Karanlık Lise 1 – Bölüm 16


Cenk’in son andaki karar değişikliğine herkes şaşırmıştı. Bir bit yeniği olup olmadığını tartarken bu konuya çok takılmamaya çalışacaktım. Fikrini değiştirmesine sebep olan şey neyse iyi olmuştu çünkü güçlü bir sesi vardı ve müzikal için faydalı olabilirdi. Helin, Esma, Burak ve ben onun şarkı söylemesiyle dalga geçmek için iddialaşırken ön yargımıza haddini bildirmişti. Sesi kötü değildi. Hatta dalga geçilecek hiçbir tarafı yoktu.
Ama hâlâ Demir’in sesinin üstümde bıraktığı etkiyi kimse bırakamamıştı.
Helin “Vayy, Cenk neymiş ya?” dediğinde aklım yine çeteye gitti. “Helin, Doğukan neden katılmıyor?”
“Bilirsin, klasik ne işim var şarkı söylemekle, tiyatroyla halleri işte. Katıksız bir basketbolcu. Herkes High School Musical’daki Troy Bolton olamıyor.”
Burak beni gösterek “Olanı var aslında,” dedi.
Helin “Demir’in durumu farklı. O zaten müzik için doğmuş. Cenk de… Bir bilemedim şu anda. Katılmayacaktı da ne olduysa bir anda atladı,” dedi. Her ne kadar Cenk’ten pek hoşlanmasam da bir alkışı hak etmişti. Koro seçmeleri için Esma ve Burak dahil olmak üzere geriye kalan çoğu kişi sahneye çıktı. Onların da seçmeleri hızlı ilerledi. Ayhan Hoca ve Hülya Hoca iki gün içinde kulüp dışı katılımları onaylayacaktı. Seçmeleri geçemeyenler ise dekor ve kostüm işinde kalacaklardı. Hülya Hoca “Çıkışta herkes kapıdaki dosyalardan birer tane alsın. İçindeki kâğıtlarda kült bir romantik eserden alınmış örnek sahne göreceksiniz. Toplamda altı sayfa var. Sayfalardaki replikler o eserdeki baş karakterler arasında geçiyor. Herkes istediği karakteri seçip çalışmasını ona göre yapabilir.” İlgileri merakla dinliyordu. “… İyi çalışın.” Orkestradakiler sahnede yer almayacakları için replik çalışmasına da ihtiyaç duymayacaklardı. Helin hariç üçümüz dosyalarımızı aldık ve bahçeye doğru ilerlemeye başladık. Çıkmadan önce arkama, Demir’e baktım ve onun yerine kendi dosyasını alan Cenk’i gördüm. Bana göz kırptı. İfademi bile değiştirmedim ve önüme dönüp yürümeye devam ettim.
Akşam eve döndüğümde halama müzikalden bahsettim. “Ailen seninle gurur duyardı,” dedi. Bunu söyledikten sonra odada oluşan garip sessizliği dağıtmak için aklına gelen ilk soruyu sordu: “O çocukla artık görüşmüyorsun, değil mi?”
Her ne kadar mavi gözlerini günün her saati görmek istesem de, “Hayır. Zaten onun benimle görüşmek isteyeceğini pek sanmıyorum,” diyerek cevap verdim.
“Neden böyle düşündün ki? Çok güzel bir kızsın.”
“Yok, yok, o anlamda değil. Yani, ondan değil. Sadece… Bilmiyorum… Sanki onun için yetersiz kalıyorum,” dedim ve ilk defa bu düşüncemi sesli bir şekilde dile getirmiş oldum. “Sakın böyle düşünme. Sen çok yetenekli ve zeki bir kızsın. Asıl o kötü insanlar senin için yetersiz kalırlar,” dedi.
