünkü annem öyle söylemişti. Peki ya kızlar? Erkeklerle konuşmak kızlarla konuşmaktan daha kolaydı ama annemin söyledikleriyle maalesef öyle bir seçeneğim de kalmamıştı. Kızlar bana o kadar yukarıda ve ulaşılmaz gibi gözüküyorlardı ki yanlarına gidip ne demem gerektiğini bilemiyordum. Özellikle konuşmak istediğim iki kız vardı, ikisi de birbirinden çok ilgimi çekiyordu.
Yazel’i baleden tanıyordum. Benim siyah saçlarımın aksine o sarışındı. Esmer tenim yerine o pamuk gibi bembeyazdı ve ela gözlerini küçükken balede bile fark etmiştim. Yazel benim gibi dansı bırakmak yerine aynı yerde devam ediyordu çünkü çok iyiydi. Gösterilere çıkıyordu. Profesyonel bir balerindi. İnce, güzel, zarif bir balerindi… Merve ise Yazel’in en yakın arkadaşıydı. Onunla arkadaş olmak istememin tek nedeni ise benim gibi keman çalıyor olmasıydı.
Yazel’in adından gözlerine kadar her şeyi onu derslerde seyretmeme neden oluyordu. Okul formamız beyaz gömlek ve yeşil çizgili etekti ama ne bana ne de başkasına ona yakıştığı kadar yakışıyordu. Bunu anlamıyordum. Sonuçta birebir aynı kıyafetleri giyiyorduk, aynı yerden satın almıştık ama onun kıyafetine eklediği bambaşka bir hava vardı. Ayrıca dudaklarına her teneffüs sürüp her dersin başında sildiği parlatıcının da mutlaka bununla bir ilgisi olmalıydı. Acaba markası neydi? Annemde de ondan var mıydı?
“Çok istiyorsan fotoğrafını çek,” dedi Cemre yanıma otururken. Teneffüs bitmek üzereydi.
“Çekmişliğim var. Biliyorsun,” dedim gözlerimi tahtanın önünde konuşmakta olan Yazel’den alarak. İki yıldır kullanıyor olduğum pembe çantama eğildim ve içinden ilk dersin kitaplarını çıkarttım.
Cemre ortaokula başka bir sınıfta başlamıştı ama yedinci sınıfa geldiğimizde şubesini değiştirerek bizim sınıfa geçti. Okulda onu tanıyan pek fazla kişi yoktu çünkü genellikle sınıftan dışarıya adımını atmazdı. Yalnız bir kızdı, kimse de onunla konuşmaya çalışmazdı çünkü hep yüzüne düşen, omuz hizasında kesilmiş kahverengi düz saçları, üç beden büyük beyaz gömleği ve başını kaldırmadığı romanlarıyla itici bulunurdu.
Onun kadar kitap okumuyordum belki ama yine de gayet iyi anlaşıyorduk. Hiç de dışarıdan göründüğü gibi değildi. Ayrıca ortak noktalarımız da çoktu, ikimizin de babası yoktu mesela. Her ne kadar “diğerleri gibi kolay arkadaş edinemeyenler” olarak bir araya gelmiş olsak da her teneffüs birlikte takılıyor, ödevlerimizi birlikte yapıyorduk.
Ayrıca Cemre’nin annesi, annemle aynı yerde çalışıyordu. Bu durum Cemre’nin bizim sınıfa geçmesinde oldukça etkili olmuştu. Pişman değildim.
“Bu akşam bize geliyormuşsunuz,” dedim o kendi sırasına geçmek üzere ayağa kalktığında.
Beni “Yine mi?” diyerek cevapladığında bilmediğini fark ettim.
“Anlaşılan annelerimiz çok iyi arkadaşlar.”
Öğretmenimiz tam da zilin çaldığı esnada sınıfa girerken gülümsedi.
“Hayır, bizim iyi arkadaş olmamızı istiyorlar.”
