༯ 31 ༯
DEMİR
Hayatım boyunca bir yerlerde hep eksiktim.
Evet, bunu benden duymak şaşırtıcı olabilir. İnsanların sosyal hayatlarındaki konumumdan sahip olduğum her şeye kadar beni inceleyen biri, bu söylediğimi deli saçması olarak kabul edebilir ancak hissettiğim gerçeğin bu olduğundan kaçamıyorum. Sanki hep bir nota eksik ve ben o notanın hangisi olduğunu bulamıyorum.
Düzeni seviyorum. Organize olmayı, yönetmeyi seviyorum çünkü öyle yetiştirildim. Doğduğum günden beri hep yönetildiğim için belki de bu konuda bu kadar iyi hale geldim, emin değilim. Otorite gerekli bir düzenle kurulabilirdi ve kendi kurduğum düzeni bozacak herhangi bir pürüz, tehdit oluşturabileceği için anında yok edilmeliydi.
Her şeyin istediğim gibi olduğu zamanlarda diğer herkes gibi zaferimin tadını çıkartmak yerine hep o yerden biraz uzaklaşıp yalnız kalmak isterken bulurum kendimi. Düşünceliyken ve bir o kadar da adını henüz koyamadığım o hissi yaşarken gözlerim; bazen istikrarsız şiddette dalgalarını vuran denizi izler, bazense aynada bu eksik adamdaki eksik notayı arar.
Kayıp nota hangi hangisiydi? Düşünürken boğazımdaki bu derin acıya sebep olan duygunun adı neydi? Koyamıyordum.
Benim yardımcıya ihtiyacım vardı. Bana neden böyle olduğumu bulmamda yardım edecek, eksikliğim çileden çıkarttığında beni sakinleştirecek birine ihtiyacım vardı ama ne yazık ki bu iş Doğukan’ı bile aşardı. Üstelik o şu anda çevremizdeki beklenmedik ölümlerle aramızdaki bağlantıyı kurmakla meşguldü. Gerçekten önemli bir işi vardı.
Yardım etmenin de ötesinde, beni pek çok noktamda tamamlayan ve onunla tanıştığım gün bana saflığıyla yeni bir hayat bağışlayan Güneş’i ise hissettiğim boşluğun boyutlarıyla korkutup üzemezdim. Yeterince şey zaten yaşamıştı. Benim aksime o, hak etmediği acıları çekmişti. Sakin ve güvenli bir yaşama ihtiyacı vardı. Bense bulunduğum belirsiz durum yüzünden henüz bunu ona sağlayabilecek yeterlilikte değildim.
Hem uyanıkken hem de uyurken gördüğüm kâbusların sayısı arttıkça onu kendi problemlerimden uzak tutmaya çalışıyordum. Durmadan öldürülen kızlar, tehditler, Cenk… Kendi eksikliğimle birleştiklerinde şöyle düşündüm:
“Daha kendime bile yetemezken ona nasıl yeteceğim?”
İstanbul’dan ve pisliklerinden, özellikle de benden uzaklaşmak ona iyi gelecekti. Bir süre Bodrum’da kalıp ailesini öldürdüğümü sanmasına izin vermek zorundaydım. Daha iyi bir seçeneğim olsaydı inan Güneş, tozla dumandan oluşan ben bile senin kalbine bunu asla yapmazdım. Durum o kadar ciddiydi ki, benden nefret etmeni sağlamalıydım çünkü benimle iletişim kurmayı istemeyecek olman senin yararına olacaktı.
İyi değildim.
Kâbuslar hep aynı yerde başlıyorlardı. Önce parmaklarımda bir sızı hissediyorum. Görüşüm yavaş yavaş netleşmeye başladığında salondaki beyaz piyanoya ulaşmaya çalışıyorum. Oturduğum koltuk normal ölçülerde bir piyano koltuğu ama ben yukarıya zor yetişebiliyorum. Boyum çok kısa, ellerimse küçücük… Parmaklarımdaki sızıya, uzanmaktan ağrıyan omuzlarım katıldığında kollarımı indiriyorum ve ardından duyduğum küfürle irkiliyorum.
Piyanonun öbür tarafında lacivert takım elbisesiyle duran babam, bir elini piyanonun üstüne koyup yumruk yapmış. Sinirli. Hoşnut değil. Asla yüzüne bakamıyorum. Sadece eline ve yumruktan çözülen parmaklarının piyanonun üstündeki ritmik hareketine bakabiliyorum. Korkuyorum. O beni bekliyor ama ben çalamıyorum. Yorulmuşum. Daha yüksek bir koltuk, sandalye… Ya da biraz ara versek?
