Karanlık Lise 3 – Bölüm 28


༯ 28 ༯

ESMA

Uyanık olduğum her dakika tehdit ediliyormuş gibi hissediyordum. Yeni doğan günle birlikte bazı şeyleri göz ardı edebileceğinize inanıyor ve kendinize söz vererek uyanıyordunuz. Sözünüzü tutmanızı engelleyen şeyler başınıza geldiğinde yine en başa dönüyor ve yeniden kırılıyordunuz.

Birine kötü bir şey yapmış olsam sonuçlarını kabul ederdim. Sorumluluğu üstlenir ve ona göre gerekirse cezamı çekerdim. Ama hiç kötülüğüm dokunmamış biri, hatta tanımadığım biri neden benim hayatımı, yani Burak’ınkini karartmaya çalışıyor olabilirdi ki?

Burak’la resmen oynuyordu. Onun her şeyini nasıl bilebiliyordu? Nereye adımını atsa o kız da oradaydı. Bazen onu görüyor gibi oluyorduk. Göz ucuyla bakarken orada, başımı çevirip yakalamaya çalıştığımda ise kayboluyordu. Mesajlar devam ediyordu. Fotoğraflar gün geçtikçe daha korkunç hale geliyorlardı. Sessiz kalabilmek mümkün değildi. Ailemize, öğretmenlerimize, yetkililere kimseye hiçbir şey söyleyemiyorduk ama eninde sonunda bir şeyler yapmak zorunda kalacaktık. Burak’ın başına bir şey gelecek diye ödüm patlıyordu. Onun daha yanındayken koruyamayacağımı kabullenemezken uzaktayken ne yapacağımı bilemiyordum. Burak da aynı endişeyi benim için hissediyordu ama oynanan oyunun onun üstüne olduğu belliydi.

Kızın adı Beyza’ydı. Varlıklı bir aileden geliyordu. Geçtiğimiz yaz, üç ay boyunca yurtdışında tedavi gördükten sonra İstanbul’a geri dönmüştü ve bizim okulumuza kaydolmuştu. Tam olarak akıl hastası değildi ama normal olmadığı ortadaydı.

Bebekliğinden beri gösterdiği anormal davranışlar ailesini her zaman korkutmuş, ona istediği ne varsa vermeye itmişti. Hayatı boyunca hangi derecede anormal davranışlar gösterdiğinin, tam olarak ne tedavisi gördüğünün ya da neden tedaviden sonra eski okuluna dönmediğinin bilgisine ulaşamıyordum. Bildiklerimiz bunlardı ve bu kızdan kurtulmak için elimizden geleni yapmak zorundaydık.

Kimseye hiçbir şey soramazken tüm bunları nasıl öğrendiğime gelirsek; örnek öğrenci olmak, öğretmenlerin ve okulda çalışan diğer herkesin sonsuz güvenine sahip olmak demektir. Müdür bile pek çok anahtarla birlikte sizi kayıt ofisinde yalnız bırakabilir.

Yalan söylediğim için kötü hissediyordum. Asıl amacım o kıza ait kayıtlara ulaşmakken farklı bahanelerle müdür ya da yardımcılarından bazı izinleri almak, gerçekten zorunda olmasam asla yapmayacağım şeylerdi.

“Kötü bir şey yapmaya çalışmıyoruz ki, korkutulmaktan bıktık artık,” diyerek beni kendime getiren Burak, en az benim kadar çıkmazdaydı. Kimseyle konuşamadığımız için bu işi kendi başımıza çözmeye çalışıyorduk.

Fotoğraflar, o kızın bizi takip ettiğini gösteriyordu. Gönderdiği mesajlarsa o kızın Burak’ın annesinin ofisi dahil pek çok mekânda konuştuklarımızı bile dinleyebildiğini kanıtlıyordu. Bunları nasıl başarıyordu? Herhalde Beyza’nın hayatı o kadar boştu ki başkalarınınki ona daha ilgi çekici geliyordu.

Bizim fotoğraflarımızı kullanarak sosyal medyada açtığı hesaplar, arkadaşlarıma aslında söylemediğim şeyleri söylemişim gibi gösteriyordu. İnsanlara buluşmak için söz veriyordum sanki ama gitmiyordum. Okulda yüz yüze geldiğimizde bana hesap soran ya da kızan arkadaşlarıma o hesabın bana ait olmadığını söylemeye çalışıyordum ama bana inanmıyorlardı. Burak da ben de önceden internette hiçbir hesaba sahip değildik bu nedenle açılan hesapların yeni ve sahte olduklarını bir türlü anlatamıyorduk.

Bir ay önce adımı internete yazdığımda sadece aldığım başarı belgeleri, gittiğim okullarda oynadığım tiyatrolar ve organize ettiğim faaliyetler görünüyordu. Şimdi ise yüzlerce takipçiye sahip, oldukça popüler sayılabilecek profillerim vardı ve o profillerin hepsi aktifti. Beyza ölesiye aktifti. İnternete hakkımızda ne yazsa üstelik doğruydu. O gün ne yemişsek, nereye gitmişsek sahte hesaplarımızda fotoğraflarla destekleniyordu.

