kaçırılmamış fırsatlara…
Önsöz
Bu romanı kaleme almaya başladığım ilk gün sadeceon altı yaşında, kafa dengi çok insan bulamadığındanyakınan, kendini yalnız hisseden ama çok hayal kuranbir çocuktum. Beni yazarken inanılmaz derecede eğlendiren bu satırların çok vakit geçmeden, yalnızca birkaçay içerisinde yüz binlerce okur, milyonlarca tıklanma veaklıma dahi getiremeyeceğim bir ton macerayı da bera-berinde getireceğini asla tahmin etmemiştim.
2015 yılında daha yayınladığım ilk bölümünden itibaren hayatımızın unutulmaz bir parçası haline gelenKaranlık Lise serisini 2022 yılında yeniden revizyon sürecine aldım. Bu kararımın birkaç sebebi vardı fakat enkuvvetlisi günümüz toplumsal cinsiyet eşitliği ve feminizm kavramlarının ben on altı yaşındayken deneyimlediğimizden çok daha güzel yerlere ulaşmış olmasıydı. Bubeni hem mutlu ediyor hem de acaba bundan bir yedi yılsonra nelerden bahsediyor olacağız, ne kadar büyüyeceğiz, neler değişecek ve Karanlık Lise hala aynı sihriyle kalplerimize dokunmaya devam edecek mi gibi gizemdolu soruları da zihnimde uyandırıyor. Hayatında dahaönce hiç kitap okumamış erkek, kız, yaş fark etmeksizinherkese dokunabildi. Bakalım sen ne düşüneceksin?
Kelimesi kelimesine özenle yazdığım bu karakterlersana dostluğu, aşkı ve aile olmayı hiç beklemediğin yerlerde öğretecek. Kimi sayfada kahkahalarda boğulacak,kimi sayfada ise göz yaşlarına hakim olamayacaksın dudaklarındaki ufak bir tebessümle belki ama güven bana,asla pişman olmayacaksın.
Gölge Ailesi’ne hoş geldin.
⋆⁺₊⋆ ☀︎ ⋆⁺₊⋆
1. Bölüm
Yeni okul, yeni bir hayat… Devam etmek zorundayım.
Ailemi kaybedeli birkaç ay olmuştu ve ben on birinci sınıfın ikinci dönemini o kadar boşlamıştım ki sınıf tekrarı yapmak zorundaydım. Üstelik birazdan anlatacağım sebeplerden dolayı bambaşka, İstanbul’un hiç bilmediğim bir yerinde, adını sorduğumda bile garip cevaplar aldığım düz lisede…
Ailemle geçirdiğimiz kazadan sonra halam ve eniştemle yaşamaya başlamıştım. Bir kuzenim vardı, Mert, ama daha anaokuluna bile gitmiyordu. Başlarda kendimi onların yanında fazlalık olarak hissediyordum çünkü eniştem polisti ve halam da Mert’e daha çok zaman ayırabilmek için kendi mesleğini bırakmıştı. Adı üstünde, “kuzenime vakit ayırmak için,” bana değil. Tek maaşla geçiniyorlardı ve benim onlarla yaşamam bir sürü ekstra masraf anlamına geliyordu. Henüz on yedi yaşında olmak zorlandıklarını göremeyeceğim anlamına gelmiyordu. İlk birkaç ay kendimi kötü hissetmeye devam ettim fakat sonra çocukluk arkadaşım Arda’nın babasıyla birlikte işlettikleri kafede çalışmaya başlayınca en azından kendi harçlığımı çıkarır oldum. Zamanın ve onların yardımlarıyla kendimi aileden biri gibi hissetmeye daha yeni yeni başlıyordum.