Kastımdaki yetersizlik kendimle ilgili değildi. Herhangi bir fırsatçıdan çok daha fazlası olduğumu biliyordum. Bahsettiğim şey; onun beklentilerine karşılık sağlam duruşumdaki yetersizlikti. Onun arzuladığı gibi, sadece kendisinin etrafında dönen bir hayata razı fırsatçılardan asla olamayacağımdı. Hiçkimse için kendimden vermeye değmezdi. Erkek-kız fark etmeksizin kaç tane fırsatçısı olduğunu söylesem, inanmazdınız. Hem “herkesleşmek” de bir çözüm değildi. Demir gibi zeki bir insan, birbirinin aynı olan insanları ayırt etmekte zorlanmazdı.
Okulda Demir’le otururken neredeyse hiç konuşmuyorduk ve içim içimi yiyordu. Dersteydik, sonunda dayanamadım. Bu kadar yakınımda olmasına rağmen ona bakamamak, onun sesini duyamamak içimi kemiriyordu. “Çağatay Abi’yle o gün ne konuştunuz?” diye sordum. Günlerdir aklımı kurcalıyordu.
“Bir keresinde de sadece teşekkür edip geçsen olmaz mı?” dediğinde aralarında geçen iletişimin belki de bilmek istemeyeceğim türden bir şey olduğu ihtimali canlanmıştı. Hazır onun ilgisini yakalamışken aklımı kurcalayan bir başka soruyu sormak istedim:
“Niye oyuncu seçmelerine katılmadın? Çok güzel bir sesin var.”
Niye ona iltifat ediyordum ki? Bir kere de düşünüp konuşsam olmaz mıydı sanki?
“Piyano çalmak istiyorum,” dedi.
“Senden başka piyano çalanlar da vardı.”
“Evet, benden başka çalanlar da var ama benim kadar iyi çalan yok sarı,” dedi.
Her ne kadar yine kendini beğenmiş cümlelerle konuşsa da bu sefer doğruyu söylüyordu. O piyano çalarken dinleyenleri etkiliyordu. Özellikle beni. Farklı şeyler hissetmemi sağlıyordu. Karşı arguman yaratamadığım diyalogları rutinimiz haline gelmişti.
Zil çaldığında “Ses seçmelerini geçenleri panoya asmışlar. Baksan iyi olur,” dedi ve sınıftan çıktı. Sabah baktığımda pano boştu. Demir gördüyse, yeni asmış olmalıydılar. Esma, Helin ve Burak’a bu haberi verdiğim gibi fırladık. Hızlıca merdivenlerden inip panonun karşısına geçmiştik. Esma “Güneş! Başrol adaylarındasın!” diyerek bana sarıldığında çok sevindim. “Kemanın ben olacağım güzelim,” dedi Helin ve o da bana sarıldı.
Burak “Cansu geçememiş,” dedi.
Hepimiz gülmeye başladık. Aklımıza onun şarkı söylerkenki hali geldiği için gülüyorduk. “İddiaya varım müzikalde kalmak için dekor-kostüm işine girer. Hayatta Demir’den ayrılmayacaktır,” dedim ve haklı çıktım. Cansu kostüm işine kaydını yaptırmıştı, ayrıca Masal’ı da zorla kendi yanına almıştı.
Şaşırmadık.
Sadece başıma daha fazla dert açmaması için dua ediyordum.
Tiyatro seçmeleri için verilen repliklere çok çalışmıştım. Oyunculuğumun şarkıcılığım kadar iyi olduğunu düşünmesem de Esma ve Burak gerçekten çok yardımcı olmuşlardı. Tiyatro seçmelerine orkestradakiler girmediği için salon çok daha boştu. Keşke Demir de oyunda olsaydı diye düşündüm. Onunla romantik bir şekilde konuşabileceğim tek fırsat, bu müzikaldeki romantik sahneler olurdu. Bu basit hayalimin temelinde onunla hoş iltifatlarla, hatta normal konuşmanın bile imkânsız olduğu gerçeği yatıyordu.