Çevremizdekiler bu yüzden hesapları gerçek sanıyorlardı. Ben bile kendi profilimi bu kadar iyi yönetemezdim.

Burak’la birlikte hesapların sahte olduğunu arkadaşlarımıza söyleyemediğimiz için, o hesaplardan atılan hakaret mesajlarının da aslında bizden çıkmadığını anlatamıyorduk. Dostlarımız bir bir bizden uzaklaşırlarken tek tesellim Burak’ın hâlâ yanımda oluşuydu.

“Bir şeylerin ters gittiğini anlayamıyorlarsa, gerçekten de arkadaş değillermiş,” demiştim Burak’a tiyatro kulübünden atıldığımız gün. Bu, Burak’ın patlama noktası olmuştu.

“Bu kız sevdiğimiz şeyleri bizden birer birer alıyor! Kuzenlerim bile benden nefret eder hale geldiler. Onlardan almadığım borçları ödememi bekliyorlar! İnanamıyorum! Benden bu kadar, bu manyak kızın daha fazla hayatımızı karartmasına izin vermeyeceğim.”

Burak, odasında ayağa kalktı. Kapıdan çıkıp gitmek ve o kızı bulmak istiyordu ama nereye gitmesi gerektiğini bile bilmiyordu. Yanına gittim ve ona sarıldım. Kollarımı boynunun arkasında birleştirirken sinirini yatıştırabilmek istedim.

“Duşa gir, hadi. Yorgunsun, ikimiz de yorgunuz. Sınav haftasında böyle şeylerle uğraşıyor olmamız bile yanlış…”

Dudaklarını birbirine bastırdı ve öfkeyle kapıya sabitlediği gözlerini bana çevirdi. Gözleri gözlerimle buluşunca yüzündeki ifade yumuşadı. Bir elini başımın arkasına götürdü ve beni kendine çekti. Alnımı öptü.

“Bence de iyi gelecek, beş dakikaya dönerim.”

Odasının diğer tarafında kalan orta büyüklükteki dolabı açtı ve okul formasından daha rahat olduğu kesin bir tişörtle eşofman altı aldı. Dolabın altında kalan çekmecelerden temiz iç çamaşırı da aldıktan sonra odasından çıktı.

Rahat kıyafetler o anda gerçekten iyi gelecekti. Dolaba gittim ve ne zaman Buraklara gelip okul formasından kurtulmak istesem tercih ettiğim, onun gibi kokan kıyafetleri çıkarttım. Ona geldiğimde rahat bulabilmem için dolabın en sağına koyardı.

Perdenin kapalı olduğundan emin olduktan sonra beyaz gömleğimi çıkarttım ve gri, kısa kollu tişörtü giydim. Gömleğimi katlarken çalışma masasının üstünden bir mesaj sesi geldi. Benim değil, Burak’ın telefonunun sesiydi.

Gömleği yatağın üstüne bırakıp telefonlarımızın üstünde durduğu çalışma masasına ilerledim. Burak’ın telefonunu elime alıp gelen kutusuna baktığımda gördüğüm fotoğraf karşısında şaşkına döndüm. Telefonu bırakmadan odanın kapısını açtım ve hızlı adımlarla holü geçtim. Banyoya daldığım gibi musluğun yanında, yukarıdaki küçük pencereye yöneldim.

“Esma noldu?”

Klozetin kapağını kapattıktan sonra dizlerimle üstüne çıktım başımı camdan dışarı çıkarttım. “Bizi artık rahat bırak!”

Nereye saklandığını bulmak için görüş açımda olan iki apartmanın pencerelerine göz gezdiriyordum. Burak beni çıplak göğsüne sarıp pencereden uzaklaştırırken titriyordum.

Isınmak üzere açık bırakılmış suyun sesi beni sakinleştiremiyordu. Burak banyonun küçük penceresini kapattıktan sonra bana döndü ve elimden telefonu aldı. Fotoğrafı gördükten sonra bana baktı.

“Özür dilerim,” dedi.

“Ne için özür diliyorsun ki? Senin suçun değil.”

“Başka bir kız beni çıplak gördüğü için.”

Gülümsedim. “Şahsen insan bile olmadığını düşünüyorum.”

Beni yanağımdan öptü. “Bunu atlatacağımızı biliyorsun, değil mi? Eninde sonunda bıkacak.” dedi. Endişesini saklayarak beni rahatlatmaya çalıştığı her an aklıma kazınıyordu. Yaptığı şey destek olmaktan çok daha öteydi.

“Arkadaşlarımızı aldı, bizi okuldan soyutladı. Tiyatro kulübündeki senaryo ekibinde olmanın senin için ne kadar önemli olduğunu sekizinci sınıftan beri biliyorum.”

