Karanlık Lise 1 – Bölüm 10


“Ben… Ben…”

Demir’e bir bahane uydurmaya çalışıyordum ama aklıma bir türlü iyi bir şey gelmiyordu.

Çok kızgın bakıyordu. “… tuvaleti arıyordum?” diye saçmaladım.

“Ve bunun için koridorun en sonundaki kapıyı denemeye karar verdin?”

Yememişti sanki.

“Elindekini hemen bana ver ve çık buradan!” Nota defterini çekip aldı ve çekmecedeki yerine koydu. Odadan çıktım. Çok kızmıştı ve açıkçası yüzüne bakacak cesaretim kalmamıştı. Haklıydı. Üstüme vazifeymiş gibi odasına girip karıştırmaya başlamıştım. Aslında kötü bir niyetim yoktu. Sadece onu tanımaya çalışıyordum. Ne yapmaktan hoşlanırdı? Nasıl müzikler dinlerdi? En sevdiği film neydi? Odasından bir ipucu yakalayabilirim diye düşünmüştüm çünkü öbür türlü ona sorular sorsam, asla bana kendi hakkında bilgiler vermeyeceğini biliyordum.

Aşağı indiğimizde beni omuzlarımdan tutup koltuğa oturttu. Düşünüyordu.

“Demir, özür dilerim. Seni tanımaya çalışıyordum, benimle neredeyse hiç konuşmuyorsun ki!” diyerek kendimi savunmaya çalışırken kapı çaldı. Büyük ihtimalle gelen pizzaydı ama daha yeni sipariş etmiştik. Başkasını mı bekliyordu?

“Güneş, bir kez olsun dediğimi yap, olur mu?” dedi sesini o her zamanki normal haline getirerek. Kapıyı açtı. İçeriye güneş gözlüklü bir çocuk girdi. Bir dakika… Bu, müzik sınıfındaki Cenk’ti. Aynı zamanda Demir’in çetesindendi.

“Dediğini hallettim. Dördü de bir daha karşına-” derken Cenk güneş gözlüğünü çıkardı ve beni fark etti. “Yeni kızla mısın?” diye sordu.

Az önce Cenk “dördü de bir daha karşına çıkmayacak” mı demeye çalışmıştı? Alışveriş merkezine gittiğimiz günün gecesinde yaşadıklarımızla bir alakası olabilir miydi? “Yeni oyuncağınsa eğer, birazcık eğlenelim ha, ne dersin?” dedi ve sırıtarak yanıma oturdu.

İğrençti.

İyice dibime girdikten sonra “Uzaklaş Cenk. Seninle işim yok benim. Buraya ödev yapmaya geldim,” dedim.

“Benimle ödev yap? Olmaz mı?”

“Git başımdan,” dedim ayağa kalkarken.

Oturmamı söylediği halde yine ayağa kalktığımı gören Demir, elini alnına götürerek benimle birlikte başına iş aldığına karar kılmıştı.

Yeter.”

Demir’in ağzından çıkan tek bir kelimeyle Cenk benden uzaklaşmış ve kapıya yönelmişti. Cenk kuvvetli ve karizmatik bir tip olabilirdi, evet, hatta pek çok kızın hayallerini süslüyor da olabilirdi ama böylesine sırnaşık olduktan sonra tüm havası yerle birdi benim için.

Demir her zamanki ciddi ve otoriter sesiyle “Cenk, gidebilirsin,” dedi.

“Yeni kızı kendine mi saklıyorsun yoksa?” diye sordu kapıyı açarkenç

Demir, “Kendime falan saklamıyorum. Ben kimseye değer vermem. Daha ne kadar kanıt istiyorsun?” diyerek ona benim bilmediğim birkaç şeyi hatırlatmış gibi konuştu. Demir’in söyledikleri beni kırıyordu. Ben ona değer veriyordum. Vermemeliydim ama her gün sık sık aklıma geliyordu ve onu düşünüyordum. Bana söylediği her kelimenin her bir harfi kalbimi her defasında paramparça ediyor olsa da, ya da Arda’nın teorisini haklılık payları her geçen gün daha çok ortaya çıkıyor olsa da sanıyorum ki ona karşı olan anlamsız zaafım güçlüydü.

Demir, “Bugün iyi iş yaptın. Şimdi gidebilirsin. Gece görüşürüz,” dedikten sonra Cenk’in arkasından kapıyı kapattı ve benim yanıma geldi. Masaya oturdu. “Şu lanet ödev bitsin, anlaşmamızın uygulama aşamasına geçelim artık. İşim var.”

