Karanlık Lise 1 – Bölüm 27


Cansu “Yeni bir müzikal mi? Sen kafayı mı yedin?” dedi.

Ona baktım ve söyleyeceğim cümleyi aklımda toparladıktan sonra “Provalarda sahnede olamayıp koltukların orada otururken bizi çektiğin videoları, rakiplerimizle paylaşmadan önce düşünecektin. Şimdi işe koyulalım,” dedim. Toplantı odasının ortasındaki masaya oturdum. Ortadaki A4 kâğıt destesinden bir kâğıt çekip destenin yanında duran kalemlikten de bir tükenmez kalem aldım. “Herkes masaya otursun,” dediğimde tüm ekip hâlâ ayaktaydı. Bütün dekor-kostüm ekibinin haftalarca uğraşıp yaptığı elbise ve kıyafetlerle ayakta duruyor, birbirlerine bakıyorlardı. Herkes üzgündü.

Helin “Güneş, on üç dakikada baştan sona yeni bir şey çıkaramayız,” dedi.

“On iki oldu bile. Hadi, zaman kaybedemeyiz,” diye cevapladım.

Hülya Hoca “Çocuklar ben gerçekten üzgünüm. Dediğim gibi, bunun olacağını bilemezdik, hadi gidelim,” diyerek kapının kolunu tuttu. Bu kadar pes ediyor olamazdık.

Bir Esma’ya, bir de Burak’a baktım. “Yapabiliriz,” dedim onlara. Burak umutsuzca başını olumsuz anlamda salladı. Esma “Gidelim Güneş, seneye katılırız,” dedi. Teselli etmeye çalışıyordu.

Ekibin geri kalanına baktım. Bir kişi arıyordum, sadece bana destek çıkacak tek bir kişiyi! Eğer bulursam diğerleri de peşinde gelirdi. Mutsuz yüzleri tarıyordum bir umut kırıntısı için. Yoktu.

Damarlarımdaki adrenalin, kalbi kırık heyecanıma ayak uydurup gözlerimi doldurmadan önceki son saniyelerimdi.

Arkadan Demir “Ben kırk beş dakikalık yolu bir hiç için çekmedim. Herkes otursun. Güneş’i dinleyin,” dedi ve hemen yanımdaki sandalyeye oturdu.

O an sanki her şey bitmiş, kesilmiş ve çözülmüştü. Ona baktım ve gülümsedim. Bana inanıyordu ve beni destekliyordu.

En güzeli ise, bana güveniyordu. Hem de kimse güvenmezken.

Müzikal ekibinde Demir’in çetesinden kim varsa, bu emre itaat etmek zorundaydılar. En son Cansu oturmuştu. Esma’ya bakıp karşımdaki sandalyeyi işaret ettiğimde, yüzündeki tebessümle o da oturdu. Birbirimize gülümsemelerimizde çok şey anlatıyorduk. Demir’in davranışı onun da hoşuna gitmişti.

Helin ve Burak da Esma’yı takip etti. Ayhan Hoca masanın bir başına geçti. Ekibin geri kalanı da oturduğunda ayakta kalan tek kişi Hülya Hoca’ydı.

Ayhan Hoca yerinden kalkıp onun yanına gitti.

Fısıldıyordu. “Hadi Hülya, akşam kızına anlatacak bir şeyin olacak. Bunu yapabiliriz. Hadi, geç başa,” diyerek onu diğer uca oturttu. Ayhan Hoca eski yerine dönünce masa dolmuş oldu.

Artık herkes bana bakıyordu.

Ayhan Hoca “Pekâlâ Güneş, önerin nedir?” diye sorduğunda daha dik oturdum ve kalemin kapağını açtım.

Top bendeydi.

Derin bir nefes alıp verdim. “Yaklaşık on dakikamız kaldı ve hızlı olmalıyız. Müzikaldekiler hariç şu ana kadar çaldığımız şarkılar neler?”

Cenk, “Seçmelerde söylenenler var, sonra derste söylenen birkaç şarkı var. Fazla da yok.”

Masal atıldı. “Yapamayacağız, zaman yok. İmkânsız.”

Burak, “Tiyatro ekibi ne yapacak, ezberlediğimiz replikler?”