“Şşş, böyle konuşmanı istemiyorum. Aynı şeyler senin için de geçerli. Bu yıl son sınıfların sadece yıllığını değil, balolarını da sen yapacaktın… Bu kız sadece arkadaşlarımızla olan değil, öğretmenlerimizle olan ilişkilerimizi de bozuyor.”

Başımı sol omzunun hemen altına yaslayarak kollarımı sırtında birleştirdim.

Umarım Burak’ın dediği gibi olurdu, Beyza sonunda sıkılırdı ve kendine yeni bir oyuncak arayışına çıkardı.

X

İlk notumun doksan altı olduğu geometri sınavından nasıl olup da şimdi kırk yedi aldığımı anlamamıştım. Her üniteyi, konuyu baştan sona biliyor olmama rağmen konsantre olamamak ne demekti? Saatlerce çalışmam, yaptığım ödevler, ekstradan çözdüğüm testler… Hepsi boşuna gitmişti. O anda aklım orada değildi ve tüm konuları biliyor olmama rağmen yine de rezalet bir not almıştım.

Ahhh! Kafayı yiyecektim!

Kırk yedi aldığımı annemle babama nasıl söyleyecektim? Çözemediğim soruları bana anında çözüp gönderen Burak’a böyle mi teşekkür edecektim?

Hayır, onu daha fazla üzemezdim. Ailesinin şirketindeki olaylardan dolayı evin içinde resmen fırtınalar kopuyordu. Burak hem ailesinden çok etkileniyordu hem de Beyza olayından dolayı sürekli sinirliydi. Sakin kalamıyordu.

Sorunlarımı insanlara anlatamazdım. Zaten herkesin mutlaka kendi derdi, üzüntüsü vardı. Bir de benimkileri duyup daha da mı üzüleceklerdi? Odama girip kapıyı arkamdan kilitledim. Çantamı ve montumu yere attıktan sonra yavaşça yatağımın üstüne oturdum. Arkadaşlarımı; Elçin’i, Melek’i ve bizim çocukları düşündüm. Hiçbiri artık suratıma, suratımıza bakmıyordu.

Burak’la çok yakındık, bu doğruydu ama hiçbir zaman sadece birbirimizle arkadaş olmamıştık. Daima farklı çevrelerimiz ya da arkadaşlarımız da olmuştu. Şimdi ise sadece sevgilim ve dostum değil, aynı zamanda tek dostum haline gelmişti. Bir tek birbirimiz vardık. Kendimizi başta yalnız hissettik ama ilişkimiz o kadar sıcaktı ki zamanla duruma alıştık. Artık daha çok vakit geçiriyor, birbirimizi çok ama çok daha fazla görüyorduk. Bu duruma asla itirazım olamazdı ama yine de insan zaman zaman başkalarına da ihtiyaç duyuyordu. Aynı şeyin onun için de geçerli olduğundan emindim.

X

Elçin’in annesinin babasını aldatarak başka bir aile kurduğu dedikodusu okula yayıldığında herkes onunla dalga geçiyordu. Dedikodunun aslında dedikodu olmadığını bildiğim için kendimi o benimle konuşmasa bile Elçin’in yanında bulmuştum. Ona destek olmak istemiştim ama aksine geri adım atmıştı. Ağlamaktan konuşamıyordu. Onun yerine söz alan Melek “Seni en yakın arkadaşı sanmıştı ama sen ne yaptın? Bana bile vermediği sırrı gidip herkese yaydın! Bizden uzak dur! Elçin’den uzak dur!” dediğinde ona anlam verememiştim.

“Ben kimseye hiçbir şey söylemedim, size yemin ederim ki hiçbir şey söylemedim…”

Gözlerim dolmaya başladığında Elçin cep telefonunu cebinden çıkartıyordu. “Biliyorum benimle uzun zamandır konuşmuyorsunuz ama yine de ben kimseye arkadaşlarımın sırlarını anlatmam. Beni tanımıyor musunuz? Elçin, lütfen… Melek’in söylediklerine inanmıyorsun değil mi?”

Uzattığı telefonu elime alıp kendime çevirdim. Ekranda benim adıma açılmış bir blog sayfası vardı. Onlarca isim, her isimde o isme ait sırlar… Paragraflar… Fotoğraflar…

“Bunları ben yapmadım, hiçbirini ben yapmadım…”

İzin kâğıdı alarak eve erken geldiğimde annem endişelendi. Ona ertesi günkü edebiyat sınavına çalışmak için okuldan erken çıktığımı söylediğim anda geri çekildi. Aç olup olmadığımı sordu.

Hiçbir şey yiyecek havada değildim.

