༯ 36 ༯
DEMİR
Korku içinde koşan çocuğun peşinde sürükleniyordum. Kendi düşüncelerim onun düşüncelerine karışıyordu. Kendi kızını bile dünyadan silebilecek alçaklıkta olan bir baba, hiç tanımadığı bir aile olan Sedefleri tabii benim üstüme yıkabilirdi.
Küçük çocuksa az önce yaşananların hepsinden kaçarken yolda gördüğü her renkte ablasının varlığını hissediyordu. Örnek aldığı, adeta taptığı ablasının bir daha uyanamayacak olması onu daha hızlı koşmaya itiyordu. Sanki yeterince hızlı koşarsa geride bıraktıklarının sadece bir kâbusa dönüşeceğine inanıyordu. Gözyaşlarını silmeye vakti yoktu, daha hızlı koşmalıydı.
Gördüğüm her renk, hayatımın hiç bilmediğim yeni bir anısına götürüyordu benim. Ablam ya vardı, ya yoktu. Hepsi birbirinden cesaret alıp bana kendisini göstermeye başlamıştı.
Ben koşarken kulaklarımda çalan hüzünlü piyano melodisi, ablamın gülüşü ve bana seslenişiyle kaçışımı oluşturuyordu:
“Ben hep buralarda değilim, biliyorsun. Beni gönderdiklerinde geri gelmem uzun zaman alabiliyor. Sadece kendine iyi bak, olur mu? Yalnızca kendini düşün. Ayakta kal. Benim eğdiğim gibi onlara boyun eğme. Gitmek istemediğin yere seni göndermelerine izin verme. Sevmeni istemedikleri insanları senden kopartmalarına karşı çık. Kendin ol bal. Sadece kendin ol.”
Yere düştüğümde ilk birkaç saniye ayağa kalkmıyorum. Kalkmak için ne sebebim var ki diye düşünüyorum, bulamıyorum.
Varlığı, önemi ve kendisi unutturulsa bile hayatımın her bir dönemini etkilemiş kişiyi sonunda tanıdığım için huzurluydum. Bunca zaman onun tavsiyesine uyamadığım için ondan özür diledim. Eğer bir tek bana onlara karşı çıkabileceğimi söylediği günü bırakmış olsalardı hayatımın ne kadar farklı olabileceğini düşündüm. O bana dilediğim gibi şekillendirebileceğim bir hayat bıraktığını sanarak gözlerini yummuştu. Bense onu ve söylediklerini unutarak onu yarı yolda bırakmıştım.
“Kalbi çok hızlı atıyor.”
“Kanaması durmuyor, bir şeyler yapmalıyız.”
“Evet! Ben de farkındayım. Doğruca hastaneye gitmeliyiz.”
“Ayağa kaldırmaya çalışma. Hâlâ orada, onu uyandırmadan arabaya binmesini sağlayamayız.”
“Hâlâ koşma eğiliminde midir dersin? Sence nereye gidiyor?”
Beni kollarımdan tutup ayağa kaldırmaya çalışan ellerin yardım etmesine izin verdim.
Onca yıl ve iki ay… Ona dair her şeyi hatırlamak elbet imkânsızdı. Ben çok küçükken aramızdan ayrılmıştı. Unutulduğu süreyi hiçbir şekilde hak etmediğini düşünerek gözlerimi açtım.
“Şimdi daha iyi gibi.”
“Evet, geri geliyor. Onu kaldırıma taşıyıp biraz bekleyelim.”
Gerçeklikten duyduğum seslere cevap verme zahmetine girmeden görüşümün netleşmesini beklemeye başladım. Öğürüyordum ama midemde kusabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Ellerim buz gibiydi, son haftalarda kaybettiğim kanı yenileyecek kadar besin de tüketmemiştim. Bacaklarım sanki maraton koşmuşcasına kendilerini bırakmışlardı. Boğazımdaki acı göğsüme kadar inmiş, kalbimi sıkıştırıyordu.
Ama, göğsümdeki tüm yükün altında, kalbimin hâlâ atmasını sağlayan farkı bir şeyler vardı. Daha önce deneyimlemediğim, kimisi karnımda kimisiyse vücudumun her yerinde farklı etki bırakan değişik birkaç tat vardı. Kimisi eksik kimisi fazlaydı ama isimleri sevmek, sevilmek, özlem, mutluluk, acıma, beklenti, huzur ve merhametti. Açıkçası hangisinin hangisi olduğuna emin değildim ama zamanla keşfetmek için sabırsızlanıyordum. Sadece bana kendimi keşfetmemde ve parçaları yerine oturtmamda yardım edecek kıza dönmem gerekiyordu. Her şey onunla iyiydi, daha da iyi olacaktı.