“Bir şey sorabilir miyim?” dedim.

Ona bir şey sormaya bile bu kadar çekinir olmamalıydım, bu hale getirmemeliydi karşısındaki insanları bence.

“Yine ne oldu, ne yaptım Güneş?”

“Hani Cenk az önce dört kişiden bahsetti ya, onlar, onlar mıydı?”

Kafasını kaldırıp bana baktı. “Gerçekten bilmek istiyor musun?”

Başımı evet anlamında salladım.

Derin bir nefes alıp verdi. Söyleyip söylememek arasında çok gidip gelmişti ama doğru taraf ağır basmıştı.

“Evet. Şimdi otur da bitsin,” dedi.

Detay sormayacaktım çünkü açıkçası onlara ne yaptığını bilmek istemiyordum.

O kendi bilgisayarından araştırmayı yaparken ben de kitaplardaki gerekli sayfaları işaretliyordum. Tek kelime konuşmadık. Yarım saat sonra iki büyük boy pizza kapıyı çaldı. Birini kendine aldı, birini de bana verdi.

“Ben bunu bitiremem,” dedim.

Gerçekten çok büyüktü. Ben normalde bir küçüğü zor bitiriyordum. “Ye, zihin açar,” diyerek kendininkinden bir ısırık aldı.

Bazen Arda ile Demir’i birbirleriyle kıyaslıyordum. İkisi belki de bu dünyada birbirine en uzak olan insanlardı ama öyle anlar vardı ki sanki Arda hayata karşı ümidini yitirse, kibarlığını ve centilmenliğini bir kenara bıraksa, ne bileyim, hafıza kaybına falan uğrasa ve sevdiği her şeyi kaybetse Demir gibi biri olurdu gibime geliyordu. Yaptığı espriler Arda’nın kalitesinde olmasa da veya amaçları genelde laf sokmak, aşağılamak, tartışma kazanmak olmasa aslında bir yeteneği olduğunu söyleyebilirdim. Hazır cevaptı, bu şüphesizdi.

Kendine bol etli ve acılı pizza söylemişti. Aralarda mısır ve jambon vardı. Mısırları tek tek ayıkladıktan sonra pizzasını on dakikada bitirdi.

Demir hakkında öğrenilen bir numaralı somut bilgi: Mısır sevmiyordu.

Gülümsedim. Ben de patlamış mısırı ne kadar çok sevsem de normal halini sevmezdim. “Niye aptal aptal sırıtıyorsun?” diye sorduğunda gülümsediğimi görmüş olduğunu anladım.

“Hiç… Bir nedeni yok.”

“Beni izlemeyi bırak da bitir şunu hadi. Daha iki dilim yedin. Seni beklemeyeceğim.”

İşte bu sefer kelimelerinde şakası olmadığını biliyordum. Projenin iyiliği için ona ayak uydurmak benim için de daha az zahmetli olacaktı.

“Sen ne yapıyorsun?”

Peçeteyle dökülen kırıntıları toparlıyordum. “Kutuları çöpe atacağım?” dedim.

“Bırak ve çalış. Onlar atarlar.”

“Kimler atarlar?”

“Güneş, devam etmemiz gerekiyor. Saat sekiz oldu, gitmem gereken bir yer var.”

Ben, “Peki, peki, tamam,” dedikten yarım saat sonra neredeyse iki dosyalık ödevimiz hazırdı. Üç haftada bir, bir tanesini verecektik.

“Böylece her hafta seninle uğraşmayacağım. Bir süreliğine rahatım.”

Arkama yaslanıp keyifle masaya dizili kağıtlarda göz gezdiriyordum. “Aynen öyle, tam olarak anlaştığımız gibi.”

“Güzel.”

“Harika.”

“Çok iyi.”

“Muazzam.”

“Daha fazla uzatmayacağım.”

“İyi olur.”

Ayağa kalktı. “Toparlanabilir misin? Çıkmamız gerekiyor.” Ona ödevin çıktısını alıp almayacağımızı sordum. O konuyu halledeceğini söyledi. Alelacele kapıya yönelmiştik. Madem bu kadar önemli bir işi vardı, beni evime bırakmasına gerek yoktu. “Ben kendim gidebilirim,” dedim.

Cüzdanını, telefonunu ve anahtarlarını kontrol etti. “Her ne kadar hatırlatmak istemesem de kendin gittiğin günü gördüm. Gözümün morarmasına neden oldu. Benimle geliyorsun,” dedi.