Mert’e ne zaman baksam benden sadece dört yaş küçük olan ve kazanın olduğu gece yanımda oturan kardeşim Atakan’ı görmek zordu. Mert’le Atakan’ın aralarında epey yaş farkı vardı ama neden bilmem, bana onu hatırlatıyordu. Neye sahip olduğumu öncesinde asla idrak edemediğim bir hediyeydi bana abla olmak. Bazen yorucu, bazen çileden çıkartıcı olsa da sanki bir güvenceydi. Annemizle babamız bu dünyadan göçüp gittikten sonra yine kimsesiz kalmayacağımızın garantisiydi kardeş olmak. Çok kıymetliydi. Asla değerini bilememişim, çok geç fark ettim.
Halamlar beni her ne kadar özel bir okula yazdırmak isteseler de hem durumları yoktu, hem de sicilimden sonra görüştükleri hiçbir okul beni kabul etmedi. Eski okulumda derslerimin düşüşünden ve devamsızlığımdan dolayı önceden düzenlediğim sosyal faaliyetlerin yetkileri elimden alınmıştı. Pek yerinde durabilen bir tip değildim okulda, mutlaka bir etkinlik veya gösteri kovalardım. Arkadaşlarımla birlikte yarışmalara katılıp okulu temsil etmek eğlenceliydi tabii, ta ki düşman edinene kadar. Annem “Meyve veren ağacı taşlarlar,” derdi. Haklıydı da. İlkokuldan beri beni kendine rakip biçmiş tiplerden Gülçin; bu durumdan faydalanıp bana komplo kurdu. Aslana güçsüzken saldırmak bir tık daha kolay olacaktı. Sınav haftasından önce soruları ve cevapları benim dolabıma koymuştu. Nasıl ele geçirmişti, dolabımın kilidini nasıl kırdırıp içine onları yerleştirmişti bilmiyordum ama zaten psikolojik olarak da bunun savaşını verebilecek konumda değildim.
İnsan hangi yaşta olursa olsun, kaybettikleriyle büyüyebiliyormuş bazen. Örneğin, ben çok daha kötü ve çözümü olmayacak şeyler yaşamamış olsaydım muhtemelen Gülçin’in yediği haltlar beni çileden çıkartır, savaş ilanına sürükler ve suçsuz olduğumu ispatlamak için elimden gelen her şeyi yapardım.
Yapmadım.
Normalde buna göz yumabilecek bir kız değildim ama eski benden ne kadar eser kalmıştı içimde, bu da zaman zaman yanıtını aradığım sorulardandı. Kendimi acınası gösterip göstermemiş olmak umrumda değildi o gün müdürün havasız, dağınık, gri odasında. Savaşmaya değer bulmadığım kişi ve olaylar hakkında kılımı kıpırdatmanın faydasını görmüyordum sadece.
Bu tanımın içine ne zaman ve nasıl dahil edilmiştim?
Sanıyorum ki kazanın olduğu gece.
Vurdumduymazlığımın mantığımı susturamadığı noktalar tabii ki vardı. Normalde bir insan böyle bir olayda okuldan atılırdı, anlıyordum fakat kolejden atıldıktan sonra diğer hiçbir okulun beni kabul etmemesine çok şaşırmıştım. Gerçi hakları vardı, o birkaç ayda bambaşka biri olmuştum. Halamlar bana yardımcı olmasalardı annemin, babamın ve kardeşimin kaybından sonra tekrar ayaklarımın üstünde durabilir miydim bilemiyordum. Eski hayatımda iyi arkadaşlıklarım, (el ele tutuşmanın ötesine bir türlü geçiremediğim, ruhsuz ama iyi günlerimde yanımda olan) bir sevgilim de vardı üstelik. Kazadan sonra hiçbiri bana destek olmamışlardı. Hastanede üç yerden kırılmış bacağımla yatarken, psikolojik destek alırken ve dostlarıma ihtiyaç duyarken tek bir kez bile aramamışlardı. Neyse ki Arda beni bırakmamıştı. Yeşil gözleri, kumral saçları ve siyah kemik çerçeveli gözlükleriyle tanışacağınız o komik çocuk hep yanımda kalmıştı. Bana iyi gelen şey, onun çaldığı gitardı. Çocukluk arkadaşım olan Arda’yla okullarımız lisede ayrılmıştı ama dostluğumuz asla kopmamıştı. Ailelerimiz birbirlerini tanırdı ve bu dünyada beni benden iyi tanıyan tek bir kişi varsa, o da Arda’ydı.