Oyuncu seçmeleri beklediğimden iyi geçmişti ve Hülya Hoca başroldeki kızla erkeği seçmek için bizleri ikili eşleştirmişti. Başrollere aday olan toplamda dört çift vardı. Esma ve Burak’ın yan rolde ve koroda görev almayı seçmelerinin sebebi senaryoyu yazacak olmalarıydı. Bu yüzden bu listede yoklardı. Nedenini anlamadım çünkü beraber o kadar tatlılardı ki başrol de olabilirlerdi. Kiminle eşleştiğimi görmek için baktığımda diğer yedi kişi de panoya bakıyordu. Adımı listede en üstte görünce mutlu oldum. Tam eşleştiğim kişiye de bakacakken “Görünüşe göre bir süre beraberiz,” diyen ses dikkatimi dağıttı. Cenk’in tam yanımda durduğunu gördüm.
Onunla mı eşleşmiştim? Bu iğrençti.
Belki yalan söylüyordur diye kâğıda baktığımda gerçekten de adımın yanında Cenk’in olduğunu gördüm. “Hiç üzülme Cenk, hocalarla konuşup beni başkasıyla eşleştirmelerini sağlayacağım,” dedim. “Onu ben de düşündüm tatlım, hatta gidip sordum. Değişim olmayacakmış,” diye cevapladı. Ben Cenk’le beraber ne tiyatro konuşmak ne de bir hafta boyunca okul haricinde prova yapmak istiyordum. Demir’in evinde olanlara kadar dışarıdan düzgün birine benzemişse de gerçek karakteri hakkında az da olsa bilgim olmuştu artık. Bu çocukla başrol olmayı hiç ama hiç istemiyordum.
“Hadi ama, suratını asma. Bak gör, çok eğleneceğiz,” dedi ve elimi tuttu. Niye elimi tutmuştu? Soran gözlerle yüzüne baktım. Umursamadı.
“… Ne düşünüyorum biliyor musun? Muhteşem bir sesin var. Benimki o kadar da iyi değil ama tiyatro konusunda fena değilim. Sen beni müzik konusunda çalıştırırsın, ben de seni tiyatro. Sonra da başrol seçiliriz,” dedi. Gerçekten oyunda olmayı istiyordu. Neden bilmiyordum ama son dakikada kararını değiştirip seçmelere katılmıştı. Belki de hep içinde vardı. Sonuça bizimkilerin nasıl sanata ilgisi varsa, hatta Demir bile deli dehşet piyanistse Cenk de ilgili olabilirdi. Onu Demir’in evinde yanlış tanımış da olabilirdim. Yani, belki o gün sarhoştu ya da kötü bir gün geçirmişti.
“Ne zaman çalışmaya başlayalım prenses?” diye sorarken gülümsüyordu.
Ona bir şans verebileceğimi düşündüm. “Yarın cumartesi, beni akşam yedide bir kafeden alacaksın. Adresi mesaj atarım,” dedim ve elimi çektim. Ertesi gün çalışıyor olacaktım, bu yüzden iş çıkışı en uygun zamandı. “Adresi atmam için numarana ihtiyacım var,” diye ekledim. En azından provaların iplerini kendi elimde tutarsam, o kadar da sırnaşamazdı diye düşünüyordum.
“Sen merak etme, ben seninkini bulur, akşam sana yazarım. Şimdi Demir’in yanına gitmem lazım prenses. Sonra görüşürüz,” dedi ve gitti. Demir’in adını duyunca bile tuhaf hissediyordum.
Sabah kalktığımda kafede çalışırken giydiğimiz üniformayı, logo renklerindeki etek ve sol göğüs hizasında amblemin bulunduğu yeşil-beyaz tişörtü giydim. Halama akşam dokuz buçuk gibi döneceğimi, tiyatro seçmeleri için çalışacağımı söylediğimde endişeliydi.
Demir Erkan’a dehşet takık vaziyetteydiler. Müzikle ilgili dahil olabileceğim her türlü aktivite çerçevesinde mutlaka adını andırıyorlardı bana.
“Kiminle çalışacaksın?”