Zamanla bu misafirlikler artarak devam ettiğinde Cemre’yle her günümüzü beraber geçirir olmuştuk. Birbirimizden başka hiçbir arkadaşa sahip olmayışımız ikimizi daha çok yakınlaştırırken, annemin tek arkadaşlık etmeme izin verdiği kişinin Cemre olduğunu gördüm. Onunla bir yere gideceğimi ya da onun bize geleceğini söylediğimde hiçbir sorun çıkartmıyor, aksine memnuniyetle izin veriyordu.
Sekizinci sınıfa geçtiğimde, annemin bu sefer “Her bayan mutlaka yabancı dil bilmelidir,” felsefesini oluşturmasıyla İngilizce kursuna başladım. Sürpriz değildi ki Cemre’yle aynı anda kayıt olmuştuk. Her hafta sonu zorla tıkılı kaldığımız kursun bir cumartesi gününe daha yürüyorduk.
Annemin sıkı biri olması beni bazen çileden çıkartıyordu. Yapmamı istediği şeyler, öğrenmemi istediği davranışlar, nezaket kuralları, dersler, yasaklar… Hepsi ben büyüdükçe, gün geçtikçe daha da artıyordu.
Benim sürekli kural koyan annemin aksine son derece serbest olan Cemre’nin annesiyse, kızına her gün sadece tek bir tavsiye veriyordu:
“Kendin ol.”
O anda aklıma takıldığında Cemre’ye sormak için sözünü bitirmesini bekledim.
“… kısacası topu ona atması gerekiyordu ama yine de prim yapmak için kaleye tek başına gitmeye karar verdi. Ben böyle bir aptallık görmedim Helin. Dün gece hayatımda izlediğim en aptal futbol maçını izledim sanırım.”
Futbol onunla en çok konuştuğumuz konuydu. Zorla gülümsedim, aklımda başka bir şey vardı. Kursun olduğu binaya ulaşmamıza çok az kalmıştı ve ben hiç gitmek istemiyordum.
“Sana bir şey sorabilir miyim?”
Hiçbir zaman bir kulağından eksik etmediği kulaklığıyla o sırada hangi şarkıyı dinlediğini merak ettim.
“Tabii.”
“Kendin ol ne demek?”
Kahkaha atmaya başladığında adımlarımı yavaşlattım. Birkaç adım sonra ondan geride kaldığımı fark ettiğinde gülerek arkasını döndü. Ciddi bir soru sorduğumu yüz ifademden sonunda anladığındaysa sağ kulağındaki kulaklığı çıkarttı.
“Özür dilerim.”
Yürüyerek ona yetiştim.
“Kulaklığından vazgeçtiğine göre sanırım artık bir açıklama yapacaksın.”
Yüz ifadesi değişti. Düşünceli bir hali vardı. “Gerçekten ne anlama geldiğini bilmiyor musun?”
“Daha ne kadar dalga geçeceksin?”
“Helin seninle dalga geçmeye çalışacak insana acırım, tamam mı? Sadece şaşırdım.”
“Ne zaman sizde kalsam annen sabahları biz evden çıkarken sana bunu söylüyor. Önemli bir şey olmalı.”
Cebindeki telefonda çalan şarkıyı durdurduktan sonra kulaklıkla birlikte telefonunu cebine geri koydu.
“O anda nasıl hissediyorsan ifade etmekten çekinmediğin, kendi hayatınla ilgili ne yapmak istiyorsan onu yaptığın zaman kendin olduğun zamandır. İstediğin şeyi giymen, istediğin şarkıyı dinlemen ve istediğin kişilerle birlikte olman gibi… Ama en önemlisi seçimlerinin arkasında durarak ben buyum diyebilmen.”
Cemre’nin söylediği hiçbir kelime bana tanıdık gelmiyordu.
O anda hayatım boyunca tek bir gün bile kendi istediğim kıyafeti giyememiş olduğumu fark ettim. İçimdeki açık pembe bluz, üstümdeki kot ceket, altımdaki beyaz pantolon… Bunları ben seçmemiştim. Ben almamıştım bile.