“Hadi!”
Bağırışındaki ciddiyet ve ses tonu gözlerimi sımsıkı kapatmama neden olduktan sonra ağrıyan kollarımı yeniden kaldırıyorum. Tuşları görebilmek için gözlerimi açtığımda lacivert takım elbisenin yanına onunla aynı renkte ve güzellikte bir elbise daha katılıyor. Annem, tokasıyla aynı görkemdeki gri-lacivert taşlarla süslü nişan yüzüğünün olduğu elini babamın göğsüne koyuyor. O da artık beni beklemeye başlıyor.
Avuçlarım terlerken çok geçmeden parmaklarımın hareketi başlıyor. Şarkıyı daha yeni öğrenmişim, bir sonraki notayı düşünerek çalıyorum. Başımı ne zaman kaldırsam babamın onay vermeyen parmakları aynı sabırsızlıkla serçe parmağından işaret parmağına inip kalkıyor, annemse duruşunu hiç bozmadan beni dinliyor.
Hata yapmamalıyım, hata yapmamalıyım, hata yapamam…
Sonatın ilk on dakikası sorunsuz geçiyor. Mutlu hissediyorum. Bu sefer başaracağımdan eminim fakat hata yapma kaygısı beni terletiyor. Avcumdan tuşlara ve oradan parmaklarıma bulaşan terim işimi zorlaştırıyor ve sol elimden bir nota kayıyor. Anında korkuyla geri çekiliyorum. Hâlâ yüzlerine bakamıyorum.
Annem “Tatlım devam edebilirdin. Daha dün öğrendiğin bir parça…” diyor. Sakinleşiyorum, korkum azalıyor. Annemden aldığım güçle babamın gözlerinin içine bakabiliyorum.
Babam, elini yeniden yumruk yapmış bir şekilde bana bakıyor. Huzursuz. Tatmin olmuş değil. Gözlerini benden ayırmadan iğneleyici ve aşağılayıcı ses tonuyla anneme cevap veriyor:
“Daha Ay Işığı Sonatı’nı bile bitiremiyor, bunu yapamıyorsa başka hiçbir şey çalmayı beceremez ki!”
Derin ve lacivert gözleri beni korkutuyor, başımı öne eğiyorum.
“O daha beş yaşında Gökhan, eminim kendini geliştirecektir.”
Babam elini piyanodan çekiyor. İğneleyen gözlerini benden ayırmadan anneme cevap veriyor:
“Demir’den bir bok olmaz.”
Dudaklarımı birbirine bastırıyorum. Kollarımı yeniden kaldırmaya çalışıyorum ama omuzlarım bu sefer beni dinlemiyorlar.
“Çocuğun tüm sonatı ezberinden çalmasını istiyorsun, notaları da dün gece senden gizlice çalışmasın diye elinden aldın. O daha beş yaşında…”
“Kaç yaşında olduğu umrumda değil! O bizim oğlumuz ve bunu yapmak zorunda. Ben onun yaşındayken evimizde piyano olsaydı neler yapardım… Ona sunduğum imkânların kıymetini bilmeli ve karşılığını vermeli.”
Ansızın yukarıdan gelen bir sesle hepimiz merdivenlere bakıyoruz. Babam bir küfür daha savurarak bana dönüyor ve benimle işinin bitmediğini söylüyor. Arkasını dönüp piyanodan uzaklaşmaya başladığında derin bir nefes alıp veriyorum. Kendimi rahatlamış hissediyorum.
Annem, sanki gölgesiymiş gibi babamın arkasından merdivenlere yöneldiğinde onları izliyorum. Yukarıdan gelmiş olan sesin neden beni şaşırttığı kadar onları şaşırtmamış olduğunu merak ediyorum.
İşte kâbusum burada başlıyor.
Onlar yukarıya çıktıklarında beklemem gereken yerde beklemeyip yüksek koltuktan aşağı iniyorum. Yavaşça yürüyüp salondan çıkıyorum. Babamın üst kattan buraya ulaşan bağırışlarına bir kız sesi katılıyor. Annemle babam kavga mı ediyor? Benim için mi kavga ediyorlar?
Annem beni kurtarıyor mu?
Başaramaz ki… Denemekten uzun zaman önce vazgeçmedi mi?