İşte, beklenen soru gelmişti bile.
“Merak etme hala, Demir’le değil. Cenk diye bir çocuk.”
Rahatlamış gibiydi. “Kim bu Cenk? Anlat bakalım.” diyerek gülümsedi. Ne yani, Demir’den hoşlanmamıştı ama yeni bir çocuğun adını duyar duymaz benden onu mu dinlemek istiyordu
“Sadece arkadaşım. Seçmelerde Hülya Hoca beni onunla eşleştirdi,” dediğimde ilk defa bu konuyu etraflıca bir düşündüm. Şaka bir yana, en güçlü adaylar bizdik. Büyük ihtimalle başrol biz olacaktık. Kafeye vardığımda Arda çoktan çalışmaya başlamıştı bile. Ona son Atagül Lisesi havadislerini vermeliydim.
“Ooo yine ışık saçıyorsunuz leydim,” dediğinde gülümsedim.
“Teşekkürler, en azından sonunda bana civciv demekten vazgeçtin. Bu da bir şey,” dedim. Civciv demesi beni o kadar da rahatsız etmiyordu aslında, ilkokuldan beri öyle sesleniyordu.
“Vazgeçtiğimi kim söyledi?” dediğinde yüzümü buruşturup elindeki tepsiyi aldım. Saat altı olduğunda kafe biraz daha sakinleşmişti. “Güneş, şey… Çıkışta işin yoksa bir yere gidelim ya. Ne zamandır takılmadık,” dedi. Her ne kadar aklımda ona son havadisleri vermek olsa da, çalışma telaşında kaynamış giymişti, ancak uygun zaman bize denk gelebilmişti.
“Evet, en son sinemada aldığın bütün mısırı yere dökmüştün Arda,” dedim. Gülmekten karnım ağrımıştı ve filmi izleyememiştim. “Ha-ha. Çok komik. Yanlışlıkla olmuştu o.”
“Üzgünüm, bugün Cenk’le tiyatro çalışmam gerekiyor,” dedim.
“Cenk de kim?” diye sorarken sesi samimiden çok ciddi gibi geliyordu.
“Okuldan.. Demir’le çalışmayı daha çok isterdim tabii,” dedim.
“Demir’i gördüm ve sana uygun bir tip gibi gelmedi bana. Ayrıca o günün hayatının en zor garsonluk deneyimini yaşadığını canlı şekilde gözlemleme fırsatım oldu. Unutmayalım.”
Yüzümü ekşittim. “Evet, kötü bir gündü,” diyerek cevapladım.
Elindeki bezi masanın üstüne bıraktı. “Eee şu Cenk denen çocuğu anlat bakalım. Nasıl biri?”
“Aslında pek tanıdığım söylenemez,” boşalan bir masanın sandalyelerini yerlerine itiyordum. “… ama şahsen başta hiç de iyi biri gibi gelmemişti. Belki tanıdıkça onun nasıl biri olduğunu anlarım. Boyu senden bir iki santim daha uzun, okula gelirken hep güneş gözlüğü takıyor, kahverengi saçları ve kahverengi gözleri var…” Arda parmağıyla kapıyı gösterdi. “Şu kapıdaki mi?”
Arkamı dönüp kapıya baktım. Güneş gözlüğü, koyu hardal rengi pantolon, beyaz tişört ve pantolonuyla uyumlu kahverengi deri bir ceket. Kapı, arkasından kapanırken gözlüğünü tek eliyle çıkardı ve bana baktı. “Evet o,” dedim.
Çaprazımızdaki masada oturan kız grubu kıkırdayıp birbirlerine Cenk’i göstermeye başladıklarında Cenk bir anlığına gözlerini benden ayırdı ve o masadaki esmer kıza göz kırptı. Arda’ya bakıp gözlerimi devirdim.
Arda “Ne biçim okulsunuz, bir anlasam…” dedi ve masaya bıraktığı bezi geri aldı.