Kendi kıyafetlerime baktıktan sonra sağıma baktım. Yine kendisine üç beden büyük gelen gömleklerinden kırmızı beyaz çizgili olanını giymişti. Gömleğin sadece bir ucu gri pantolonunun içindeydi. Düğmeleri yanlış iliklenmişti. Bir eli her zamanki gibi pantolonun cebindeydi. Hep öyle yürürdü.
Benim toz pembe spor ayakkabılarımın üzerimdeki bluzle uyumundan onda eser yoktu. Ayakkabılarıyla tek omzundan neredeyse diz kapağının arkasına kadar düşen çantası hiçbir renk uyumuna sahip değildi.
Onu incelediğimi görünce “Ne kadar farklıyız, senle ben… Değil mi?” dedi.
“Saçmalıyorsun. Sadece dışarıdan farklıyız,” diyerek cevap verdiğimde kendi söylediğime ben bile inanmamıştım. “Kabul et Helin, senden ya da Yazel gibilerden çok farklı gözüküyorum.”
Yazel’in adını duyduğumda aklıma gelen Barbie görüntüsünü Cemre’yle karşılaştırmama gerek yoktu. “Kusura bakma ama sanki kimse seni görmüyormuş gibi giyiniyorsun,” dedim gülerek. O da gülümsedi. “Yanlışsın, beni gören bir kişi var.”
“Evet, annen. O da seni olduğu gibi sevdiği için…” derken sözümü kesti.
“Hayır, bir tek sen varsın. Sen de beni olduğum gibi kabul ettiğin için sokağa çıplak çıksam bile umrumda olmaz.”
Kahkaha attım. “Sen delisin.”
“Hadi boş yapma da aklına takılan başka ne varsa sor.”
Yaptığı açıklamayı düşündüm. Giydiğim kıyafetler sadece basit bir örnekti. Doğduğumdan beri bana söyleneni yapmış, daha iyi bir fikrim olmadığı ya da olamayacağına inandığım için itiraz etmemiştim. Tam bir çocuktum ve haliyle çocuk gibi davranmıştım. Onca kurs, nefret ettiğim ya da yapamadığım o kadar şey…
Büyürken, aslında bana göre olmayan ama yapmak zorunda bırakıldığım her şey hakkında kendime kızardım. Neden diğerleri yapabiliyorken ben yapamıyordum? Onlar gibi yürüyemiyor, konuşamıyor, dans edemiyordum? Kendimi o kadar üzmüştüm ki annemin istediği ama benim başaramadığım çoğu şeyin ardından günlerce kendimi kemana vermiş, odamdan çıkmamıştım. Bana herkesten yakın olan annemse bunları görmüş, lanet olsun ki hiçbir şey yapmamıştı. Çocukluğumun en büyük streslerini en ağır şekillerde yaşadığımı görüyor ama kılını bile kımıldatmadan sanki yapmak istemediğim şeyleri yapamadığım için kendimi işe yaramaz bir insan olarak görmeme izin veriyordu.
“Ben sadece aptalım. Ben çok aptalım…”
Başım ağrımaya başladığında yürümeyi bırakıp ellerimi başıma götürdüm.
Bana kimse yapamadıklarımla değil yapabildiklerimle tanımlanabileceğimi söylememişti. Bugüne kadar böyle bir seçeneğimin olduğunu bile bilmiyordum. Baş ağrımın içimde kabaran öfkeye etkisi giderek artıyor, kendimi kötü hissetmeme neden oluyordu.
“Helin sorun ne?”
Karşımda duruyor ve bana sorunumun ne olduğunu soruyordu. Hayatımda ilk defa bir insan bana beni endişelendiren, terleten ve üzen şeyin ne olduğunu soruyordu. Sinirle gülümsedim. “Ben o kadar aptal bir insanım ki…”
Bana yaklaştı ve ellerini omzumlarıma yerleştirdi. “Evet o kadar çok söyledin ki orasını anladık. Neden aptalsın onu söylemiyorsun ki yardımcı olayım Helin.”