Odama girip kapıyı arkamdan kapattım. Üstümde ağırlık yapan ne varsa attıktan sonra yatağıma uzandım. Belki de yaşımdan dolayı dünya bana karşıymış gibi hissediyordum. Mutlu değildim, fazla üzgündüm. Bu olay sadece beni ve Burak’ı etkilemekten çıkmıştı artık. O kız, kimliğimi kullanarak çevremdekilerin de canını yakıyordu. Bu da beni zaten bulunduğum konumdan daha kötü bir yere sürüklüyordu.

Daha ne kadar katlanabilirdik bilmiyordum. Kızın yaptığı şeyle nasıl başa çıkabileceğimizi düşünürken, biz daha bize bulaşmaması için dua edemeden sıradaki hamlesini yapıyordu. Her seferinde bir öncekinden daha küstahça karşımıza çıkıyordu. Fotoğraflarımızı, mahremiyetimizi ele geçirdiği yetmiyormuş gibi şimdi de kimliklerimizle oynuyordu.

Uğraştığımız kişinin bizim yaşlarımızda olan bir kız olduğu düşüncesi içimi rahatlatmaya artık yetmiyordu.

Montumun cebinden yükselen mesaj sesi, az önce çantamla montumu fırlattığım yere bakmamı sağladı. Yaklaşık bir dakika boyunca montumu yerden kaldıracak cesareti kendimde aradım ama bulamadım. Bunu yapamayacaktım.

Yatağıma uzandım ve bacaklarımı kendime doğru çektim. Hâlâ montuma bakıyordum. Yeni mesaj gelmesini istemiyordum. Göğsüme oturan o ağırlığın yok olmasını istiyordum.

Zil sesim çalmaya başladığında ellerimi kulaklarıma götürdüm.

“Sus artık, sus!”

Çığlık gibi gelen müzik beni çileden çıkartıyordu. Telefonumu susturmak için önce elime almam gerekecekti ve ben bize oynanan oyunun sıradaki hamlesini görmemek için ısrarla direniyordum.

Müzik durduğunda avuçlarım beni korkutan sese karşı bariyer olan başımın iki yanındaki avuçlarımı indirdim. Nefesimi düzeltmeye çalıştım. Göğsüm bir inip bir kalkıyordu. Avuçlarım yanaklarımı bulduklarında yüzümün yanıyor olduğunu fark ettim. Ateşim yoktu, hasta değildim. Son zamanlarda yaşadıklarımız beni psikolojik olarak dengesiz bir insana çevirmişti. Düşüncelerim mantığımı reddederken vücudum kendi kontrolünü kaybetmişti. Kalp atışımdaki yavaşlamayıp beni yormaya başladığında yataktan kalktım.

Sağ elimi alnıma götürüp biraz bastırdım. Bir anda ayağa kalktığım için kısa süreli göz kararması ve baş dönmesi yaşıyordum. Sakin kalmaya çalıştım.

Telefonumun zil sesi yeniden çalmaya başladığında bu sefer üstümdeki etkisi çok daha fazla oldu. Artık ayakta mıydım değil miydim algılayamıyordum. Görüşüm netleşir gibi oluyor ama saniyeler içinde yeniden karanlığa gömülüyordu.

“Anne…”

Montumun cebinde olmasına rağmen çalan müzik ısrarla kendini duyurma çabasına devam ediyordu. Fısıltımı bastırmıştı. Annemin beni duymuş olmasının imkânı yoktu.

“Anne!”

Odadan çıkabilmek için diğer elimi kapının koluna uzattığımda ensemde hissettiğim bir acı, elimi kapıdan önce enseme götürmeme neden oldu.

Hafif bir kolonya kokusu, başımın altında yumuşaklık ve elimdeki sıcaklık hissiyle kendime geldiğimde hızla gözlerimi açtım. Odamda olduğumu anlamam birkaç saniyemi aldı. Neler olduğunu anımsamaya çalışırken boşta olan elimle üstümdeki yorganı ittim. Yatakta doğruldum ve oturur pozisyona geçtim.

Burak elini elimden yukarıya, koluma ve oradan yüzüme yaklaştırdı. İyi hissedip hissetmediğimi sorduğunda ensemi ovuşturuyordum. Ona gülümsedim. Biraz uyuşuk hissediyordum. Henüz tam olarak ayılamamıştım.

“Uyudum mu?” diye sordum Burak’a sarılırken. Yatağımın yanına çekmiş olduğu sandalyeden kalkıp yatağa çıktı. Yanıma oturdu ve beni kucakladı. Sıcak, anlamlı ve Burak dolu bir sarılma… Kokusunu içime çektim.

Başımı öptü. “Annen bayıldığını söyledi,” dedi.

Anlamayarak kendimi yavaşça geri çektim. Bayıldığımı hatırlamıyordum.

“Bakma öyle birtanem. Zor bir hafta geçirdik. Elçin’le olanları da duydum.”

Hayır, tek sorun Elçin değildi. Gözlerimi odada gezdirdikten sonra kapının arkasında yerde duran montumu ve çantamı gördüm. Yutkundum.