Hülya Hoca cevap verdi: “Ezberlenen replikler kalabilir çünkü diğer okul oyunun tamamını değil, sadece şarkıları ve kurguları almış.”

Ayhan Hoca “Yeni şarkılar bulunca oyunun repliklerini de değiştirmek zorunda kalırız ama,” dediğinde ben “Hayır, şarkıların anlamlarına göre repliklerin sıralarını değiştiririz. Şarkıları da benzer anlamlar içerenlerden seçeriz,” diye önerdim.

Dekor ekibinden bir kız “Kostüm ve eşyaları da hâlâ kullanabiliyoruz zaten, sadece şarkı ve kurguda problem var,” dedi.

Kostümlerden sorumlu olan çocuk “Kostümler evet, tamam, hepinizin üstünde. Zaten başka da kostüm bulamayız şu an,” diyerek söze karıştı.

Ayhan Hoca “Güneş, seçmelerde söylediğin şarkıyı yaz oraya, diğer katılanlarınkini de… Artı bir de ilk müzik dersinde yaptığınız düet. Demir zaten o parçayı biliyor,” dedi. Cenk, “Ama ben bilmiyorum!” diye itiraz etti.

“Tamam, Demir piyanodayken bir yandan nakarata katılıyordu zaten. O yine orada katılır. Sen de seçmelerde söylediğin parçayı söylersin.” Ayhan Hoca onay almak için Demir’e baktı.

Demir onaylar şekilde başını salladı.

Demir’in benimle ikinci defa şarkı söyleyecek olmasına mı sevinseydim, yoksa bu işi başarabileceğimize gerçekten inanmaya başladığıma mı? Esma ayaklandı, listeye karaladığım parçalara bakıyor, kurguyu kurmaya çalışıyordu. “İyi de şarkıların anlamlarına bakacak olursak bu oyun eskisi gibi aşkını itiraf eden çiftin mutlu sonu gibi bitmiyor ki! Ayrılıyorlarmış gibi oluyor,” dedi.

Tabloya bakıyordum, evet, haklıydı. Bileğimde duran tokayla saçlarımı atkuyruğu yaptım. Toplantı odası sıcak olmaya başlamıştı. Hülya Hoca “Yer değiştirme fikri güzel, en sonu en başa alacağız, çift mutluyken işler kötüleşecek ve ayrılacaklar. En sona da en güzel şarkımızı koyarız,” dediğinde güveninin yerine geldiğini gördüm. Hülya Hoca’nın o alışkın olduğumuz ciddiyeti geri gelmişti.

Demir “İyi de başroldeki çift bir anda ayrılamaz ki, bir neden lazım,” derken kilit noktayı söylemişti.

Baştaki çocukla çocuk oluyoruz, bindik bir alamete duruşundan bambaşka bir ciddiyetteydi artık.

“Araya biri girsin.”

“Biri diğerini aldatsın.”

“Biri ölsün. Romeo ve Juliet’e bağlayabiliriz.”

“Bence eve gidelim, bırakalım bu işi.”

“Aynen, boşa çabalıyoruz.” Sesler yükseldikçe Ayhan Hoca “Hey! Sakin olun! Kaç dakikamız kaldı?” diye soruyordu.

Helin saatine baktı ve büyük bir endişeyle “Dört!” dedi.

Hülya Hoca “Güneş, elimizde ne oldu şimdi? Neyimiz var?” dediğinde son altı dakikadır öne sürülen her fikri yazdığım kâğıda baktım. “Toplamda altı şarkımız var. Sıralamaları aşağı yukarı ayarladım gibi. En sona ise en iyisi gelmeli. Hangisini söyleyeceğiz?”

Ayhan Hoca “Tabii ki Say Something ile bitireceğiz! O gün neredeyse beni ağlatacaktınız! Mükemmeldi!” diye karşılık verdi.

Utandığım için Demir’e dönüp gülümseyemedim. Kağıdı inceliyormuş gibi yapıyordum ama onun bakışlarının üstümde olduğunu hissedebiliyordum.