Gülmeye başladım. Şimdi de bir insan sorunuma çözüm aramak konusunda bana yardımcı olacağını söylüyordu. Bu bana gerçekten çok fazlaydı. Bir yere oturmam gerekiyordu.
Kurs binasının önündeki kaldırımda yere oturarak bacaklarımı park etmiş iki arabanın arasından yola doğru uzattım.
Yanıma dizlerini kırıp oturmuş olan Cemre, kollarını dizlerinin çevresinde birleştirmiş, söyleyeceğim şeyi bekliyordu.
Bu sabah uyandığımda yatağımın üstüne bırakılmış kıyafetlerden dünkü akşam yemeğine kadar, yedi ay önce sekizinci sınıfın başladığı ilk haftadan itibaren her haftasonumu çürüttüğüm İngilizce kursundan diğerlerinden kötü oynadığım için atıldığım voleybol takımına kadar… Denediğim diğer tüm spor branşlarından nefret ettiğim dans okuluna kadar hiçbir şeyin kendi kararım olmadığını daha yeni anlıyordum.
“Her bayan mutlaka belirli bir kültür düzeyinde olmalıdır,” diyerek beş yaşındayken izlediğim çizgi filmi kapatan, yerine tarih belgeseli açan bir annem vardı.
“Her bayan mutlaka dans etmeyi bilmelidir.”
“Her bayan mutlaka bir müzik aleti çalmalıdır.”
“… yemek yapmayı erkenden öğrenmelidir.”
“… yalnız yaşayabilmelidir.”
“… erkeklerden uzak durmalıdır.”
“… yabancı dil bilmelidir.”
Hafızam birbiri ardına benzer anları önüme dizerken sakin kalmaya çalışıyordum. Ben bunların hiçbirini yapmak istememiştim ya da en azından isteyip istemediğim konusu bana hiç sorulmamıştı.
“Cemre…”
Kollarını çözüp doğruldu. Bağdaş kurdu.
“Ben sanırım hiç kendim olmadım. Bana gösterir misin?”
Daha yeni bağdaş kurmuş olmasına aldırmadan hızla ayağa kalktı. Söylediğim şeye şaşırmış görünmüyordu. Elini uzattı.
“Ben de ne zaman soracaksın diye bekliyordum.”
Uzattığı elinden destek alarak ayağa kalktım. Kirlenmiş olduğunu varsayarak ellerimi pantolomunun arkasına götürdüm. Keşke kaldırıma oturmamış olsaydım.
“Annem beyaz pantolonumla yere oturduğumu öğrendiğinde beni…”
“Hey!”
Sözümü keserek beni susturduğunda başımı olumlu anlamda salladım. Pantolonumu temizlemeyi bırakıp bir elimle dudaklarımın üstünde hayali bir fermuar çektim.
“Helin, az önce orada tüm hayatını sorguladığının farkında mısın? Şimdi gelip de alt tarafı bir kaldırıma oturduğun için pişman olma, lütfen bunu yapma.”
İki elimi havaya kaldırıp gözlerimi birkaç saniyeliğine yumdum. “Artık sizin emrinizdeyim öğretmenim.”
Bir kaşını kaldırdı. “Kendine gel. Sen kimsenin emrinde değilsin. Ne ben ne annen ne de başkası seni istemediğin bir şey için zorlayabilir. Beni anladın mı?”
Onun gibi serbest yetiştirilmediğim için söylediklerini kabullenmek zordu. Şimdilik sadece başımı sallamakla yetinebiliyordum.
“Anlaştığımıza sevindim. Şimdi bana ne yapmak istediğini söyle.”
“Nasıl yani? Ne zaman?”
“Şimdi, bugün, bu yıl… Fark etmez. Bana ne istediğini söyle.”
Aklıma hiçbir şey gelmiyordu! Yıllardır söyleneni yapmaktan bıkmış olmama rağmen söylenenlerin yerine hiçbir şey düşünmemiş olduğumu fark ettim. Tamam, bu sefer ipler benim elimdeydi. Karşımdaysa bana ne desem yardım edecek, hayatı boyunca aklına eseni yapmış biri duruyordu. Hangi kursa kaydolmalıydım? İngilizce yerine hangi dili seçmeliydim?