“Sana yeni mesaj geldi mi?”

Burak şaşırdı. “Hayır, sana geldi mi yoksa? O yüzden mi bayıldın?”

“Ben… Sanırım evet, çok korkmuştum. Üstelik telefonum da çaldı.”

Burak hızla yataktan kalktı ve odanın içinde telefonumu aramaya başladı. “Nerede? Yine ne yazdı sana?”

“Yerdeki montun cebinde,” dedim çekinerek. Korkumun ona da geçmesini istemiyordum. Bakmaması daha mı iyi olurdu?

Yerden aldığı gibi cebini aradığı montumda telefonumu bulduktan sonra iç çekti. “Ben seni aramıştım, onu açmamışsın. Benden başka da seni arayan olmamış. Gelen mesajlarsa biri kuzeninden diğerleri ise yine benden.”

Bunun beni rahatlatması gerekirken daha çok sinirlenmiştim. “Kızın bizi düşürdüğü hale bak ya…” diye söylenerek ayağa kalkmaya çalıştım. Beni durdurdu ve oturduğum şekilde kalmamı sağladı. Arkamdaki yastıkları duvara yaslanabileceğim duruma getirirken “Biraz dinlensen iyi olacak,” dedi. Onu dinledim.

Tüm arkadaş çevremizi silecek paylaşımlar bir süre devam etti.

Okula devam etmek zorundaydık. Herkesin internette yazan yazılardan dolayı bana farklı gözle bakması ya da sapık bir kızın tehditleri altında olmamız eve kapanmak için yeterli değildi. Almam gereken dersler, vermem gereken sınavlar vardı. Bursumu kaybedemezdim.

Birbirimize destek olarak katlanmaktan başka çaremizin kalmadığı bu durum, Burak’ın ortadan kaybolmasıyla tamamen değişti. Kafede buluşacağımız gün beni ektikten sonra ona bir gün boyunca ulaşamamış olmak beni endişelendirmişti. İkinci gün okula yine gelmediğinde ve hâlâ haber alamadığımdaysa kendimi Burak’ın annesinin işyerinde bulmuştum.

Önce bana bir ipucu vermesini bekleyecek, vermezse de uzun zamandır maruz kaldığımız işkenceyi ona anlatacaktım. Burak’ın nerede olduğunu bilememek aklıma çok kötü şeyler getiriyordu, yardım istemekten başka çarem kalmayabilirdi.

“Ooo kimleri görüyorum! Hoş geldin güzellik. Otursana.”

Gülümsedim ve koltuklardan birine geçtim. “Meşgul etmiyorum, değil mi?”

Üstünde çalıştığı dosyayı güler yüzle kapattı. “Hayır, ben de çok sıkılmıştım zaten. Ara vermek için bahanem oldu. Ne içelim?”

Burak’ın yokluğunun aile içinde herhangi bir sorun yaratmamış olması annesinin tavırlarından anlaşılıyordu.

“Ben çok kalamayacağım. Teşekkür ederim.”

“Çay? Kahve? Meyve suyu?”

Gülümsedim. “Yok, gerçekten acelem var. Okulun öğle arası bitmek üzere.”

Duvardaki büyük saate baktı. “Haklısın. Evet, nasıl yardımcı olabilirim Esmacığım?”

“Ben ziyarete gelmek istemiştim. Nasıl gidiyor, her şey iyi mi diye…”

Soruyu neden sorduğumu anlamasa da yanıtladı. “Evet, her şey gayet normal. Sende bir sıkıntı yok, değil mi?”

Burak’a herhangi bir sürpriz hazırlamadığımız durumların dışında annesiyle baş başa vakit geçirmezdik. Bu nedenle bir gelme sebebimin olması gerekiyordu. Söyleyeceğim şeylerin bana ipucu verebilmesi için Burak hakkında olması zorunluydu. Ancak onun yokluğuna ve ona ulaşamıyor olmama dair herhangi bir pot kıramazdım. Yol boyunca düşündüğüm cümlelerden bana o anda en mantıklı geleni söyleyiverdim:

“Biz Burak’la bir iddiaya girdik.”

“Ya, öyle mi? Ne hakkında?”

Aptalca bulmaması için dua ettim.

“Hangimizin annesi ilişkimize daha sıcak bakıyor diye bir yarışımız var aramızda işte. O ısrarla benim annemin ona daha çok güvendiğinde ve sevdiğinde diretti. Ben de tabii yanlış olduğunu bildiğim için sizden onay almaya geldim. Siz de bizim beraber olmamız konusunda mutlusunuz, öyle değil mi?”

“Tabii mutluyum, neden olmayayım? Her şeyden önce ömür boyu dostsunuz siz,” diyerek söze başladığında durumu kurtardığım için rahatladım. “Birbirinizi o kadar uzun zamandır tanıyorsunuz ki, büyüdüğünüzde binlerce anınız olacak. Daima seni sen olduğun için seven insanlarla birlikte olmalısın Esma. Burak da seni kendin olduğun için seviyor zaten.”