Ne dediklerini duyabilmek için merdivenleri takip ediyorum ve dinlemeye devam ediyorum. Annemlerin yatak odasının yanında bir kapı var, sorun şu ki içinde ne olduğunu bilmiyorum. Orada öyle bir oda olduğunu hatırlamıyorum. Biri ağlamaya başlıyor. Kız sesi. Annemin hıçkırıkları üst kattaki koridoru doldururken, aslında hıçkırıkların anneme ait olmadığını fark ediyorum. Bu sanki daha ince bir ses. Yabancı ve tanımadığım ses ağlıyor, bağırıyor çağırıyor; babamsa sadece küfür ediyor. Misafirimizin olduğunu bilmediğimi fark ediyorum.
Tüylerim diken diken bir şekilde odaya yaklaşırken kalbim daha hızlı atmaya başlıyor ve görüşüm bulanıklaşıyor. Boğazımdaki tanıdık acı kendini belli etmeye başlıyor. Sanki deprem oluyormuşçasına sallanmaya başlayan zemin beni üstünde taşımakta zorlanıyor. Odadaki sesler yükselirken açık olan kapı, ondan uzak durmamı söylüyor.
Deprem yüzünden çöken kat beni aşağıya çekerken uyanıyorum ve yaklaşık yarım saat boyunca kendime gelemiyorum. Bilincimi kendine esir eden deprem, tüm şiddetiyle vücudumdaki hâkimiyetine bir süre devam ediyor.
Bu sabahki burada bitiyor ama öncekiler bu kadar uzun değillerdi. Sanki gün geçtikçe bir saniye bile olsa daha ileriyi gösteriyordu bana kâbuslar. Bu bir anı mıydı yoksa bilinçaltımın benimle Gökhan Erkan’ı nasıl gördüğünü paylaşması mıydı bilmiyordum. Ne zaman uyansam, kâbustaki o deprem sarsıntılarını gerçekte de yaşadığımın izlerini görüyordum. Koltukta uyuyakalmışsam yandaki lambayı devirmiş oluyordum, yataktaysam da bazen yataktan düşerek uyanıyordum.
Değişmeyen tek şeyse kendimi bildim bileli hissettiğim o boğazımdaki acıydı. Ne zaman mutlu ya da keyifli olsam o acı geri geliyordu ve bana mutlu olmaya hakkım yokmuş gibi davranıyordu. Bir şeyler hep eksikti ve ben neyin eksik olduğunu bilmiyordum. Boğazımda düğümlenenin, her gün beni ele geçiren duygunun adını koyamıyordum ve ben bir şeyleri bilmemekten, yapamamaktan nefret ederdim.
Durumun beni yardıma ihtiyacımın olduğunu kabullendirecek kadar etkiliyor olması, acımın artık ne katlanılamaz boyutlara ulaştığını gösteriyordu. Bu konuda tanıdığım insanlardan bir tek Güneş beni harfi harfine dinleyip benimle çözüm yolu aramaya çıkardı ama dediğim gibi, onun buralardan uzak durması ikimizin de yararınaydı. Hem zaten ben bile yaklaşık yirmi yıldır bu duruma bir çözüm bulamamışsam, beni yalnızca bir yıldır ve diğerleri gibi ancak izin verdiğim kadarıyla tanıyan biri yardımcı olamazdı.
Geriye iki kişi kalıyordu: Dilan ve Gökhan Erkan.
İkisiyle de konuşmamın imkânı yoktu. Sonunda hayatımda hiçbir yere sahip olmadıklarını onlara zorla da olsa kabul ettirmişken onca yolu geri dönemezdim. Kâbuslarımın nedeni onlarla olan geçmişimken bana nasıl yardım etmelerini bekleyebilirdim ki? Açıkçası cevap vereceklerini de pek düşünmüyordum, çünkü ben onlara cevap vermeyi uzun süre önce bırakmıştım.
Telaşa kapılmadım. Büyük bir çıkmazın içindeydim ama en azından yalnızdım. Bildiğim sulardaydım.
Hiçbir zaman rüyalarla, burçlarla vesaire ilgilenen biri olmadım, olmayacağım da. Yıllardır çektiğim ve son zamanlarda daha da artan bu lanet olası histen kurtulmak için onlarla ilgilenen birini bulmam gerekiyordu sadece. Birkaç araştırmadan sonra gidebileceğim psikologların listesini hazırlamıştım. Hepsi birbirinden iyi ve tanınmış insanlardı fakat kafama göre herhangi bir tanesiyle görüşemezdim. Bilgi para demekti. Konuşacağımız şeyleri soyadımdan dolayı medyaya satabilecek bir psikoloğa gidemezdim.