Bir süre sağlığım yerinde değildi ve kesinlikle ama kesinlikle çok kötüydüm. Çökmüştüm. En yakınım dediklerim bile beni unuttuğunda, o zaman benim de onları unutmam gerektiğini anlamıştım. Bütün bunları müzik dinleyerek, psikolojik destek görerek, kitap okuyarak ve sezon sezon yabancı dizi izleyerek atlattığımda gittikçe daha da güçlendiğimi hissettim. Önce alçı çıktı, çizikler ve morluklar iyileşti. Kendime geldim. Uzun sarı saçlarımı biraz kestirdim.
Gözlerime artık daha az kızaracaklarına dair söz verdim. Artık devam edecektim. Eğitim, eski okulumda yönettiğim aktiviteler, sahte dostluklar… Hayır. Onlara değil.
Yaşamaya devam edecektim.
Gerçek dostluklarla ve müzikle.
Alarm çalmaya başladı, zaten uyanıktım, bu yüzden kalkmak zor olmadı. Dolabıma doğru yürüdüm ve aklıma bugün başlayacağım okulun bir formasının olmadığı, serbest kıyafetle gidildiği geldi. Düz lise de olsa bir liseydi burası. Neden forma olmadığını ancak oraya gidince öğrenecektim. Altıma koyu lacivert dar kot pantolonumu, üstüme beyaz askılı bluzumu giydikten sonra ceketimi ve kot rengindeki çantamı alarak odamdan çıktım. Önceki gece yıkadığım için saçlarımın durumu fena değildi. Biraz taradım. Dış görünüşümle ilgili tek sevdiğim şey olan mavi gözlerimi ön plana çıkartmak için siyah göz kalemi kullanmayı düşündüm. Kimi kandırıyordum ki? İlgiyi, gözlerimin altındaki, dün gece uyuyamamanın verdiği morluklardan başka tarafa çekme çabamın bir uzantısıydı sadece bu. Sanıyorum ki fikri gerçekleştirmeye bile üşenmiştim. Göz kalemi fikrinden vazgeçtim. Son kez aynaya baktıktan sonra odamdan çıktım ve halamların yanına gittim. Bana hiç çaktırmamaya çalışsalar da en az benim kadar yara aldıklarını görüyordum. Durgunlukları geçmiyordu. Benim gibilerdi ama bazı günler benden bile daha kötü oluyorlardı. Tepelerine üşüşmüş gri bulutları dağıtmayı gerçekten çok istiyordum. Ağız dolusu bir “Günaydın!” dedim onlara.
Kahvaltıda Mert’e bir şeyler yedirmeye çalışan halamı izledim. Yorgundu. Uzun zamandır diplerini boyatmaya fırsat bulamadığı sarı saçları at kuyruğu şeklinde topluydu. Ebru Halam her zaman bana çok yakındı. Belki anne tarafından bir teyzem olmadığı için böyle düşünüyordum ama hayatımın bu evresinde yanımda olduğu için şanslıydım. Kahvaltıdan sonra ben evden çıkarken yumuşak ama endişesini belli etmemeye çalışan sesiyle bana “Oraya ait değilsin Güneş,” dedi.
Kapı koluna uzanmış, rüzgarı tenimde hissetmek üzereydim bunu söylediğinde. Ne demek istediğini tam olarak anlamış sayılmazdım fakat puzzle parçaları bir bir yerine oturuyordu. “… Biz eniştenle elimizden geleni yapmaya çalıştık ama-” derken onun sözünü kestim ve sarıldım.