Ah! Hâlâ annemin etkisindeydim ve beni öyle programlamıştı ki sadece onun belirttiği çerçevelerden çıkamıyordum. Ne istediğimi bilememek beni orada en yakın arkadaşıma rezil ediyordu.
“Ben… üzgünüm. Ne istediğimi bilmiyorum ama…”
“Ama?”
“Ne istemediğimi biliyorum,” dedim Cemre’nin arkasını göstererek. “Bugün o lanet kursa gitmek istemiyorum.”
Gülümsedi. “Bak, en azından bir başlangıç noktamız var.”
Birlikte geldiğimiz yoldan geri döndük. İlk dersin başlamasına sadece üç dakika kalmıştı ve ben çoktan o sırada bulunmam gereken yerden bir sokak ötedeydim. Kurs yolunda her sabah ve akşam yanından geçtiğimiz parka girerken daha önce buraya hiç uğramamış olduğumuzu fark ettik.
Parkın girişteki ağaçlarla dolu bahçesini bitirdikten sonra karşımıza çıkan heykelin önünde durduk. Beyaz mermerden yapılmış figür bir aşk figürüydü. Baygın bir kadın, kanatları ve sırtında taşıdığı oklarından Eros olduğunu tahmin ettiğim adamın kollarındaydı. Kadın, elleriyle Eros’un kanatlarına, başının arkasına doğru uzanmaya çalışıyordu sanki. Birbirlerine aşkla bakıyorlardı.
“Şu an Louvre’da sergilenen Aşk’ın Öpücüğüyle Canlanan Psyche‘in birebir kopyası,” dediğinde Cemre’ye döndüm.
“Birileri ona geçen sene kitap fuarından aldığımız sanat tarihi kitabını sevmiş. Üstünden bir yıl geçmiş olduğuna inanamıyorum. Birkaç ay sonra liseye geçeceğiz.”
Daha dik durarak aramızdaki iki santimetrelik boy farkını kapattıktan sonra bana havalı bir bakış attı. “Hikâyesini öğrenmek ister misin?”
“Neden olmasın?”
Elini cebinden çıkartıp kollarını göğsünün üstünde birleştirdi. “Kızın adı Psyche. Kralın en güzel ve en genç kızı. O kadar güzel ki krallıktaki insanlar Afrodit’i unutup ona tapmaya, ona hediyeler vermeye başlıyorlar.”
“Psyche insan yani?”
“Aynen ama krallıktakiler tanrı yerine ona tapmaya başladıklarında Afrodit sinirleniyor. İntikam almak için oğlu Eros’u görevlendiriyor. Annesinin isteği üzerine Psyche’in evlenmemesini sağlayan Eros, ona kendisi âşık oluyor. En güzel kızının hâlâ bir aile kuramıyor olmasına üzülen kral, bir medyuma gidiyor. Medyum ona Psyche’i bir dağın tepesine çıkartması gerektiğini, kızını oradan gerçek kocasının alacağını söylüyor. Bunun üzerine kızı dağa çıkartıyorlar. Eros kendisini hiç göstermeden onu korumaya alıyor. Bir insanla aşk yaşayamayacağını bilen Eros, yüzünü sevgilisi Psyche’e göstermeden her gece gizli saraylarına, onun yanına geliyor. Ondan sadece kendisine güvenmesini, kim olduğuyla ilgili soru sormamasını istiyor. Psyche ona güveniyor. Zamanla ailesini özleyen Psyche kız kardeşleriyle buluşmak istediğini Eros’a söylüyor. Eros tek bir şartla onu gönderiyor. Kız kardeşleriyle buluştuğunda onlara kocasının yüzünü hiç görmediğini itiraf ediyor. Kız kardeşleriyse ona akıl veriyorlar. Kocasının belki de bir canavara benzediğini ve o yüzden yüzünü saklıyor olabileceğini söylüyorlar. Bunu öğrenmek içinse gece uyurken mum ışığıyla gizlice yüzüne bakmasını istiyorlar.”