Hoca “Orkestra ekibi hemen benimle gelsin! Birkaç yeni nota ve akor göstereceğim. Onun dışında zaten müzik dersinde çalınan şarkıları biliyorsunuz,” dedi. Toplantı odasındaki ekibin yarısı konferans salonuna geçti. Haliyle Demir de gitmişti. Arkalarından dekor ve kostümdekiler sahneyi düzenlemek üzere kulise çağrıldığında geriye sadece tiyatro ve korodakiler kaldı. Oyunda Cenk’in arkadaşlarından birini canlandıracak olan çocuk “Repliklerin aynısını söyleyemeyiz! Ne yapacağız?” diye sayıklamaya devam ediyordu. Hiçbirimiz tam olarak ne yaptığımızı bilmiyorduk. Hülya Hoca derin bir nefes aldı. Kafası karışık bir şekilde “Tüm rollerinizi unutun. Replikleri de. Kendinizi oyuna verin ve doğaçlama yapın,” dedi. Bu, artık buraya kadar geldik, ölmek var dönmek yok bakışıydı işte. “Başrollerdeki Güneş ve Cenk sevgiliyi canlandırıyorlar. Sonra bir anda bir şey oluyor ve ayrılıyorlar. Güneş, ayrılma kısmını sana bırakıyorum. Say Something parçasıyla halledeceksin zaten.” Başımı salladım. Cenk “Şimdi kimi canlandıracağız, nasıl karakterler olacağız?” dediğinde Hülya Hoca ona döndü. “Ben burada bir saattir ne anlatıyorum” ses tonuyla “Kendiniz olacaksınız. Kendinizi canlandırın. Güneş; Güneş olacak, sen Cenk olacaksın. Esma ve Burak da tıpkı eski oyundaki gibi yakın arkadaşlarınız olacaklar. Geçen sefer Burak’la Esma sizi bir araya getirmeye çalışan bir diğer çifti oynuyorlardı, şimdi ise size bu ayrılıkta destek veren, ne bileyim işte… teselli eden, “belki barışırsınız” tarzı şeyler söyleyen arkadaşlarınız olsunlar. Sahneyi ikiye bölmek yerine ne yapabiliriz? Onu da çalmışlardı! Of!” dedi.

Burak “Sahnenin yarısı karanlık, yarısı aydınlık olabilir, hangi taraf konuşuyorsa ışık önce oraya gelir, sonra diğer tarafa,” dedi. Esma “Harikasın!” diye bağırdı. Hülya Hoca başıyla onayladı. Artık çıkan fikirleri çok da ölçüp tartabileceği bir ortam kalmamıştı. “Çalışır. Olur. Hemen kulise gidin! Ben ışıkçılara ve dekora değişiklikleri bildireceğim,” dedi ve hepimiz bir anda kapıdan dışarıya fırladık.

“Atagül Lisesi! Son bir dakika!”

Jüri üyelerinin asistanı kulise gelip bunu söylediğinde içimdeki gerginlik iki katına çıktı. Bir saat önce sahneye çıkacağım için çok heyecanlıydım ama şu anki durumum o heyecanımla kıyaslandığında bir hiçti. Tek düşündüğümüz şey oraya çıkıp rezil olmamaktı.

Ve bunu yapabilmek için son elli saniyemiz kalmıştı.

Ekipçe sahne arkasında artık sadece anonsu bekliyorduk. Hülya Hoca ve Ayhan Hoca kulise girdiğinde hepimiz yanlarına gittik. Burak, Esma’nın elini sımsıkı tutuyordu; Esma başını Burak’ın omzuna yaslamıştı. Demir de keşke yanımda olsaydı diye düşünmeden edemedim. Nerede olduğunu görmek için başımı çevirdim. Pencerenin yanında sigara içiyordu. Ne kadar seksi göründüğü hakkında on sayfalık bir yazı yazabilirdim ama o an oyuna odaklanmam gerekiyordu.

Hem, o zaten bana kıyasla gayet rahat gözüküyordu. Heyecan gibi bir duygusu var mıydı, o da şüpheliydi. Gidip ona “Elimi tutar mısın?” diye sorarsam bana ne cevap vereceğini biliyordum. Üzülmüyordum. O böyleydi. Onu değiştiremezdim. Sadece beni sevmesini istiyordum o kadar, çok muydu?