“Bir kez olsun kibar ve nazik konuşamaz mısın? Mesela ‘Güneş seni bırakacağım, lütfen arabaya gelir misin?’ veya ‘Güneş, emniyet kemerini takar mısın?’ gibi?” dediğimde Demir cevap bile vermeden beni dışarı yönlendirdi ve kapıyı arkamızdan kilitledi. Arabadayken yine hiç konuşmuyordu. Arada telefonuna mesaj geliyordu ama bakmıyordu. Gözlerini yoldan ayırmıyordu. Çok ciddiydi. Nereye gideceğini merak ettirecek kadar sertti.

Aslında Demir her zaman çok ciddiydi. Sert, kuralcı ve otoriter… Neden hiç gülümsemiyordu?

Madem anlaşmamız bugün itibariyle başlayacaktı, o zaman son demlerin tadını çıkarmamam için bir sebep yoktu.

“Demek mısır sevmiyorsun?” diyerek konuşma açma çabasıyla aklıma ilk gelen soruyu sordum. O cevap vermeyince “Ben mısırdan nefret ederim. Turşudan da. Ama domates severim. Mantara da bayılırım. Sonra… bezelye severim. Patates severim. Mantıyı kim sevmez ki? Sen de seviyorsun değil mi?” diye sorduğumda yine cevap vermedi.

“… Ama mısır sevmiyorsun, değil mi?” diye tekrarladım kendimi. Çok soru sormamdan hoşlanmadığını çok iyi bildiğim için, bu durumdan keyif alıyordum. Bana cevap vermemeyi kendine görev edinmiş olmalıydı. Sinirimi bozuyordu. “En azından başını salla…?” dediğimde başını hayır anlamında salladı.

Tamam, bu da bir başlangıçtı. Aklıma odasındaki defter gelince “Beste mi yapıyorsun?” diye sordum.

Demir “Girmemen gereken bir odaya girdin, üstüne de onunla ilgili sorular soruyorsun,” deyince, “Özür dilerim,” dedim, geri bastım. Camdan dışarıyı izlemeye başladım.

Evet, kötü yerden giriş yapmıştım.

Hemen başka bir şey sormalıydım. “Ailen evde değildi. Turnedeler mi?” dediğimde “Ne zaman değiller ki?” diye fısıldadı ama bu mırıldanışını duymayacağımı düşünerek söylemişti. “Efendim?”

“Hayır Güneş, yoklar.”

Konuşmak istemediğini her hareketiyle belli ediyordu. Ben de artık pes ettim ve bugünlük yeteri kadar denediğimi düşündüm.

Evime geldiğimizde durduk. “İnmeyecek misin?” diye sordu.

“Demir, bugün bana yemek ısmarladığın için teşekkür ederim. Ayrıca… Cenk için de,” dedim. Onu evinden göndermesinin istediğimi söylediğimde bunu yapmıştı. Yakın arkadaşıydı ve dediğimi yapmak gibi bir zorunluluğu yoktu.

“Tamam.”

Tamam mı?

Cevap vermiyordu, cevap verince de en mantıksız şeyleri söylüyordu.

“Hâlâ inmeni bekliyorum?” derken bu sefer bunu bana dönüp söylemişti.

O mavi gözlerini üç saniye daha izleme fırsatım olmuştu. “İyi akşamlar,” dedim.

Nasılsa cevap vermeyeceğini biliyordum, hızlıca kapıyı kapattım. Anahtarımla apartman kapısını açana kadar siyah araba hareket etmedi. Kalın camlarından içi görünmüyordu. Ellerim titriyordu ve anahtarı bir türlü kilide sokamıyordum. Gözlerim dolmaya başlamıştı. Niye bana iyi davranamıyordu? Ben mi hatalıydım? Onunla en azından arkadaş olmak için ne yapmam gerekiyordu? Kendimi mi değiştirmeliydim? Bunu bile düşünmüştüm çünkü onun değişmesini beklemek gerçekten büyük bir hata olurdu.

Bedenimi asansöre attığımda gözyaşlarımın gözlerimi ele geçirmesine izin verdim.

Bir anlaşma yapmıştık ve anlaşma da ödevi uzunca bir süreliğine aradan çıkartıp bir daha muhattap olmamak üzerineydi. İkimizin de bunun için yeterli motivasyonu vardı fakat neden kendimi kötü hissediyordum?

Bana ne oluyordu böyle? 

⋆⁺₊⋆ ☀︎ ⋆⁺₊⋆

Sosyal medyadan takip etmeyi unutmayın! ・❥・ alyaoztanyel

error: Bu içerik koruma altındadır.