Kendime geldiğimde Şahsene sol yanımda oturup beni tutuyordu. Kadirhan Bey’se tam önümde, ayaktaydı ve bana doğru eğilmişti. “Korkunç gözüküyorsun. İyi misin?”
İkisine de baktım. O kadar endişeli gözüküyorlardı ki onların neden endişelendiğini, nerede olduğumuzu fark edene kadar anlayamadım. Rüzgâr açıkta kalan kollarıma değdiğinde irkildim. Bir elim kaldırımda durarak bana destek olurken diğer elimi kaldırıp baktım. Mosmordu. Kollarımda çürükler ve daha önceden görmediğim, taze kanayan bir yara vardı. Uzattığım bacaklarıma bakınca, pantolonumun yırtıldığını gördüm. Küçüklüğümle eş zamanlı olarak ben de düşmüş olmalıydım.
İyi olduğumu belirtmek için başımı olumlu anlamda sallamayı denedim ama bir milim hareket ettirince başım üç kat daha ağırlaştı. İnledim.
“Koşmana engel olmadım çünkü olanları hatırlıyorum. Annen anlatmıştı. Kaçtığın anı da unutmanı istiyorlardı.”
Etrafıma baktım. Sokak aynıydı. Asfalt, kaldırım taşları, ağaçlar… Her şey aynıydı. Her kabustan sonra kaybettiğim zaman bu sefer aynıydı. Değişmeyen, monoton yaşayan insanlar için her şey aynı şekilde devam ederken benim içinse, içimdeyse her şey farklıydı. Yeniydi.
Ayağa kalkmak istedim. Kadirhan Bey yardım etti. Kolumu ona atmıştım, arabaya doğru yürüyordum.
“Her şey bitti mi?” diye sordu. Arabaya binene kadar yanıt vermedim. Arka koltukta otururken dışarıyı izlemeye başladım.
Yapabileceği hiçbir pisliğin bir öncekinden daha kötü olamayacağına kendimle bahse girdiğim Gökhan Erkan, insanlığın en kabul edilemez suçlarından birini işlemişti. Medyaya duyurulsaydı olanları kaza olarak görebilecek kesimler de olacaktı tartışmasız, ancak arka plandaki nedenler asla affedilmeyecekti. Özellikle de benim tarafımdan. Bunu da çok iyi bildiği için beni devredışı bırakmak istedi. Nasıl yapacağını bilemediğindeyse alternatif yollara başvurdu.
Kendimi günahsız biri olarak görmek, söyleyeceğim en büyük yalan olurdu. Ben de kendi hatalarım için ödemem gereken bedeli ödeyecektim ama Gökhan Erkan da, yaptıklarına göz yumanlar da her şeyin cezasını birgün çekeceklerdi. Ya benim elimden ya da bir başkasının elinden mutlaka aynı acıları tadıp cezalandırılacaklardı. Özellikle o herifin bittiğini görmeden ölmeyecektim.
“Bitmedi,” dedim.
“Başka seans olmayacak. Sildiğim her şey senin kaçışınla sona eriyordu. Sana daha fazla yardım edebileceğimi sanmıyorum Demir. Özür dilerim.”
Göz kapaklarım ağırlaşırken boğazımdaki acı, yerini artık kanın metalik tadına bırakıyordu. Tatla öksürme refleksim tetiklendiğinde ağzımı kapatmak için elimi yüzüme yaklaştırdım. Üç-dört kez öksürdükten sonra elimi aşağı indirdim. Kana bulandığını zaten biliyordum, bakma gereği hissetmedim.
“Anılarımın tamamlandığı konusunda haklısın. Körelmiş duygularımı ise zamanla yaşayarak canlandırmam gerekecektir, ancak her şeyin… Nasıl söylesem, çok daha farklı olduğunu hissedebiliyorum,” dedim. Yol boyunca aynı asfalt, aynı kaldırım taşları, yine aynı ağaçlar… Dünyada değişen hiçbir şey yoktu ama benim dünyaya bakışım tamamen farklıydı. Gördüğüm her bir renk bana farklı bir şeyi çağrıştırıyor, o çağrıştırdığı ses, koku, kelime, anı beni farklı bir duyguya götürüyordu.
Bu…
Bu gerçekten de çok farklıydı.
Sonsuz renklerin hissettireceği yenilikleri ve verecekleri ilhamı yaşamak için heyecanlanırken, öyle bir renk vardı ki, o rengi gördüğüm sürece alacağım intikamdan vazgeçmeyecektim.
Gökhan Erkan, dünyadaki en renkli insandan bir hırsız gibi tüm renkleri çalarak, onu soluk bir ten ve atmayan bir kalple bırakmıştı. O adam benim için artık siyah demekti ve ben, ondan alacağım intikamı bana her dakika hatırlatacak olan bu renkle yaşıyordum. Unutmak zor olacaktı.