Ayhan Hoca “Gençler bakın. Biliyorum bu yaşadığımız talihsizlik hepimizi etkiledi…” diye söze başladı. Talihsizlik mi yoksa Cansu’nun bok yemesi miydi orası tartışılırdı. “… Size güveniyorum,” dedi.

Konuşma sırası kendisine geldiğinde Hülya Hoca bir adım öne çıktı. “Biliyorum, bu liseye gelirken hepiniz pek çok şey yaşadınız. Siz gelene kadar hiç böylesine büyük bir etkinlik yapmamıştı bu okul. Başta istemediniz ama her geçen provada hepinizin bu işe katıldığınızı hissettim. Kazanabilirdik. Gerçekten çok iyi hazırlanmıştık. Eğer çıktığınızda işler kötü giderse ve kaybedersek üzülmeyin. Sonuçta bunun olacağını bilemezdik,” dedi ve bizi en kötüsüne hazırladı.

Ayhan Hoca “Tek istediğimiz eğlenmeniz. Zevk alın. Çıkın ve dilediğinizi yapın. Uyulması gereken replik yok, zorla seçtiğimiz şarkılar yok. Sevdiğiniz, kendi söylediğiniz şarkılar var ve bir karakteri canlandırmak yerine kendiniz olacaksınız. Bakalım neler çıkacak?” dedi ve gülümsedi.

Sunucunun sesi “İkinci okul; Atagül Lisesi!” diye yankılandığında hemen ilk sahnedekiler olarak yerlerimize geçtik. Hülya Hoca perde arkasından “İlk sahnede Cenk’le Güneş sevgili olarak başlıyorlar. Güneş gittikçe Cenk’ten uzaklaşacak. Doğaçlama yapın!” diyerek hatırlatma yaptığında tek düşüncem bu yeni senaryomuzda rol yapmama pek de gerek olmadığıydı. Perde açıldığında Cenk’le bir bankta oturuyorduk. Gözlerim yukarıdan gelen spot ışığına alışınca hemen aşağıya, orkestranın olduğu yere baktım. Her yer karanlıktı. Onu arıyordum. Mavi gözler beni yakaladığı zaman gülümsedim.

Bunu yapabilirdim.

İlk sahnede Cenk seçmelerde söylediği şarkıyı bana söyledi, nakaratta korodakiler şarkıya katıldı. Şarkının akorlarını bilmeyen gitaristin yerine bilen kişi geçti ve bir şekilde ilk şarkıyı atlattık. Cenk elimi tutuyordu, ben geri çekiyordum. İlk sahne böylece geçti. İkinci sahnede Burak’ın önerisine uymuştuk. Sahnenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık kalmıştı ve bir yandan Cenk kendi arkadaş grubuna “Niye benden uzaklaşıyor?” gibi şeyler soruyor, onların sahnesi kararıp bizim taraf aydınlanıyor, ben de yanımda oturan Esma ve yan rollerdeki diğer üç kıza başkasına âşık olduğumu anlatıyordum.

Esma “Eee kim bu yakışıklı?” dediğinde onun kadar iyi doğaçlama yapamadığımı fark etmem uzun sürmedi.

Ne cevap vermem gerektiğini söylemesi için başımı kulise doğru çevirdim. Hülya Hoca’ya baktım. Elini “devam et” şeklinde döndürdüğünde iyi gittiğimizi anladım. Ben verecek bir cevap bulamayınca yanımda duran diğer kız hemen durumu anladı ve Esma’nın sorusunu devam ettirdi; “Nasıl biri? Biz sana tahminlerde bulunalım, sen de bize yanıt ver,” dedi.

Alnımdan ter damlıyordu.