Normalde hangi doktora hangi insanların geldiğini bulmak zordu. Kayıtlara, özellikle de psikolog kayıtlarına öyle aklına esen herkes ulaşamazdı ki gerek de yoktu zaten. İki-üç gün boyunca kliniğe ya da ofislerine kimlerin girip çıktığını görmek, nereye gideceğimde karar verebilmeme yetmişti.
Profesör Ömer Kadirhan Taşdelen; pek çok ünlü müzisyen ve aktörün sıklıkla tercih ettiği bir psikolog olmasına rağmen basınla ilgisi olmayan biriydi. Hiçbir sosyal medya hesabı kullanmamakla birlikte bir tek, kendi adına açılmış olan internet sitesine sahipti. Orada da ofisinin yeri ve randevular için kullanılabilecek telefon numarası yazıyordu.
İnternete göre yirmi yedi senedir bu meslekteydi ve meslek hayatına başladığından beri ona gelen hiçbir ünlü ismin bu konuda bir haberi yapılmamıştı. Gazete ve haber ajanslarının geçmişleri bunu onaylayan nitelikteydi. Alabilirdim.
İnternet sitesinde yazan numarayı arayarak adımı soyadımı söylediğimde sekreter bana yakınlarda olup olmadığımı sordu. Ofisin karşısındaki binanın önüne park edilmiş siyah arabamdaydım ve bilgisayarımı kapatmakla meşguldüm. Sekreter, yakınlarda olduğumu söylediğim anda bana randevu için hemen gelip gelemeyeceğimi sordu.
Şaşırmıştım. Psikoloğun yarım saat sonraki randevusu az önce iptal edilmişti. Şanslıydım. Soyadımı söylediğimde telefonun diğer ucundaki sesin tonu değiştiğinde şaşkınlığım geçti. Sekreteri onaylayıp telefonu kapattım. Erkan olmanın getirileri de vardı ama bunların hiçbiriyle aramda barış yoktu. Gökhan’ın yaptığı her şey, başından sonuna kadar, benim doğumumdan ölümüme kadar yanlış kalacaktı. Onun ve ailemizin hatalarının parçası olmaktan sıkılmıştım.
On dakika kadar arabada oyalanıp Cenk’in kalkıştığı tüm saçmalıklardan sonra Amerika’ya taşınacağının kesinleştiğini öğrendim. Karşıdan karşıya geçerken telefonda Doğukan’la konuşuyordum. Yeni bir haber olup olmadığını sordum. Neyle, kimle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Çevremizden birinin vahşice öldürülmesinin sonuçları her yerde yankılanıyordu.
“Bu arada, Demir, Helin’ler Bodrum’a varmışlar. Haberin olsun.”
Güneş’in yolculuğunu sağ salim tamamladığını bilmek iyi gelmişti. Bodrum uzaktı. Benden de, İstanbul’dan da uzaktı, istediğim gibiydi. Yine de ona göz kulak olamayacağımı bilmek içime kurt düşürüyordu. Rahatsız hissediyordum. Onu benden sonsuza dek nefret ettirecek bir yalana inandırma fikri elimdeki tek iyi seçenekti ve kullanmak zorunda kalmıştım.
“Tamamdır, sağol. Ufak bir işim var, bir buçuk saat sonra döneceğim.”
“Sen iyisin değil mi?”
Bir otelin girişini andıran kapıdan girip beyaz çizgili siyah mermerlerin yerden duvarlara kadar yayıldığı ofise adımımı attım. Doğukan’ın ne zamandır iyi olmadığımı bildiğini merak ettim. Ne zamandır dışarıya yansıtıyordum? Hiçbir şey hissetmemeye odakladığım duygularımın kontrolünü zaten Güneş’le kaybetmiştim ama dışarıya gösterme konusunda hâlâ kontrolün bende olduğunu sanıyordum.
“Evet.”
Lobiden geçip sekreterin masasına ilerledim.
“İyi değilmişsin gibi geliyor. Bak, yorum yapmak bana düşmez ama ortada gerçekten birden fazla problem var. Seninkinin sadece Güneş’le alakalı olduğundan eminiz değil mi?”
Orta yaşlı sekreter ayağa kalktı ve az önce telefondaki ses tonunun aynısıyla “Hoş geldiniz Demir Bey, soldaki koridoru takip ettikten sonra karşınıza çıkacak koltuklarda bekleyebilirsiniz. Kadirhan Bey sizinle on beş dakika içinde görüşecek,” diyerek beni karşıladı.
Sekretere bir saniyeliğine gülümsedim ve sola döndüm.