Yüzünü benim omzuma gömdü. Utanç içindeydi, oysa onlara yük olup hayatlarının tam ortasına yerleşen bendim. “Hayır hala, çok teşekkür ederim. Sonuçta başka seçeneğimiz yok,” dedim kaydolmak zorunda kaldığım okulu düşünerek.
“Keşke elimden daha iyisi gelseydi… Annen, Hale, bunu isterdi.” Bunları söylerken sesi kırılmıştı.
Gözlerimi sıkıca kapattım ve birkaç saniye sonra açtım. Sarılmak yüzümüzü, hissettiklerimizi, düşüncelerimizi saklayabilmemiz için harika bir eylemdi ve açıkçası birkaç aydır fazlasıyla işime yarıyordu.
“Oraya ait olmadığımı ben de biliyorum, ama elimdeki tek şans bu ve bu şansı kullanacağım. Kaybettiğim şeyler kazandıklarımdan fazla diye eğitimi ve yaşamayı bir kenara atamam,” dedim ve halamla vedalaştım.
Önceki okuluma devam etmekten ziyade yepyeni bir yerde sıfırdan başlama fikri nedense hoşuma gitmişti. Her ne kadar neyle karşılaşacağımı hala tam olarak kestiremiyor olsam da önceki okula kıyasla hiçbir yerde daha sahte arkadaşlıklar ve saçmasapan sınıf farklılıkları bulamayacağımdan emindim. Hiçbir yer, oradan daha kötü olamazdı. Bunun düşüncesi beni biraz da olsa rahatlatıyordu.
Belki de bu yüzden orada kalmak için savaşmamıştım. Bir yudum enerjim kalmışsa, onu değeceği bir yerde kullanmak istiyordum.
Pek de uzun sürmeyen bir otobüs yolculuğunun ardından okulun girişine geldiğimde kulaklıklarımı çıkarttım. Kötü sonuçlarla biten araştırmalarımın aksine, okul gerçekten de büyük ve görkemliydi. Tamam, kabul ediyordum, bir Hogwarts değildi ama eski okulumdan daha büyük bir bahçesi vardı.
Kötü sonuçlarla biten araştırmalar derken…
Atagül Lisesi araştırıp bulduğum ve duyduğum şeylerden öğrendiğim kadarıyla hiçbir yere kabul edilemeyenlerin gittiği okuldu. Okuldaki öğrencilerin karakterleri hakkında internetten az çok bilgi sahibi olabilmiştim fakat okuduklarım beni rahatsız etmeye başlayınca kendimi anında durdurmuştum. Önyargı… İşte bu, yeni hayatımda sahip olmak istemediğim bir şeydi.
Okulun geniş kapısından içeri yürüdüm. Dört güvenlik görevlisi vardı. Bu sayı sanki biraz fazla değil miydi? Bahçeye adımımı attığım anda çevreme bakındım. Hayatımda hiç bu kadar farklı tipte insanı bir arada görmemiştim. Eski okulumda giysem anında ceza alacağım kıyafetler ve makyajlar vardı. Kızlar ve erkekler… Herkes farklıydı. Dövmeler, piercing’ler, modadan anlayanlar ve asla umursamayanlar, sporcular, motorcular… Duvarlar sanırım bir zamanlar sarı ile boyanmıştı fakat sprey boyalarla daha sonra çok da profesyonel olmayan yöntemlerle siyaha dönüştürüldükleri belli oluyordu. Bahçenin en uç köşesinde yaklaşık altı erkek ve dört kızdan oluşan bir grup oturuyordu. Bazılarının ellerinde sigara, bazılarının bira… Açıkçası öğrenci profili yaş aralığının 19-24 arasında seyrettiği bilgisine ulaştığım okulda saydığım alışkanlıkların yasal olması bir nebze tutarlı olsa da, bu durum hala bir okul içinde bulunduğumuz gerçeğini değiştirmiyordu. Sanki bir bit yeniği vardı.