Cenk yanımıza geldi. Esmer kız, kıskandığını her şekilde belli ediyordu ama sonuçta dalga geçemezdim, kızlar onu kesmekte haklı olabilirlerdi. Mekana böyle bir girişi ben de yapsam, bana da bakarlardı.
“Naber Güneş?”
“Biraz erken geldin sanırım,” dedim telefonumdaki saati göstererek.
“Evet, sen erken gelirsen seni bekletmek istemem diye düşündüm…” Cenk düşünceli miydi yoksa rol mü kesiyordu? Üstümdeki tişörte baktıktan sonra “… ama anlaşılan burada çalışıyormuşsun zaten,” diyerek cümlesini tamamladı.
“Kreplerimiz meşhurdur. Bir ara tavsiye ederim,” dedim. İnsanın çalıştığı için utanç duyması kadar saçma bir şey yoktu, bu yüzden ben işim konusunda gayet rahattım. İnsanların ne düşündüğü umrumda değildi.
“Kafenin kıyafetleri de sana çok yakışıyormuş. Bundan sonra buraya daha sık gelmeliyim,” dediğinde gülümsemek dışında bir şey yapamadım. Tam ona iltifat ederek nereye ulaşmak istediğini soracaktım ki “Ben Arda. Güneş’in çok yakın bir arkadaşı,” diyerek Arda araya girdi, elini uzatmıştı.
Cenk’e gözdağı verdi. Hemen hemen aynı boydaydılar ama Cenk daha yapılıydı.
Cenk bu aksiyona şaşırmıştı, böyle bir şeyin geleceğini beklememişti çünkü. Arda “Ve sen de..?” diye eklediğinde, “Cenk. Eminim Güneş benden bahsetmiştir,” dedi.
Kollarımı göğsümde birleştirmiş, durumdan son derece keyif alır vaziyette olanları izliyordum.
“Cenk… Cenk… Cenk. Hiç tanıdık gelmedi .Güneş bir kere bile bahsetmedi sanıyorum senden, üzgünüm,” deyince gülmemek için elimi ağzıma götürdüm.
Bu lafların üstüne kırılan egosunu tazelemek için mutlaka bir laf düşüneceğinden emindim ama ona fırsat vermedim. “İşimin bitmesine yarım saat kaldı. Sen otur. Bir şeyler iç. Sonra çıkarız,” dedim. İyi davranmaya çalışıyordum. Arda, içimin yağlarını eritecek şekilde giriş yapmıştı zaten. Günün sonunda sürekli olarak kendime Cenk’in belki de o günkü halinin sadece bir rastlantı olabileceğini hatırlatmaya çalışıyordum. Sonuçta birini tanımadan hemen önyargıyla yaklaşmak çok da Atagül Lisesi standartlarına uygun değildi. Herkes herkesi şaşırtıyordu.
“Evet, evet Cenk. Hatta sol tarafa otur. Servisini ben yapayım. Güneş’in mutfakta çok işi var,” diye atladı Arda. Arda kendi kafasınca ne oyunu oynuyordu? Benim bölümümde onunkinden daha az insan oturuyordu ve yapacak bir işim de yoktu. Ona “Ne yapıyorsun?” bakışlarımı gönderirken o çoktan Cenk’i kendi bölümündeki bir masaya oturtmuştu. Geri geldiğinde “Niye böyle bir şey yaptın şimdi?” diye sordum.
“Civcivim yuvadan uçacaksa önce kiminle uçacağını bilmem gerek,” dedi. Alay ediyor gibi söylemişti ama yüzünde alaydan eser yoktu. “Biliyorsun değil mi, civcivler uçmuyorlar,” dedim.
“Bir kere de bozmasan olmaz mı Güneş?” dedi, gülerek işine döndü. Yarım saatin sonunda vardiyam bitmişti ve Cenk’le onun arabasına yürüyorduk. Gitmeden önce Arda, Cenk’le yine tokalaşmak istemişti. Tokalaşırken elini sertçe sıktığı belliydi. Beni komple koruyup kollamasına alışkındım ama ilk kez bu tarz dinamiklerimiz oluyordu. Bana da ilginç geliyordu.