Güneş’in ailesiyle geçirdiği trafik kazasının “nedeni olduğumu” diğerleri gibi Doğukan da yeni öğrenmişti. Kimseye normalde açıklama yapmazdım ve bu bilinen bir şeydi. Ancak Doğukan ilk kez benden bir açıklama beklemişti. Ona cevap vermediğimde tepkiyle karşılayacağını düşünmüştüm ama beni yanıltmıştı. Bana “Senin mutlaka bildiğin bir şey vardır,”diyecek kadar güvenmesi için ona ne yaptığımı bilmiyordum. Doğukan’la geçmişimiz biraz eskiye dayanıyordu, evet ama çetedekilerden farklı olarak gerçek bir dost olduğunu yeni fark ediyordum.
İnsanları hayatıma almaya başlamıştım. Ucu bana çok ağır dokunacak olsa da…
“Güneş’le ilgili sadece Bodrum’dan, yani Helin’den aldığın haberleri söylesen olur mu? Ha, bir de kalacakları evin adresi ne, onu mesaj at. Dursun bende.”
Siyah mermerlerin bir psikolog ofisi için ne kadar depresif kaçtığını düşünüp koridorda ilerlemeye devam ederken bir yandan da tercih edilen renklerle sanki burası benim için yapılmış gibi hissetmeye başlamıştım.
“Tamam, tamam. Kızma hemen. Şimdi gönderiyorum. Cenk ve ailesinin Kansas’ta satın aldıkları evin adresini de ister misin?”
Cenk’in bir daha bu ülkeye adım atacak olması, kendi ölüm fermanını imzalaması anlamına gelecekti. Bunu ona iyice anlattığımızı umuyordum.
“Hayır, gerek yok. Onun cehenneme kadar yolu var.”
Siyah deri koltuklara ulaştığımda elindeki magazin dergisini okuyan yaşlı kadın, başını birkaç saniyeliğine dergiden ayırıp bana baktı. Umursamadan karşısındaki koltuğa geçtim. Anlaşılan koridordan az da olsa duyulan klasik müzik, bu bekleme salonundan geliyordu.
“Cenk’in adresi de bende dursun o zaman. Ne olur ne olmaz… Benim şimdi kapatmam lazım, öldürülen kızın en yakın arkadaşlarından birine ulaştım. Onunla görüşeceğim.”
Yaşlı kadındaki derginin kapağı annemle Gökhan’ın fotoğrafıydı. Dev fotoğrafın altındaki büyük punto “Erkanlar 9. Avrupa Turnelerini Yarıladılar” yazısının dışında o ayki sayıda başka hangi haberlere yer verildiği yazıyordu.
Göründüğünden çok daha rahat olan koltukta arkama yaslandım. Artık telefonu kapatmak istiyordum.
“Öğrendiğin herhangi bir şey olursa mutlaka ara Doğukan.”
“Tamamdır. Görüşürüz.”
Kadın çoktan dergisini okumaya dönmüştü. Babamın beni yani tüm pisliklerinin tek meyvesini medyadan saklama konusundaki başarısı takdir edilesiydi. Dış dünyada hiç kimseydim, sicil raporlarına göre ise tam bir suçlu.
Gerilen sinirlerime iyi geleceğini umdum; Vivaldi’nin sırayla çalan Dört Mevsim‘inden tam o anda başlayan Kış‘ının tadını çıkartmaya karar verdim.
Yaklaşık on dört dakika sonra, beni karşılayan sekreter kadın geldi ve koltukları geçerek ofis kapılarının bulunduğu duvara yaklaştı. Yan yana duran iki kapıdan sağdakinin önünde kapı açılana kadar bekledi ve içeriden çıkan altı yaşlarındaki oğlanı güler yüzle karşılayıp koridora doğru yönlendirdi.
“Demir Bey, buyrun girebilirsiniz.”
Ayağa kalktım ve odanın içine girdikten sonra kapıyı arkamdan kapattım.
Evi aratmayacak derecede zengin mobilyalar ve dev bir kitaplıkla dekore edilmiş ofiste psikoloğun oturduğu büyük tahta masa ortada duruyordu. Masanın önünde birbirine bakan iki tekli koltuk vardı. Odada direkt masaya dönük herhangi bir koltuğun bulunmayışını, psikoloğun görüşeceği insanlara daha yakın olma isteğine bağladım ve birazdan masasından kalkıp karşıma oturacağını tahmin ederek sağdaki koltuğa doğru ilerledim.
Seçtiğim koltuğa oturduğumda bir şeyler yazdığı kâğıtlarla ilgilenmeyi bıraktı ve masanın diğer tarafında kalan, göremediğim bir çekmeceye kâğıtlarını yerleştirdi. Yavaşça ayağa kalktı ve masanın diğer tarafına geçip karşımdaki koltuğa oturdu.