O ekibe daha dikkatli bakmaya çalıştım. Ortalarında oturan ve ülke ortalamasının fazlaca üstünde bir yakışıklılığa sahip siyah saçlı, kolunda dövme olan çocuk, bankın sırt kısmına oturmuş, beni izliyordu. Göz kontağını kurduğumuzda ister istemez irkildim. Aramızda epey mesafe vardı, dolayısıyla belki de baktığı şey ben bile değildim. Yine de başımı çevirmeden evvel biraz daha o tarafı izlemek istedim. İlgi çekici görünüyorlardı. Bahçedeki diğer tiplerin aksine onlar, motorları yanlarında, sanki bir kamp veya tatile gelmiş gibiydiler. Havalıydılar. Kıyafetleri siyah, siyah, beyaz, gri ve kırmızı renklerden oluşuyordu.
Ona uzun süre bakmaya, rahatsız olup başımı farklı yöne çevirmemeye devam ettiğimi fark edince ayağa kalktı. O ana kadar cesurca dik durmuş merakıma yenikliğim bir anda olay yerinden uzaklaşıp beni kendimle baş başa bırakmıştı. Yanlış bir şey yapmışım gibi bir hissiyata kapılıp hemen başımı öne eğdim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Biraz ilerledim, göz ucuyla ne yaptığını görebilmek için başımı kaldırabilecek ilk anı yakaladığımda deri ceketini giyerken gördüm. Siyah ceketi giydikten sonra bankın sırt kısmına aynı şekilde oturdu. Yanı artık boş değildi. Biri gelip onun bacaklarının durduğu kısma oturdu. Kabul etmeliydim ki kız çok güzeldi. Elini çocuğun bacağına yerleştirdi. Çocuk, kıza hiçbir tepki vermeden az önce uzaklaşmış olduğum okul kapısına tekrar bakmaya başladı. Belki de birini bekliyordu, amacı başından beri beni korkutmak olmayabilirdi.
Güvenlik kulübesine yöneldim. Tatlı bir amca duruyordu. İlk günden göze batmak veya sıkıntı çıkarmak istemiyordum ama elimde değildi. “Pardon, bu okulda sigara ve içki yasak değil mi?” diye sorduğumda amacım ispiyonlamaktan çok farklıydı. Öğrencilerin ulu orta yerde yaptığı şeyler büyük okul bahçesinde zaten ben söylemeden de görünür pozisyondaydı. Neden bu kadar rahat olabildiklerini anlamaya çalışıyordum.
Adam, “Olay çıkartmadığın ve kimseyi bıçaklamadığın sürece istediğini yap güzelim, sadece bahçenin ortasında biriyle çok yakınlaşma, yeterli. Çağatay Hoca sıkıntı çıkarıyor. Okulun içinde bolca alan var…” diye karşılık verdikten sonra tekrar diğer görevli ile sohbetine döndüğünde şoke olmuştum. Espri mi yapmıştı? Gülmeli miydim? Yakınlaşmaktan kastını çok iyi anlıyordum ama okul çerçevesinde bunu ne kadar sık görebilirlerdi ki? Bıçaklamayı zaten geçiyordum. Ciddi değildi… Di mi?
Sağ tarafıma baktığımda etekleri neredeyse görünmeyen üç kız gördüm. Biri, “Neye bakıyorsun öyle sarı?” diye bana laf atınca hemen önüme dönüp hızlı adımlarda müdürün odasına doğru yürümeye başladım. Bulmak zor olmadı. Bahçedeki kalabalığı kaldırabilecek yapıdaki binalardan ilkine girdim. Okul, duvarları birleşik birkaç iki – üç katlı yapıdan oluşuyordu. Dışı turuncu gibiydi. Soluk bir turuncu. Öğrencilerin bu duvarlara da işaretlediği, graffiti yaptığı alanlar vardı. Henüz kimseyle tanışmamış olsam da değişik bir havası olduğu, içine girildiği ilk andan kendini belli ediyordu. Aklımda soru işaretleri ve bilinmezliğin verdiği hafif bir endişe ile odanın kapısını çaldım. Müdür, “Güneş Sedef. Hoş geldin, ben okulun müdürü Çağatay. Tanıştığıma memnun oldum,” diyerek benimle tokalaştı, ardından masasının karşısında duran üçlü koltuğa oturmamı işaret etti.