Arabasına geldiğimizde Cenk bir anda hızlanıp benim kapımı benden önce açtı. “Buyrun prenses,” dedi. “Aa, teşekkürler…” dedim. Beklemiyordum. Bence benimle dalga geçiyordu. Sonuçta o çeteden Cenk’ti. “Sizi nereye götüreyim? Nereyi arzu edersiniz?”
“Cenk, dalga geçmeyi bırak ve sür. Nerede çalışacağız?” Oyunun sırası değildi.
“Hey! Dalga falan geçmiyordum,” diyerek güldü. Şirin falan mı görünmeye çalışıyordu? “Cidden, nereye gidelim?” dedi.
“Bilmiyorum, söylediğine göre tiyatro uzmanı sensin,” diyerek benim için fark etmeyeceğini belirttim. “O zaman seni evime götüreyim, veya tamirhaneye. Aile işimiz.” Cenk’in evine gitmek istemiyordum. Hele baş başa… Yüz ifademden düşüncemi anlamış olmalıydı ki alternatifleri sunmaya başladı. “… Tamam, tamam. Hemen suratını asma. Başka bir yere gideriz. Gelmek istemiyorsun, anladım,” dedi.
Vay be, hızlı olmuştu. Onun bu kadar anlayışlı olabileceği aklıma gelmemişti. “… En azından henüz,” diye eklediğinde gözlerimi devirdim. “Yaa demek bir gün evine gelmek için can atacağım, öyle mi?” dedim. Alaycı bir gülümsemeyle ona bakıyordum. Okula giriş esnasında özgüven testinde geçiriyorlar mıydı bunları? Ona göre mi alıyorlardı öğrencileri acaba benden önce diye merak ettim.
Bahçesi olan bir kafeye gelmiştik. Cenk buranın bir arkadaşına ait olduğunu söylemişti. Biz dışarıdaydık. Kafenin bahçesinde pofuduk koltuklar ve üç kişilik salıncaklar vardı. Deniz manzarasına bakan salıncaklardan birine oturduk ve elimizde kâğıtlarla çalışmaya başladık. Denize baktım. Masmaviydi. Aklıma elimde olmadan Demir geldi. Şu anda ne yapıyordu diye düşünmeden edemedim.
Cenk, “Heyy dünyadan Güneş’e.” diyerek beni dürttüğünde kendime geldim. “Ne düşünüyordun? Denizden birini mi bekliyorsun, hayırdır?” diye sordu.
Demir’i, onun mavi ve içinde kaybolmak istediğim gözlerini, yanında her ne kadar garip olsa da kendimi güvende hissettiğimi, her an onun notalarını duymak istediğimi diziyordu zihnim ardı ardına. “Hiç, hiçbir şey. Dalmışım, özür dilerim,” dedim ve çalışmaya devam ettik. Bazı şarkıların ne anlama geldiği sonradan, yaşadıkça da anlaşılıyordu demek ki. Aklıma Alya Öztanyel’den Bekledim isimli parça gelmişti.
Bundan sonra o şarkıyı dinlerken hiçbir şey aynı olmayacaktı.
“Bir şarkı vardı ya,” dediğinde dikkatimi ona çevirdim. Mırıldanmaya başladı. “… uzaklara daldığımı sanıyor oysa ben, bana dönüşünü bekledim—”
“… Bana dönüşünü bekledim, yine gelişini bekledim.”
“Yine sevişini bekledim.”
“Yine sevişini bekledim.”
Sözleri birlikte tamamlamıştık. Gülümsedim. “Benim de aklımdan o geçiyordu.”
Göz kırptı. “Kalp kalbe karşıymış.

⋆⁺₊⋆ ☀︎ ⋆⁺₊⋆

Bekledim Spotify’da 🙂

error: Bu içerik koruma altındadır.