Esma “Yoksa mavi gözleri ve siyah saçları mı var?” dediğinde konuyu daha fazla uzatmaması için aksiyon almalıydım. Demir her şeyi dinliyor, parçaları çalacağı kısımları bekliyordu. Ayağa kalktım ve Helin’e göz kırptım. O anda Grease’ten Summer Nights şarkısını söylemeye başladık. Kızların söyleyeceği kısım geldiğinde tıpkı şarkıda olduğu gibi sözleri hiç değiştirmeden söylüyorduk. Erkeklerin, yani Cenk’in söylemesi gereken yerlerde ise orkestra şarkıyı normalinin üç katı yavaşlatıyordu ve Cenk asıl şarkıda olan sözleri geçmiş zaman şeklinde, yani iki sevgilinin geçmişte yapmış olduğu güzel şeyler gibi söylüyordu. Bunları hüzünlü, üzgün bir ses tonuyla seslendiriyordu. Böylece hikâyemizi şarkıya uyarlamış oluyorduk. Şarkının sonunda ben mutlu bir yüzle yukarıya bakarken Cenk ise yere oturmuştu ve üzgün bir şekilde bitirmişti. Sadece kuliste bir kere konuşup yapmayı kararlaştırdığımız şey sanki aylardır üzerinde çalıştığımız şarkıların yerini almıştı. Alkışlardan her şeyin iyi gidiyor olduğunu anlamıştık.

Demir’in piyanosu ve orkestra eşliğinde diğer iki şarkımı da söyledikten sonra Cenk’in sahnelerinin tamamı bitmişti. Siyah renk parkelerin üstünde artık bir tek ben vardım. Final zamanı gelmişti.

Demir, Say Something’in ilk notasına bastığı anda zihnim tamamen bu şarkıyı ilk kez onunla söylediğim zamanla doldu. Sesi beni etkiliyordu ama o her söylediği kelimesinde yaşadığım etkileşimi kendime bile anlatamıyordum. Hiçbir dilde hissettiklerimin karşılığı yokmuş gibiydi. Şarkıyı söylerken, sahilde beni öptüğü günü düşündüm. Ben Demir’i seviyordum. Bunu kabulleniyordum. Ne kadar bağlanmaktan korksam da onu bırakamazdım. O, bu şarkıyla benim bir parçam olmuştu ve her ne kadar karanlık bir geçmişe, kişiliğe ve düşünce yapısına, iddia ettiği duygusuzluğa sahip olsa da ben onu o olduğu için seviyordum.

Herkesten çok düşünürken sanki hiçbir şey onu etkilemiyormuş gibi görünmeye çalışmasını, gözlerinin bile insanlara duyguları hakkında açık vereceğini düşünmesini ve sakınmasını, bu saçma düşüncelerle kendini koruduğunu sanmasını… Demir’e iyi gelmediğini düşündüğüm hayat tarzını değiştiremezdim ama saydığım şeylerle de yaşanmazdı. Sürekli siyah giyinerek, öyle düşünerek yaşanmazdı.

Şarkı bir ayrılık şarkısıydı ve son derece ağırdı. Bu şarkıyı oyun gereği Cenk için söylüyordum ama aslında Demir’i düşünüyordum. Sözlerin anlamına bakılırsa onu bıraktığımı, ondan vazgeçtiğimi anlatıyordum. Ben gitmeden önce son defa bir şey söylemesini, kal demesini istiyormuş gibi…

Şarkıda onun da katıldığı yer geldiğinde sesinin muhteşemliği karşısında irkildim. Harikaydı, tüylerim diken diken olmuştu. Seyirciler ve jüri, sesin nereden geldiğini anlamak için sahneyi tararlarken Demir’in aşağıda, orkestranın ortasında ayağa kalktığını gördüler. Ayaktayken piyano çalıyordu ve bir yandan da şarkıyı söylüyordu. Gözleri ise tamamen bana kilitlenmişti.

Elimde olsa bu anı dondururdum.

Etrafımızda en az üç yüz seyirci vardı ve aramızda ise bir sahne yükseklik… Ona doğru yürüdüm ve şarkının son mısralarına geçtik. Keşke her şey dursaydı ve ona o anda baktığım gibi sonsuza dek bakabilseydim. Hiç kimsenin bir şey anlamadığı o gözler bana o kadar çok şey ifade ediyordu ki…

Şarkı sona erdiğinde ikimizin de göğsü inip kalkıyordu. Şarkı zaten epey ağırdı, onun da etkisi vardı ama nefesimin kesilmesinin nedeni şarkı değildi; Demir’di.