Uzun boylu ve kahverengi saçlıydı. Gri bir takım elbise giymişti. Gençti. En fazla otuzlarındaydı. Böyle bir okulda nasıl otorite sağlıyordu? Acaba öğrencilerinden haberi var mıydı bu adamın? “Dosyanı inceledim, buraya İstanbul’un ilk on okulundan birinden geldiğin yazıyor. Bu gerçekten doğru mu?” diye sorduğunda özgeçmişimdeki bu bilgiyi ilk okuduğunda yaşadığı şaşkınlığın aynısını yansıtmayı denedi ama pek başarılı olamadı. Gülümseyerek başımı evet anlamında salladım. Pek konuşmak istemiyordum, açıkçası neden gülümsediğimin de farkında değildim. Belki de akademik anlamdaki son şansımın bu okul oluşu beni zorla gülümsemeye itiyordu. Kendine olan inancını çoktan kaybetmiş biri olarak yine de ikinci şanslara inanıyordum. Kavgamı vermezdim ama şansımı da denerdim.
“Not ortalamanı karşılaştırdım Güneş ve ayrıca rehberlik ofisinden gelen siciline de baktım. Fazla masum görünüyorsun,” dediğinde ne demek istediğini anlayamamıştım. Sicilim yüzünden okulumdan atılmıştım ve gittiğim okullar beni almamışlardı. Tamam, benim bir suçum olmasa bile dosyamdakiler ortadaydı ve bunun masumluğu ne kadardı?
“Masumiyet tanımınız nedir hocam?” dedim.
Cevabı adeta geçiştirdi. “Buraya çok sık öğrenci gelmez fakat geldiğinde de birkaç yıl kalmaya devam ederler, biz onların artık buradan mezun olup gitmeleri için elimizden geleni yaparız…” diye konuşurken bana okulu anlatmaya çalıştığını anlamıştım. Gözüm pencereden dışarı, o çocuğa kayıyordu. Etrafındaki kızlar ondan ilgi bekliyorlardı ama o sanki farklı bir dünyada yaşıyordu. Ben bu senaryoların benzerlerini çok görmüştüm. Çevresindeki kızlar, onun yaşadığı farklı dünyaya bir saniye bile dahil olabilmek için yapabilecekleri fedakârlıkları hazırlamışlardı bile. Acınasıydı ama dikkatimi dağıtmaya yetmişti. Ya ben çok hayal kuruyordum ya da içimde büyük bir Sherlock Holmes yatıyordu. “… Fakat inanıyorum ki sen beni hayal kırıklığına uğratmayacaksın, öyle değil mi?” odağımı topladım.
Nedense olması gereken yaştan daha genç durduğunu düşünmeden alamadığım müdüre yanıt vermem gerekiyordu. “Evet, sanırım. Ben, bir şey öğrenmek istiyordum. Niye okulda forma giyilmiyor?” diye sorduğumda bu sefer geçiştirmesini gerektirmeyecek bir soru sorduğum için rahattı. Camdan dışarıyı gösterdi.
“Etrafına bir baksana! Sence uyarlar mı?”
Haklıydı.