“Neden oturmadan önce koltuğunu masaya doğru çevirmedin?”
Bıyık ve sakalları, kahverengi saçları, krem renkteki kumaş pantolonu ve siyah gömleğiyle yaşından daha genç gösteriyordu. Görünümüne zıt olarak kendini belli eden olgunluğu sesine yansımıştı. Duruşu ve oturuşunun ağırlığıyla bir psikolog ya da doktordan çok, bir tiyatrocuyu andırıyordu. Soru sormasını tabii bekliyordum ama buraya gelme amacımdan bağımsız herhangi bir soruyla karşılacağımı tahmin etmemiştim.
Omzumu silktim. “Üşendim.”
Güldü. İnce kenarlı gözlüklerini çıkarttı ve hemen yanındaki masanın üstüne bıraktı. “Ben de üç gündür internetteki her bir veri tabanında adımı aratanın, yapmış olduğum tüm çalışmaları inceleyenin ve makalelerimi okuyanın kim olduğunu merak ediyordum. Bir yanlışlık olmuş sanırım. Gözde Hanım’a söyleyin, size önümüzdeki hafta içinde yeni bir randevu ayarlayacaktır.”
Ayağa kalktığında rahatımı bozmadım. Yeni bir randevu için önümüzdeki haftaya kadar bekleyemezdim. Saçma sorusunun cevabını bu kadar çok istiyorsa alacaktı.
“Odanın dekorasyonunun başta farklı geldiğini itiraf etmeliyim. Ofisinizle insanları evinde hissettirme konusunda gerçekten emek göstermişsiniz. İşinize dekorasyondaki ayrıntıların sizinle görüşecek insanları rahatlatacağını düşünecek kadar samimiyetle yaklaşmışsanız, tanıyacağınız insanları aranıza koca bir masa koyarak sorgulanıyormuş hissinde boğmak yerine sanki bir arkadaşmış gibi karşılıklı oturarak konuşmayı tercih ediyor olabileceğinizi düşündüm. Açıkçası bu düşüncemin doğru olma olasılığı yüksekti fakat benden önce odada görüşmenizi yaptığınız kişi küçük bir çocuktu. Sadece belirli bir yaşın altındaki hastalarınızla yaptığınız görüşmelerde bu yöntemi uyguluyor olabileceğinizin olasılığını da düşündüm ama eğer öyle olsaydı ben gelmeden önce koltuğu düzelttirirdiniz.”
Asistanını çağırmak üzere uzandığı telefondan uzaklaşarak ağır hareketlerle karşımdaki koltuğa yeniden oturdu. Ellerini o klasik psikolog pozu gibi birleştirmek yerine iki yana açtı.
“Size nasıl yardımcı olabilirim Demir Bey?”
Hayatı boyunca kimseden yardım istememiş biri olarak geldiğim bu yerde kendimi kötü hissedeceğimi tahmin etmiştim ama hiç de öyle olmamıştı. Ortama genellikle koyu renklerin hâkim olması, klasik müzik çalması beni rahatlatmış ve sorunumu paylaşmakta sıkıntı olmadığına inandırmıştı.
Gördüğüm şeylerin basit bir iki rüya olmadığını biliyordum. Ben rüya görmezdim. Görüyorsam da çok nadir hatırlardım fakat son birkaç ayda güçlenen, netlik kazanan görüntüler gittikçe bulanıklığını kaybetmeye başlamış ve bana fiziksel acı vermeyi görev edinmişlerdi. Resmen uyumak istemiyor, gözlerimi kapattığımda göreceğim kâbusla bana yeniden dönüp boğazıma oturacak acıdan kaçmaya çalışıyordum. Katlanabildiğim kadar katlanmıştım ama artık yardıma muhtaçtım.
Hayatımda ilk kez yardıma ihtiyaç duymuştum ve kurtulmaya çalıştığım problemimin acı gibi net ve hafif bir şey olduğuna inanamıyordum. Kendime yediremiyordum. Randevu almak için tuşlayacağım numarayı bulana kadar, bir insanın karşısına geçip nasıl kendimden bahsedebileceğime takılmıştı kafam. Kelimeler bir araya nasıl gelecekti? Hiçbir sözümü başkasıyla paylaşılmayacaklarını bildiğim Güneş’e, Doğukan’a bile hangi ilkokula gittiğimi söylemezken bir yabancıya geceleri beni esir alan anımı nasıl anlatabilirdim? Özellikle de ailem gibi uzun zaman önce duvar örüp uzaklaştığım insanlar hakkında…
“Sıradan bir acı değil,” dedim arkama yaslanarak. Burada gerçekten bir çözüm bulabilecek miydim, yoksa sadece vakit mi öldürüyordum?