Tahmin ettiğimden daha zor olacaktı.

“Görüyorsunuz değil mi? Ben de ona tam da böyle söylemiştim! Annen bizi çok seviyor, bize hep arka çıkıyor…”

“Bir kere ben size güveniyorum. Güven en önemli şey hayatım. Bir dostun diğer dostuna, sevgilinin sevgiliye, annenin oğluna, kızına duyduğu güvenle başlar her şey. Ben sizin birbirinize ne kadar iyi geldiğinizi bilmesem, sana ya da ilişkinize güvenmesem zaten birlikte okumanızdan, gezmenizden bu kadar mutlu olmazdım.”

Aklıma başka bir soru gelmiyordu. Düşündüğüm tüm alternatifler kafamda birbirini çürütmüş, geriye sadece toz bırakmıştı.

“İddiayı kazanacağımı biliyordum. Çok teşekkür ederim.”

“Dediğim gibi bak güven her şeydir. Mesela bizim şirket bana güvenmeseydi bu dosyayı vermezdi. Daha da basitleştirirsek mesela Burak bana teknoloji ve tasarım dersinin projesini bitirebilmek için birkaç günlüğüne arkadaşı Berat’ta kalacağını söylemeseydi, yani bana haber vermeseydi benim ona duyduğum güven sarsılırdı.”

Bir dakika.

Burak’ın teknoloji ve tasarım dersindeki proje ekibinde Berat yoktu ki. Hocanın Berat’ı hangi gruba dahil ettiğinden emin değildim ama Berat’ın bizim ekipte olmadığını adım gibi biliyordum. Ters giden bir şeyler vardı.

Ayağa kalktım ve kapıya doğru yürümeye başladım. “Proje ödevini hatırlattığınız için teşekkürler! Gerçekten ama gerçekten unutmuşum. Aklımdan nasıl çıktı?”

Tuğba Abla masasından kalkıp bana yaklaştı. “Biraz daha kalsaydın keşke ama okulun var tabi.”

“Ah, evet. Öğle arası bitmeden bizim proje ekibini de toplamalıyım. Yapılacak çok iş var gerçekten!”

Beni yanaklarımdan öptü ve mutlaka tekrar uğramamı söyledi.

“Teşekkür ederim, iyi çalışmalar!” diyerek hızla ofisi terk ettim. Kattaki asansörün civarlarda olmasını ümit ettim ve çağırma düğmesine bastım.

Sonra mı?

Okula gidip Berat’ı buldum. Yakın olmadıklarını biliyordum ama yine de kontrol etmem gerekiyordu. Bana Burak’la merhabalaşmaları dışında en son geçen seneki yılbaşı çekilişinde adam akıllı şekilde konuştuğunu söyledi. Dahası yoktu.

Onun yanından ayrılıp sınıftaki herkese tek tek sormayı düşündüm. Bir iki kişinin haricinde kimse suratıma bakmamıştı. Burak’ın nerede olduğunu bilseler bile bana söylemeyecek kadar öfkeliydiler. Çabalarım boşa çıkmıştı. Tiyatro kulübüne, Burak’ın okulda arkadaş olduğu herkese onu sordum fakat yine cevap alamadım. Telefonunu arıyordum, açmıyordu. Mesaj atıyordum, cevap vemiyordu.

Günümün kalan yarısı da teneffüslerdeki on dakikayı okulun içinde oradan oraya koşarak, derslerdeki kırk dakikayı ise bir sonraki teneffüste kiminle konuşabileceğimi düşünerek geçirmiştim. Okuldan çıktığımda o gün direkt eve gitmem gerekiyordu ama yapmadım. Okula yakın ve bizim takıldığımız kafelerin hepsine en az bir kez girdim. Ardından şehir merkezine gidip doğum günümde bovlinge gittiğimiz eğlence yerine baktım. Gitmeyi en çok sevdiği kitapçı, beni ilk kez öptüğü lunapark, altıncı sınıftaki oyunun dekoruyla yüzleşen kolunu alçıya alan hastane… Aklıma gelebilecek her yere bakmıştım ve annem beni en az yüz kez eve çağırmıştı.

Saat gerçekten de geç olmuştu. Bu kadar çabalamama rağmen elime hiçbir şeyin geçmemiş olmasına üzülemiyordum. Onun başına gelmiş olabileceklerin düşüncesiyle boğuşuyordum. Bu yaptığı hiç de onluk değildi. Burak ortadan kaybolmazdı. Annesine yalan söylemezdi. Böyle bir oyun oynamazdı.

Böyle bir oyunu ancak Beyza oynardı.