“Ders programının fotoğrafını sınıf defterinden çekebilirsin. Ayrıca iki tane de sosyal aktivite seçmen gerekiyor.” Telefonu çalmaya başladı. Yüzünde saçma bir sırıtma belirdi. Telefon ekranından gözlerini ayırmadı. “… Bana daha sonra haber verirsin. Şimdi iki kat yukarı çık, sınıfın 11-E. İyi dersler,” dedi ve ardından kendimi koridorda buldum. Sınıfın kapısına vardığımda zil çoktan çalmıştı. Sessizlikten anladığım kadarıyla öğretmen de içeride olmalıydı.
Yaşadığım en ilginç öğrenci – müdür konuşmasının ardından yeni hayatıma geçiş yapacağım o kapıya geldiğimi fark ettim. Aynı dersler ama yeni insanlar olacaktı bir sene boyunca etrafımda. Çok farklı hissediyordum. Mutlu değildim ama nedense çok çok da kötü bir şeylerin olma ihtimaline pay vermiyordum. “Daha kötüsü başıma gelemez,” zaten diyip bir tık daha cesur davranabiliyordum böyle küçük gerginliklerde artık. Kim bilir, belki de iyi sonuçlanırdı her şey. Yalnız olsam da bir şekilde mezun olurdum bu okuldan ve kendi yolumu çizerdim. Halamlara bana verdikleri tüm emekleri geri ödeyip onların hayatını rahatlatırdım. Kuzenime iyi bir okul bulurdum. Arda ve babasına beni eleman ihtiyaçları yokken bile işe aldıkları için kafeye yapacağım bir yardımla teşekkür ederdim.
Ve daha bir sürü şey…
Derin bir nefes alıp verdim. Kapıyı açtım.
Açık pencerelerden sınıf kapısına doğru oluşan cereyanı hissedebiliyordum. “Ben, özür dilerim, geç kaldım. Müdürün yanındaydım,” diyerek kapıyı arkamdan kapattığımda sınıftan bir ıslık sesi duydum. Duyduğum yöne baktım. Islık çalan çocuğun yanında oturan kızın onun suratına bir tokat yapıştırdığını gördüm. İstemeden gülümsedim. Komikti çünkü. Karşımda lacivert bir elbise giymiş, yuvarlak gözlükleri olan bir bayan öğretmen duruyordu. “Komik bir şey mi vardı?” diye sordu.
Hemen “Hayır, özür dilerim,” diye cevap verdim. Dakika bir gol bir yalanı… İlk günümden, son şansım olan garip okulda en azından hocalar nezdinde bir sorun yaşamak istemiyordum, ki burada bulunduğum on beş dakika içinde diğer öğrencilerin de son şanslarının burası olduğunu anlamıştım.
İyi, tahmin ettiğim kadar yalnız değildim en azından.
Böyle bir okuldan hiç beklemediğim kadar otoriter çıkan öğretmen “Tamam, geç boş bir yere,” dediğinde sınıfa baktım. Bir an önce kendime bir yer bulsam iyi olacaktı. Kalabalık bir sınıftı. Her yer doluydu. Bir adım daha atıp arka tarafları inceleyecektim ki, “Yanım boş,” dedi kalın, farklı ve nedense o anda kendimi garip hissetmemi sağlayan bir yabancı erkek sesi. Gözlerimi sesin geldiği tarafa, en arka ve en köşeye çevirdim. Bu o çocuktu. Bahçede gördüğüm, siyah deri ceketli ve dövmeli olan, kapıyı izleyen. Gerçekten de yakışıklıydı.
Yanına oturduğum zaman onu yakından inceleme şansını buldum. Spor yaptığı ceketin üstüne oturuşundan belliydi. Teni bembeyazdı ve siyah saçlarıyla daha önce hiç görmediğim bir uyuma sahipti. Üzerinde siyah hariç hiçbir şey yoktu. Pantolonundan spor ayakkabılarına, içindeki tişörte, ceketine, çantasına kadar her şeyi siyahtı. Bir tek mavi gözleri onu bu karanlıktan aykırı tutuyordu.