“Sıradan bir acı olsaydı burada olmazdınız Demir Bey. Uyanırken hissettiğiniz acıyı tarif edebilir misiniz?”
Güldüm. “Büyük ihtimalle size deli saçması gibi gelecek.”
Ellerini iki yana açtı. “Sanırım deli saçmalarına alışkınım,” dedi.
Hatırlamak için fazla geriye gitmem gerekmiyordu. Hemen bu sabaha, birkaç saat öncesine döndüm. Buruşmuş çarşaflar, yere düşmüş yastıklar ve yanan gözler…
“Karın boşluğuna yenen bir tekme gibi, acı sanki elleriyle boğazımı sıkarmışçasına boynuma dolanıyor. Uyurken sayıklayıp sayıklamadığımı bilmiyorum ama uyandığımda bir metal konserine gidip saatlerce bağırarak ses tellerimi kendimden bıktırmışım gibi boğazım yanıyor. Sanki bu sefer onlar bana bağırıyorlar. Boğazımdaki acının büyüklüğünden dolayı henüz hissedemediğim baş ağrısı sonradan vuruyor ve yarım saat boyunca geçmek bilmiyor.”
Kadirhan Bey’in karşımda otururken anlattıklarımı not almasını beklemiştim. O ise sadece beni dinliyor, gözlerini üstümden ayırmıyordu.
“Ne kadar zamandır bu kâbusları…”
“Süresi önemli değil. Önemli olan her uyandığımdaki acının git gide daha da güçlenmesi ve hiçbir ilacın kesemediği o lanet olası baş ağrısı.”
Kendisini ilgilendirecek ölçüde anlatacaktım. Gereksiz bilgi vermeye hiç gerek yoktu.
Oturduğu koltukta öne kaydı. Dirseklerini dizlerine koyup bana yaklaştı.
“Küçükken kaza ya da travma geçirdiniz mi? Bir yakınınızı kaybettiniz mi ya da güçlü bir şekilde unutmak istediğiniz bir olay yaşadınız mı?”
Ne saçmalıyordu? “Hayır,” dedim düşünmeden. Parçası olduğum tek kaza Sedef Ailesi’yle olandı fakat rüyaların geçmişi ortaokul yıllarımın sonuna kadar uzanıyordu. Keşke o zamanki gibi seyrek ve acısız olsalardı.
“Ailenizle aranız nasıl Demir Bey? Zor bir aile yapınızın olduğunu tahmin edebiliyorum. Eşim, Erkan ailesinin konserlerini yakından takip ediyor.”
Klasik sorular beni sıkıyordu. “Pek iletişim kurmayız.”
İç çekti ve yeniden dik oturmaya başladı. “Ne zamandan beri?”
Bu sefer iç çekme sırası bendeydi.
“Uzun zamandan beri.”
Birkaç dakika sadece bana baktı. Sorunumun ne olduğunu ve o kâbusların yarattığı etkinin nereden geldiğini söylemediği her saniye vaktimi boşuna harcadığımı düşünüyordum. Gidip gitmemek arasında bir karar vermeye çalışırken doktorun tüm o ciddiyetiyle söylediği, sadece komediydi.
“Rüyanızın rüya olmadığını düşünüyorum.”
“Efendim?”
“Bence küçüklüğünüzden kalma bir anınız var, aklınızın tozlu raflarında durmaktan sıkılmış ve size kendini göstermeye çalışıyor.”
Kahkaha attım. “O zaman bunu neden beni boğmaya çalışarak yapıyor?”
“Çünkü kilitli.”
Gülerken bakışlarımı ondan çekmiştim fakat yeniden ona baktığımda hâlâ aynı pozisyonda oturduğunu gördüm. Ciddiydi.
“Kusura bakmayın ama kendimden sakladığım bir anımın olduğunu sanmıyorum,” dedim.
“Ben sizin sakladığınızı söylemedim ki.”
Vücudumdaki kaslar gerilip yüzümün donuklaştığını hissettiğimde küfür etmek üzereydim. Benimle dalga mı geçiyordu?
“Bana beni öldürmek istiyormuş gibi bakma evlat, kötü bir şey söylemedim.”
“Nasıl söylemedin? İnsanların önümde ip sallayarak beynimden bir şeyler sildiğini mi iddia ediyorsun?”
“Hipnoterapi.”
“Her ne boksa!”