Cemre’nin anlattıklarını dinlerken heykeli incelemeye devam ediyordum. Ne olacaktı da Psyche bu duruma gelecekti?
“Merakına yenilip bunu yaptığında, eriyen mum Eros’un kanatlarına düşüyor. Eros uyanıyor ve Psyche’in ihanetini görünce onu terk ediyor.”
“Şu anda gerçekten üzüldüm.”
“Ooo, daha neler var… Psyche o kadar üzülüyor ki tanrılardan Eros’un ona dönmesi için yardım istiyor, en son Afrodit’in kapısına geliyor. Afrodit hâlâ intikam almak istediği için de Psyche’e birkaç tane zorlu görev veriyor. Hepsini başardıktan sonra son görev olarak Yeraltı Dünyası’na gidip oranın havasını ya da oraya ait önemli bir kutuyu getirmesini istiyor. Hangisinin doğru olduğu tartışılır tabii ama kapalı bir kutu olduğu kesin çünkü Afrodit Psyche’e asla alacağı kutuyu açmaması gerektiğini söylüyor.”
“Ben açardım.”
“Ben de açardım. Psyche de bunu yapıyor zaten. Kutunun içindeki hava onu ölümcül bir uykuya yatırıyor…”
Şimdi anlaşılıyordu. “Heykel de tam bu anı anlatıyor olmalı.”
“Evet. Antonio isimli bir sanatçıya ait olması gerekiyor yanlış hatırlamıyorsam. Soyadı da Canova olabilir. Kitapta bu eser onun sayfasındaydı çünkü.”
Yavaşça yürüyerek heykelin etrafını dolaşmaya başladım. Detayları inceliyordum.
“Sonra ne oluyor?”
“İşte… Durumu gören Eros ve tanrılar, Psyche’e ölümsüzlük veriyorlar ve yeniden canlanıyor. Şahsen önemli olan kısım burası değil ama.”
Turu tamamladığımda “Neden ki? Mutlu sonla bitiyor işte, daha ne?” diye sordum.
“Önemli olan nokta aşkın bazı fiziksel değerleri yok etmesiyle ilgili. Psyche’in Eros’a güvenmesi, onun yüzüne bakmaması gerekirdi. İnsan, canavar, çirkin, güzel, yaşlı, genç, erkek, kız… Hepsi aşk.”
Arkasından geçip eski yerime döndüm. Cemre’nin ne kadar olgunlaştığını daha yeni idrak ediyordum. Geçen seneye göre değişmişti. Dümdüz olan saçları daha kısaydı, artık kulaklarının hemen altında bitiyordu ama hâlâ ısrarla yüzüne düşmekten vazgeçmiyordu. Makyajsız yüzüne bugüne kadar tek bir şey bile sürmemişti. Onunla tanıştığımda yüzündeki çiller daha fazlaydı ama zamanla azalmışlardı.
“Merak ettiği için onu suçlayabilir misin?”
Hiç düşünmeden cevap verdi. “Kız kardeşlerinin söylediğini yaptığı için suçlayabilirim. Eros’un Psyche’e onu evine göndermeden önce koştuğu tek şart, ailesinin ondan isteyeceği hiçbir şeyi yapmamasıyla ilgiliydi.”
“Bana bunu söylemedin.”
Kollarını göğsünden çözdü. “Dikkatim dağılmış olmalı, özür dilerim. İlk defa okuduğum bir şeyi birisine anlatıyorum.”
Gülümsedim. “Farkındayım, önemli değil.”
Anlatmak istediği şeyi tam anlamıyla öğrendikten sonra heykele yeniden baktım. Sanki değişmiş, yerine yeni ve daha hayranlık uyandırıcı bir tanesi gelmiş gibiydi.
“Anlamlı olunca çok daha farklı geliyor, değil mi?”
Cevap vermedim. Zaten cevabımı biliyordu. “Çok baktın, hadi gel. Parkı keşfedelim!” Bir anda elimden tuttu ve beni heykelden uzaklaştırmaya başladı.