Telefonumun ekranında annemin adını bir kez daha gördüğümde açıp ona her şeyi anlatmak istedim. O sırada bir yandan hastanedeki danışmayla tartıştığımı, babamla gelip beni almalarına ihtiyaç duyduğumu, Burak’ın ilişkimizi saplantı haline getirmiş bir psikopat tarafından kaçırıldığını söylemek istedim.

Titreyen telefonu açıp kullağıma götürdükten sonra duyduğum ses, aynı anda annemin kapattığını belirtiyordu. Danışmaya gitmem gerektiğini söyledikten sonra hastaneden çıktım. Girişin hemen yanındaki otobüs durağında beklemeye başladım.

Annemi yeniden arayacakken gelen mesajla kanım dondu. Ondan olduğunu biliyordum. O pislikten olmak zorundaydı artık!

Aramaktan yorulmadın mı? Eve gidip dinlensen iyi olur çünkü asla bulamayacaksın.

Mesajı çevreleyen ekranı tuttuğum elimle sıkarken neredeyse kıracaktım.

Mesajın paniğine kapılırken altında yüklenmekte olan bir fotoğraf olduğunu ilk anda fark etmemiştim.

Burak’ın yerde uyuduğu fotoğraf çok da aydınlık olmayan, ufak bir odada çekilmişti. Çevresinde pek çok eşya ve raf, karmaşık bir sürü malzemeyle doluydu ama ne oldukları net olarak anlaşılmıyordu.

Küfür ettim. Bir sürü küfür ettim. Ne kadar küfür biliyorsam hepsini ardı ardına sıraladım. Kibar olmak umrumda değildi. Duraktaki insanların bana ağzımdan çıkanları onaylamadıklarını belli etme biçimleri rahatsız etti. Otobüs gelir gelmez bindim. Eve gidince anneme söyleyeceğim yalanı bile düşünemiyordum.

Burak şu anda bir yerde tek başınaydı. Nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Bu karanlık oda herhangi bir yerin malzeme dolabı olabilirdi. Onu bulmak için gerekirse şehirdeki bütün binaların dolaplarına bakardım ama vakit kaybederdim. Bir şeyler için çok geç olmadan Burak’ın nerede olduğunu bulmalı ve ona yardım etmeliydim.

Eve vardığımda gelen mesaj ve fotoğraftan sonra sanki uyuyabilecekmişim gibi odama gönderildim. On dakikada bir fotoğrafa bakıyor, yeni bir şey fark edeceğime inanıyordum.

Gözlerim artık küçük ekrana bakmayı reddettiğinde yataktan çıkıp bilgisayarı açtım. Büyük ekranda saatin 02.16 olduğunu gördükten sonra onu bulamadığım her dakika canının yandığını hissettim. Kaç kilometre ötedeydi, yemek yemiş miydi, su içmiş miydi, zarar görmüş müydü bilmiyordum. Ne kadar korkmuş olabileceğini sadece tahmin edebiliyordum.

Telefonumdaki fotoğrafı bilgisayara aktardıktan sonra siyah beyaz olan fotoğraf artık büyüktü. Görüntü kalitesinin düşüklüğünden ve çekimin açısından dolayı odadaki güvenlik kamerasından alınmış bir görüntü olduğu kolayca anlaşılıyordu. Geniş ekrandaki fotoğrafı yakınlaştırıp raflarda neler olduğunu görmeyi denesem de görüntü kalitesi buna izin vermiyordu.

Bilgisayarın teknik işleriyle alakası olmayan her insanın yapacağı gibi Google’a girdim ve fotoğrafın görüntü kalitesini arttırabileceğim bir program bulmaya çalıştım. Hangi programı indireceğimi bile çözemediğimden keşke fotoğrafçılığa ilgim olsaydı diye düşündüm. Saat işliyordu. Artık indirdiğim programlardan birini mutlaka kullanmalıydım.

Fermuara yeterince nazik davrandığım sürece evdekileri uyandırmayacağımdan emindim. Okul çantamın ön gözünden kulaklığımı aldım ve masama geri dönüp bilgisayara taktım. Programın nasıl kullanılacağını anlatan videoyu izlerken İngilizcemin adamın konuştuğunu anlayacak seviyede olmasına şükrettim. Yoksa bir gecede bir dil öğrenmek zorunda kalabilirdim.

Telefondan gönderildiği sırada iyice bozulmuş olan fotoğrafı sürükleyerek programın ekranına bıraktım. Çözünürlüğü yükseltebilmek için az önce izlediğim videoyu yeniden açarak aşağıya indirdim. Adam ne yapmam gerektiğini anlatırken ben de adım adım takip ediyordum.

Görüntü kalitesini bakarken en azından gözlerimi yormayacak hale getirdikten sonra konuşan adamın penceresini kapattım. Işık, gölgelendirme ve kontrast ayarlarıyla rastgele oynayarak fotoğrafta nasıl farklılıklar yaratabileceğime baktım. Raflardaki eşyaların detayları belli olmaya başladığında, odayı çevreleyen kutuların aslında üstleri dolu masalar olduğunu fark ettim. Acemi olduğum programda yanlışlıkla bir yere basıp her şeyi mahvedebileceğimi düşünerekten fotoğrafın son halini kaydettim ve incelemeye kaydedilen fotoğraftan devam ettim.