Koltukta arkasına yaslandı. “Kelimelerine dikkat et genç adam. Sana yardımcı olmaya çalışıyorum.”
Ne ara bu kadar samimi olmuştuk? “Kimsenin bana dokunmasına ya da öyle saçma bir şey yapmasına izin vermem ben. Silinmiş anılarmış, bilmem neymiş, yok öyle bir şey.”
“Kâbusunun senin çok iyi hatırladığın anılara dayandığı ortada…”
“Evet, bana piyano çalmayı babam öğretti. Orası doğru ama bu tüm olay ben merdivenlerden yukarı çıktığımda yaşanan depremle birlikte inandırıcılığını yitiriyor. Araştırdım, ben o yaşlardayken bölgede hiç deprem olmamış.”
Tane tane ve soğuk konuşmaya dikkat ediyordum. Endişelendiğimi fark etmesini istemiyordum. Saçma tedaviler için benden para kopartma çabalarına her an girebilirdi ve açıkçası uğraşmam gereken çok daha önemli işlerim vardı.
“Tamam, senin gibi düşünelim o zaman. Belki de evinize hırsız girmişti ama sen çok küçük olduğun için kendine o andaki heyecan ve korkunu zihninde kamufle edecek basit, doğal bir deprem yarattın. Anı senin hafızanda deprem olarak kaydedildi. Gayet normal, değil mi? Her çocuk korktuğunda kendi hayal gücüne sığınır.”
Ben yaptığımda bana normal gelmiş olsa da onun “Siz”den “sen”e geçmiş olması beni rahatsız ediyordu. Ama en azından ilk defa mantıklı bir şey söylemişti.
“Peki bu düşüncemiz senin neden katlanılamayacak bir acıyla uyandığını açıklıyor mu?”
Ellerimi iki yana açtım. “Onu siz bana söyleyeceksiniz.”
Sessiz geçen bir dakikanın ardından Kadirhan Bey ayağa kalktı ve masasının diğer tarafına geçti. Yine göremediğim çekmecelerden bir kutu çıkarttı. Kapağını açıp içindeki kartvizitlerden üç tanesini masaya ayırdıktan sonra kutuyu kapattı ve çekmeceye geri kaldırdı.
Kartları masanın üstünden bana uzattı. Koltuğuna dönerken “Tanıdık bir isim var mı?” diye sordu.
Üç karttan bir tanesinde onun gibi psikolog birinin adı yazıyordu. Normal, sıradan bir iş kartıydı. Adres, telefon numarası, faks… İsmi de ilk defa görüyordum. Kartı üçüncü kartın arkasına koyup ikinciyi incelemeye başladım. Uzman bir doktorun adını yazıyordu. Yine tanıdık değildi.
Benim ailemin müzisyen ve oyuncu arkadaşları olurdu, doktor ya da cerrah değil…
İkinci beyaz kartı da parmaklarımdan kaymayacak şekilde arkaya yerleştirdikten sonra üçüncüye bakmaya başladım. Kart, diğerlerinden farklı olarak siyahtı. Üstünde sadece bir bayan ismi ve telefon numarası vardı. Soyad bile yoktu.
Başka bir şey yazıyor mu diyerek kartın arkasını çevirdiğimde gördüğüm slogan beni sinirlendirmeye yetmişti.
Aşk acısını bile unutturabilirim.
Ayağa kalktım. Kartları masaya attıktan sonra adama baktım. Şaka artık fazla uzamıştı.
“Ben buraya eskortunuzun numarasını almaya gelmedim.”
“O bir medyum.”
Omuzlarımı silktim. “Hah, daha kötü.”
Geniş ofisin girişteki koridordan farklı olarak parkeyle döşenmiş zemininde kapıya doğru ilerlerken bana isimlerden herhangi birinin tanıdık gelip gelmediğini sordu. Ona döndüm.
“Hayır. Üçünün de ismi tanıdık gelmiyor. Özellikle de en sondaki kadın.”
“Serap.”
“Evet! Özellikle de o. Herneyse bakın, gerçekten uğraşmam gereken bir ton iş var ve burası sadece zamanımı çaldı.”
Psikolog ayağa kalktı ve kendi masasına geçti. “Çıkarken Gözde Hanım’dan yarın için bir randevu almanı istiyorum.”
Randevu mu? Kaç kez bu adamın beyin yıkama çalışmaları için para vermem gerekecekti? “Bir daha geleceğimi sanmıyorum Kadirhan Bey.”
Kapının koluna uzandım ve çevirdikten sonra kendime çektim.
“Gelmek isteyeceksin.”