X
03.15
Arabada yazan saati izlemeyi bırakıp sonunda dışarı çıkabildiğimde yürümekte zorlandım. Ne kadar hızlı gelmiş olsam da saatlerdir araba kullanıyordum. İki gündür yediğim hastane yemeklerinin bana ne kadar katkısı olduğuysa tartışılırdı. Kendimi toparlıyordum ama bu, uzun yola çıkabileceğim anlamına gelmemişti anlaşılan.
Belki bencildim. Belki değil. Evet ben bencil bir insandım. Kendi çıkarlarımı hep ön planda tutardım. Aynen şu anda da yaptığım gibi.
O benimle görüşmeye hazır mıydı, bilmiyordum. Tek bildiğim, ona deli gibi ihtiyaç duyduğumdu. Derin’i ona anlatmayacaktım. Gökhan bile Derin’i ve bana yaptıklarını bildiğimi bilmeyi hak etmiyordu. Güneş’in başına gelenlerin yanında ona yaşattıklarım zaten çok ağırdı. Bir de kendi yükümü ona veremezdim. Kalbinin benim ağırlıklarımı benimle paylaşacak kadar güçlü olduğunu bilsem de bunu ona yapamazdım.
İhtiyacım olan sadece onun yanında olmaktı. Onu yanımda uyurken izlemek istiyordum. Bana iyi geleceğini biliyordum.
“Arda, anlamıyorsun… Onu görmem gerek.”
Uykulu gözleri, gözlüğünün arkasından bana bir an önce uykuya dönmek istediklerini söylüyorlardı.
“Demir, gitmelisin.”
Yarısı aralık olan kapıdan “İçeri gireceğim,” diyerek Arda’yı itmeye kalktığımda beni beklemediğim bir şekilde durdurdu.
Kendisini geçmeme izin vermedi. Elimi tutuşu sağlamdı. Uykulu gözleri artık herhangi bir şiddet eğilimiyle karşı karşıya gelmişçesine açıklardı.
“Çok şey değişti. Artık sana ihtiyacı yok.”
Sesindeki sertlik, bünyem henüz eski gücüne kavuşmamış olsa da beni tokatlarmışçasına gerçek hislerimi ortaya koymaya itti.
“Ama ya benim ona ihtiyacım varsa?”
Sanki bakıcılık yapmak zorunda bırakılmış bir genç gibi bıkkın bir sesle “Git. Seni istemiyor. Seni görmek yine sorunlara yol açacak. Ona iyi gelmiyorsun Demir,kimseye iyi gelmiyorsun. Nereye gitsen orada bela oluyor ve yaptıkların… Lütfen. Daha fazla ısrar etme. Kapıyı kapatacağım,” dediğinde tuttuğu kolumu ondan yavaşça kurtarıp aşağı indirdim.
“Bunu söyledi mi? Beni istemediğini söyledi mi?”
Cevap vermeden önce duraksadığı için gözümde inandırıcılığını yitirmişti. Yine de duyduğum şeyi gerçekten söylemiş olma olasılığı bende hissetmek istemeyeceğim bir etki yaratmıştı.
“Evet, seni istemediğini ve ailesine yaptıkların yüzünden bir daha seninle olmak istemediğini söyledi.”
Hastaneden çıkar çıkmaz ilk işim eve uğramak olmuştu. Duş alıp kıyafetlerimi değiştirdikten sonra arabaya atlayıp Bodrum’a gelmiştim. Karşılaştığım tepkinin böyle olacağı aklıma gelmemişti ama gelmeliydi.
“Arda onunla sadece bir dakika konuşmama izin ver. Onu ikna et. Bir şekilde yap bunu. Lütfen,ona söylemem gereken şeyler var,” diyerek onu ikna etmeye çalıştığımda sözümü kesti. “Hayır Demir! Onunla konuşmayacaksın, onu bir daha görmeyeceksin. Okulda ne olur bilmiyorum ama şimdilik onun yakınında dolaşmayacaksın. Ben de istemiyorum, o da istemiyor. Şimdi git. Burada işin yok. Bitti artık.”
Ne bekliyordum? Onu yarı yolda bıraktıktan sonra geri döndüğümde beni hemen kabul etmesini mi? Başında gardiyanı varken ona gerçekleri, kazada yaşananları nasıl açıklayabilirdim ki?
Bu kadar yol çekmem de, buraya gelmem de, daha en başında Güneş’ten ayrılmam da büyük bir hataydı. Kapıdan uzaklaştım. Arkamı dönüp arabaya gittim. Arda hâlâ kapıyı kapatmamıştı. Gittiğimden emin olmak istediği belliydi.