Tüm kadro selam vermek için sahneye çıktığında hâlâ Demir’i izlediğimi fark ettim. Burak selam vermek için elimi tuttu. Seyircilere baktım. Ayakta alkışlamayan bir tane seyirci bile yoktu. Şarkılarımızı çalan, daha doğrusu Cansu’dan satın alarak bizi elemek isteyen okulun öğrencileri bile ayakta alkışlıyorlardı.

Gülmeye başladım.

Hiçbirimiz bunun olacağına inanmamıştık. Hele on üç dakikada hazırlanan bir müzikalin bu kadar alkışlanacağına…

Orkestradakiler de sahneye çıktığında düz bir sıra olduk ve el ele tekrar selam verdik. Demir arkamdan kulağıma eğilip “Jüriye bak,” dedi. Dört jürinin de ayakta alkışladığını gördüm.

İnanılmazdı.

Bizden sonraki okulların müzikallerini de izlediğimizde sadece bir şarkımız bir okulla aynı çıktı. Diğer hepsi farklıydı. Son okulun gösterisi bittikten sonra, sunucu, jüriden aldığı zarfı elinde tutuyordu.

“On iki okulun sadece ilk üçü Türkiye finallerine gidebilecek. Geriye kalan dokuz okul ise yarışmadan elenmiş olacaklar,” dedi.

Sonuçları açıklamak üzere on iki okulu da sahneye çağırdı. Sahne kocamandı ve on iki okul tüm ekipleriyle rahatça sığmıştı. Tabii bizim okul, en az kişiyle yarışmaya katılan okuldu. Ama okulumuzun standartlarını düşünecek olursak, bu bile çok fazlaydı.

Başroller olarak ben, Cenk, Esma ve Burak en önde duruyorduk. Bizim bir yanımızda Hülya Hoca, diğer yanımızda da Ayhan Hoca duruyordu. Okestra ve sahne arkası ekip arkamıza sıralanmıştı. Sunucu ilk olarak elenen dokuz okuldan sekizini açıkladı. Her okulun baş harfini söylediğinde hep kalbime iniyordu. Sonunda sahnede dört okul kalmıştık.

İlk dört!

İlk dörde girebilmiştik ve bu da bir şeydi. Hem de son dakika müzikalimizle! Sunucu dört jüriyi de sahneye çağırdığında artık finalistlerin açıklanmak üzere olduğunu anladım. Çok heyecanlıydım. Sunucu “İstanbul ili içinde katılan on iki okulun birincisini açıklıyorum…” diyerek zarfı açtı ve bizden iki sonra çıkan okulun adını söyledi.

Alkışlamaya başladık. Hak etmişlerdi, gerçekten çok iyilerdi. “İkinci olan okul…” dedikten sonra ilk çıkan okulun adını söyledi. Bizim şarkılarımızla katılan okul ikinci olmuştu yani. Sevinip birbirlerine sarılırlarken Helin “Kötü kötü bakın şunlara,” dedi. Esma’yla başımızı onlara doğru çevirip pis bakışlarımızı gönderdik. Her ne kadar komik geliyor olsa da o an gayet sinirliydik ve hiç gülecek durumumuz yoktu. Kupalarını almış olan iki okul, birinci ve ikinciler, sahnenin kenarına doğru geçmişlerdi.

Ortada iki okul kalmıştık. Birimiz üçüncü olmuştuk, Türkiye şampiyonasına gidecektik, diğerimiz ise kaybetmiştik ve eve dönecektik.

Hülya Hoca eğilip hepimize bir anda “Eğer kaybedersek üzülmeyin, on dakikada çıkan oyunumuzla dördüncü olmuş oluruz,” dediğinde kadının negatifliği karşısında ben de şaşkındım. Ayhan Hoca araya girdi ve “Ne bu suratlar? Azıcık inanın kendinize. Hadi, sırıtın!” dedi. Gülümsedim. Ama gülümsemem bir anda söndü çünkü ellerimin titremesi artmıştı. Bir anda sıcak bir el soğuk parmaklarımı kavradı.

Döndüğümde Demir’in başından beri tam arkamda durduğunu gördüm. Elimi tutuyordu. Titreme durmuştu.

“… Üçüncü olup Türkiye finallerinde yarışmaya Ankara’ya gidecek olan son okul…” Dudağımı ısırdım ve cümlenin devamını bekledim. 

error: Bu içerik koruma altındadır.