Kulağımdaki kulaklıkları çıkartarak masanın üstüne sessizce bıraktım. Yavaşça müsvedde kâğıtların durduğu ikinci çekmeceyi açtım ve kalemlikten elime gelen ilk kalemi çekerek not almaya başladım.

Karanlık oda.

Bu küçük oda bir malzeme odası değildi. Herhangi bir depo da değildi. Hayatım boyunca fotoğrafçılıkla şu akşam ilgilendiğim kadar ilgilenmemiştim ama adının karanlık oda olduğunu biliyordum. Işık ve gölgelendirme ayarlarının açığa çıkarttığı ipler ve onlara asılı fotoğraflar, başta kutu sandığım masaların üstündeki fotoğraf banyoları her şeyi ele vermişti. Oda netken bile karmaşık gözüküyordu. Raflardaki lensler, sıvılar, filmler, telefondan baktığımda kitapmış gibi gözüken albümler… Burası kesinlikle bir fotoğraf stüdyosundaydı.

Ekranı tamamen kaplayan fotoğrafı küçültüp ilk haliyle birlikte yan yana açtım. Programla üstünde oynamadan önceki haliyle görüntü kalitesi yükseltilmiş, aydınlatılmış hali arasındaki farkları, belirginleşen objeleri seçmeye çalışırken gözüm Burak’a takıldı.

Duvarları çevreleyen masaların ortasında, yerde uyuyordu. Odanın ilgi çeken yanı masaların üstü ne kadar karışık olursa olsun, yerde tek bir malzemenin bile durmuyor oluşuydu. İplerdeki fotoğraflar her ipe eşit sayıda fotoğraf asılacak şekilde, eşit aralıklarla yan yana dizilmişlerdi. Raflardaki sıvıların bulunduğu bidon ve şişelerin hepsi aynı boyda camdan oluşuyorlardı.

Beyza mekânı ne kadar toplu tutmaya çalışmış olsa da, Burak’ın yanında duran, yerdeki çöpü atlamış olmalıydı.

Aydınlatılmış fotoğrafı yeniden tam ekran yaptıktan sonra Burak’a yaklaştım. Elinden yalnızca birkaç santimetre uzaklıkta duran kâğıt parçasının olduğu kısma doğru fotoğrafı yaklaştırdım. Çöp büyüdükçe görüntü kalitesi düşerek pixel’leşen fotoğrafa kızdım ve sakinleşmek için bir dakikalığına masadan kalktım.

Sakin ol Esma, sakin ol… Sadece yeniden düzeltmeye çalışacaksın hepsi bu. Merak etme Burak iyi olacak. Ona artık daha yakınsın.

Derin bir nefes alıp verdim ve bu sefer ne yapacağıma dair hiçbir İngilizce direktifi dinlemek zorunda kalmayacağım programı yeniden açarak masasının başına oturdum. Fotoğrafın yeni halini sürükleyerek programa bıraktım. Burak’ın olduğu kısmı komple kestim ve odanın odaklanmak istemediğim diğer kısımlarını attım. Görüntüyü düzeltmede önceki denememdeki kadar başarılı olamadım. Zaten aptal bir güvenlik kamerasıyla çekilmiş fotoğrafı bir kez düzeltmiştim, ikinciye izin veremeyecek kadar kötü durumdaydı.

O programdan vazgeçerek indirmiş olduğum diğer dört tanesinden rastgele bir tanesini seçtim.

“Aynı işe yarayacak şeylersiniz, neden birbirinizden bu kadar farklısınız?”

Az öncekine alışacak kadar içinde vakit geçirmediğim programın aksine bu program çok daha karmaşıktı. Kenarlarda yazan, belirli ayarlamalara yarayan sözcükler aynıydı ama yine de sanki her şey tepetaklak olmuştu. Telaşla yeniden internete girdim ve bu sefer bu programın adını yazarak nasıl kullanacağımı öğreten videolardan ilkine tıkladım. İleri ala ala dinlerken saatin 03.40 olduğuna inanamıyordum. Vakit benim için çok hızlı geçiyordu, oysa Burak için hiçbir saniyenin kolay olmadığını kalbimde hissedebiliyordum.

Bu programın daha elle tutulur olduğu ilk açtığımda beynimi allak bullak etmesinden anlaşılmıştı zaten. Fotoğrafı yüklediğim gibi diğerinde yaptığım şekilde kestim ve çöpün olduğu kısma odaklandım. İyice yakınlaştıktan sonra çözünürlükle oynadım.

Yakaladım seni.

Subway.


error: Bu içerik koruma altındadır.