Binmeden önce Arda’ya baktım. Beni içeri almaması eve giremeyeceğim anlamına gelmiyordu. Güneş’i tek yakalayıp ya da o yanındayken de onunla konuşamayacağım anlamına gelmiyordu. Eğer isteseydim şu anda onunla aynı odada oturuyor olurdum. Sağlığımın ne kadar toparlanma sürecinde olduğu, aptal bir kapıyı açmamda beni etkilemezdi.
Beni yaralayan şey, Arda’nın söyledikleriydi. Güneş’in kelimeleri olduğuna tek bir saniye bile inanmadığım o sözler konusunda yanılıyor olabilir miydim? Arda’nın bana bu kadar agresif çıkışmasının nedeni Güneş’in beni gerçekten bir daha asla istemiyor oluşu muydu?
Her ne kadar gerçeklerin her şeyi değiştireceğinden emin olsam da ne Güneş’in ne de diğerlerinin henüz hazır olmadığını fark ettim. Anlaşılan, aradan biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Mutlaka geri dönecektim.
Arabanın kapısını açtığımda ona baktım. Davranışları ve duruşu, o an bana karşı olduğu için ters gelmişti. Ancak önyargısız ve dışarıdan bir gözle bakacak olursam, bu çocukta değişen bir şeyler vardı. İyi anlamda değişmişti ve Güneş’i korumak için benimsediği tavır ister istemez hoşuma gitmişti.
Ne kadar takdir etsem de bakışımı bozmadım ve aynı hoşnutsuzlukla arabaya binip kapısını kapattım. Hızla Bodrum’dan İstanbul’a kadar yoldaşım olacak gaza asıldıktan sonra sokaktan çıktım.
Her şeyi düzeltecektim. Güneş’e ihtiyaç duyduğu zamanı verecek, ardından geri dönecektim. Ona gerçekleri anlattığımda nasıl karşılayacağına dair herhangi bir fikrim yoktu ama beni anlamasını ondan beklemeyecektim. Şu son iki ayda o burada ne kadar zor zaman geçirdiyse ben de İstanbul’da bir o kadar zor zaman geçirmiştim. Yeniden birlikte olmak, şu anda hayali beni mutlu eden tek gelecekti.
En azından o güne kadar güvende olacaktı. Bu akşam bundan emin olmuştum. Teşekkürler gözlüklü.
Yeni yeni hissettiklerimden hafif bir kalp kırıklığı ile çıktım otoyola. Duygulardan bahsederken ya da onlar hakkında düşünürken kendimi bir çocuk gibi hissediyordum. Kendime kızıp kaç yaşında olduğumu hatırlattığımdaysa o ses bana “Kendin ol,” diyordu. Hissettiğim şey neyse o anda onu hissettiğimi kabullenebilmeye başladım.
Yokluğunda bile bana ablalık yapabildiğine göre harika bir insan olmalıydı şu Derin Erkan. Umarım ben de; en az onun kadar dolu bir insan, iyi bir sanatçı ve özgür bir ruh ve olabilirdim.
*
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
*
Ne yaşarsanız yaşayın onu değiştirmek,
bitirmek ya da yeniden başlamak sizin elinizde.
FİNAL
teşekkür
Hayatımın Karanlık Lise 2’den sonraki iki yılı, bir şeylerden kaçmak isterken yarattığım karakterlerin beni her kaçtığım yerde bulup buraya geri getirmesiyle kovaladı birbirini. Karanlık Lise serisi bana gerçek hayatımda önceden asla hayalini bile kuramayacağım heyecanları yaşatırken pek çok sahteliğin de ortaya çıkmasını sağladı. Bu nedenle başta Gölge Ailesi’ne, bana ikinci kitabın ardından iki yıl geçmiş olmasına rağmen bu kitabı yazdırdığı için teşekkür ederim. Her bir kelimem sizin için.
Aileme teşekkür etmeyeceğim. Bu kitabın ilk baskısında aileme teşekkür etmişim ama dönüp baktığımda aslında başarımın yalnızca kendi başarım olduğundan eminim. Bir tavsiyem olacaksa, o da ailenizin ya da çevrenizdekilerin size “Yapamazsın,” demesine izin vermemeniz olacaktır. Bana çok dediler. Bu kitapları gizli gizli yazmıştım mesela, babam kızar diye. Şimdi düşünüyorum da acaba yaratıcılığımı gizlemek zorundaymışım gibi hissettirilmediğim bir evde büyüseydim, kim bilir daha neler yapardım?
Bana müziğiyle ilham vermiş sanatçı Adam Gontier’e, sadece kitaplaşma sürecinde değil hayatımın her döneminde ne yaşarsam yaşayayım arkamı toplayan Ayşegül, Esma, Rümeysa, Beyza, Bedia ve Merve’ye teşekkür ederim.
Hep buralarda kalın, kalalım.
Daha çok işimiz var.
– Alya