Artık ağaçlı yol bitmiş, desen oluşturacak düzenle ekilmiş çiçekler başlamıştı. Çiçeklerin dışında kalan tüm zemin çimenlikti. O kadar güzel bir yerdi ki eğer saat sabahın sekizi olmasaydı büyük ihtimalle çok kalabalık olurdu diye düşündüm. Çiçeklerin yeşil zeminde oluşturdukları desenler, park uzadıkça daha da büyümüştü. Etrafımdaki renkleri seyrederken ne kadar ilerlediğimizi fark etmemiştim.
“İşte geldik.”
Parkın desenli çiçeklerinin eşlik ettiği yol; bizi uzun ve ince ağaçların sıklıkla yan yana olduğu, çiçeklerinse ağaçların arasını son derece alçakgönüllü bir şekilde kapladığı bir bahçeye getirmişti.
Cemre “Oturalım mı?” diye sorduğunda hâlâ el ele tutuştuğumuzu fark ettim. Heyecanlı bir durumda birini bir yere götürecekken el ele tutuşmak normaldi ama yol boyunca öyle yürümüş olmamız bana farklı gelmişti. Yine de bu kişinin Cemre olması, durumu yadırgamamam gerektiğini söylüyordu.
“Olur,” dedikten sonra elini bıraktım ve yere oturdum. Karşıma geçti. Başımı yukarı kaldırıp ağaçların ne kadar yükseğe uzandıklarını tahmin etmeye çalıştım. Onlar bize sabahın bu erken saatinde az da olsa gölge sağlarken yerdeki çiçeklerse sanki bir nevresim takımı gibiydiler. Otururken elimden geldiğince çiçek ezmemeye dikkat ettim.
“Parkın girişindeyken buraya daha önce hiç gelmediğimizi konuşmuştuk, bana yalan söyledin,” dedim sırt çantamı yanımdaki ağacın hemen altına yerleştirirken.
“Yalan söylemedim. Buraya bir kere geldim ama birlikte hiç gelmemiştik. Nasıl? Hoşuna gitti mi?”
Biri yavru biri ise muhtemelen annesi olan iki köpeğini gezdiren yaşlı adamı izledim. Sağımızdaki bahçenin içinden çıkıp çiçekli yola girmişti.
“Evet, çok sakin bir yer. Ayrıca çok renkli.”
“Aynen, tam senlik. Beğeneceğini biliyordum,” dediğinde söylediği kelimeye takıldım.
“Açıkçası artık neyin benlik olduğunu, neyin olmadığını bilmiyorum. Sanki şu ana kadar ne söylediysem benim ağzımdan çıkmamış gibi hissediyorum. Kursa gitmemeye karar verdiğim andan beri yepyeni bir sözlükle konuşmam gerekiyor ama henüz konuşacağım yeni dilin kelimelerini bilmiyorum.”
Bacaklarını uzatıp sırtını ve başını ağaca yaslarken bana bakıyordu.
“Değişik bir insan olduğumu biliyorum, lütfen bana öyle bakma.”
Gülümsedi. “Hayır, hayır. Seni çok iyi anlıyorum. Bu nedenle söyleyeceklerini dinlemek istiyorum.”
Beyaz pantolonumun canı cehennemeydi. Öne doğru eğildim ve dizlerimin üstünde emekleyerek Cemre’nin yanına gittim. Yanına oturdum, sırtımı aynı ağaca yasladım.
“İyi ki şu an yanımda sen varsın…” İşaret parmağımla beynimi gösterdim. “Başka bir kişi olsa kendimi tanıtmam gerekecekti ki sözlüğümde henüz bana ait olan hiçbir kelime yok.”
Başını ağaca yaslamaktan vazgeçti, bana doğru döndü. Eliyle benim başımı gösterdiğim elimi tutup yavaşça göğsüme götürdü. Bakışları aynıydı, söylediği şey normaldi ama nedense o an kendini ömrüm boyunca hafızama kazınacak kadar önemli kılmıştı.
“Sözlüğün bundan sonra orada değil, burada.”