Helin “Artık evini öğrendim ha, ona göre,” deyince ikimiz de aynı anda güldük.
O iyi biriydi. Tamam, bir anda kolumdan tutup çekince en başta “Ne yapıyor bu deli?” diye düşünmüştüm ama Cansu ve diğerleriyle az buçuk tanıştıktan sonra kızın bana gerçekten yardım etmiş olduğunu anlamam zaman almamıştı. Esma, Burak ve Helin’le arkadaş olabilirdim. En azından böyle bir okulda “normal” sıfatına yakışıyorlardı. Tabii daha karar vermek için çok erkendi ama yine de onlar hakkında olumlu şeyler hissediyordum. “Bıraktığın için teşekkürler,” dedim. Onun da kanının bana ısınmış olmasını umuyordum.
“Sabah yedi buçukta kapıda ol güzelim, bundan sonra yoldaşım olacaksın,” dediğinde duraksamadan reddettim. “Helin gerçekten gerek yok, yani beni alıp bırakman gerekmiyor, sonuçta otobüs durağı buraya yakın ve ben—” diye cevap veriyordum ki sözümü kesti:
“Güneş, zaten yolumun üstünde oturuyorsun, nasılsa her gün buradan geçiyorum ben,” dedi.
Kabul etseydim elbet işime yarardı. Yolunun üstünde olduğumu da söyleyince “Tamam, kabul. Yine teşekkür ederim,” diyerek kabul ettim. Bu duruma zahmet vermek gibi değil de insan tanımak olarak bakmaya çalıştım. “Önemli değil. Yarın görüşürüz.”
Acıkmıştım. Halamın yanına gidip, “Yemekte ne var?” diye sordum. “Ooo birilerinin keyfi yerinde. Yeni arkadaşlar edindin mi?” diye sordu, hissetmiş gibi. “Evet, dört tane,” dedim. Hızlıca bir sayım yapıp gereksiz fazla sayı verdiğimde karar kıldım. Düşününce aslında Demir’le hiç de arkadaş olamamıştık. En azından henüz… Bu yüzden cevabımı düzeltip “Aslında biz ona üç buçuk diyelim,” dedim.
“Hmm. Yakışıklı çocuklar var mıydı?” dediğinde gözlerimi devirip “Hala!” diye karşılık vermem yeterli olmuştu. “Tamam, tamam sormuyorum. Sen masaya otur, ben de şimdi geliyorum.” Akşam odama çıkıp bilgisayarımı açtığımda önce Arda ile görüntülü sohbet ettik. Yeni okulumdaki tipleri anlatırken sıra Cansu’ya geldiğinde yüzüm ister istemez düşmüştü. Kıza dair karışık hislerim vardı. Bazen korkutucu, bazense acınası… Garipti. Arda yaptığı esprilerle beni yine güldürmeyi başardı. Babası Semih Amca onu çağırdığında sohbeti kapatmak zorunda kaldı.
E-mail gelmiş mi diye baktığımda biyoloji hocasının proje konumuzu göndermiş olduğunu gördüm. Böyle bir okuldan e-mail ile ödev gönderen öğretmen hiç beklemezdim doğrusu. Ödevi öğrendikten sonra konu hakkında Demir’le konuşmam gerektiğini anlamıştım ama bende ne e-mail adresi ne de numarası vardı. Aslında, şöyle tüm günü bir gözden geçirdiğimizde adı dışında hiçbir şeyini bilmiyordum. Nasılsa acelesi yok, yarın okulda konuşurum diye düşünüp diğer mail’e geçtim. Okulun müdürü Çağatay Abi’den gelmişti. O adama gerçekten abi diyordum içimden artık, çünkü en fazla 30’larının sonlarındaydı ve hiçb de müdür tipi yoktu. Bana sosyal aktivitelerin listesini göndermişti. Listeden iki aktiviteyi seçip ona bildirmem gerekiyordu. Yarın Helin’lerin kulüplerini öğrenip onlarınkine kaydolurum diye düşündüm. Bilgisayarımı kapatacaktım ki gözlerim yine masaüstü arka planımda kaldı.
Bilgisayarımdaki duvar kâğıdında annem, babam, kardeşim ve ben vardık. İki yıl önce internet üzerinden ses kaydımı yükleyip kazandığım şarkı yarışmasından gelen ödülle Paris’teki Disneyland’a gitmiştik. Orada kaldığımız büyük ve beyaz otelin önünde çektirdiğimiz bu fotoğrafı kendisine bakmak her seferinde beni üzse de kaldırmak istemiyordum. Onları kaybettiğim günü kendime hep hatırlatmak istiyordum. Unutamazdım. İnsan hafızası körelen bir yapıya sahipmiş, öyle okumuştum. Raporlara göre asfaltın fazla kaygan olduğu bir gecede alkollü bir sürücü otoyolda giderken bizim arabamıza çarpmış. Ters yönden geliyormuş ve farları açık değilmiş. Hata tamamen o sürücüdeymiş. Sürücü diyorum çünkü araba çalıntıymış ve o gün kullanan hakkında en ufak bir iz bile bulamamışlar. Kazayı yaptıktan sonra kaçmış. Yetkililer geldiğinde arabanın içi büyük ölçüde yanmış olduğu için herhangi bir ipucu da bulunamamış. Gözlerimi hastanenin beyaz ışıklarına açtığım andan yalnızca birkaç ay öncesinde kendi okulumdan atılana kadar o kişinin kimliğini tespit etmek için gerçekten çok uğraşmıştım. Ne internetten, ne gazetelerden, ne de polisten bir şey öğrenebilmiştim.
Başta öfkeliydim ve hıncımı ailemi katleden kişiden almak istiyordum. Sonra başka bir soru aklıma takılmaya başlamıştı:
Niye bir tek ben sağ kurtulabilmiştim?
O akşama dair son hatırladığım şey arabada çalan şarkıydı.
Neden kardeşim değil, annem değil, babam değil de ben?
Hastanede halam bir elimden, eniştem diğer elimden tutuyordu. Çok kalabalık bir aile değildik. Hayatımda belki bir, belki iki kere gördüğüm akrabalarımız da ziyarete gelmişlerdi. Bir şeyden habersiz, “Neden annemlerin ve Atakan’ın yanında kimse yok? Onlar iyiler mi?” diye sorduğumda halamın hıçkırıklarından almıştım cevabımı ben. Kazaya dair başka bir şey aklımda kalmadığı için bazen kendime kızıyordum.
Sadece arabada çalan şarkı.
Eğer hatırlıyor olsaydım daha mı iyi olurdu ki? Ailemin, küçük kardeşimin öldüğü anı hatırlıyor olsaydım ve her saniyesi zihnimde bir sahne gibi oynuyor olsaydı, hayatıma devam etmem şu andakinden daha zor olmaz mıydı? Kazaya kimin sebebiyet verdiğini bulabilmek uğruna o anı hatırlamak, delil bulmak değer miydi? Ne zaman gülsem, mutlu olsam hemen o kareler aklıma gelirdi ve kendimde bir daha gülümseme hakkını bulamazdım.
Polislerin söylediğine göre ailemin cansız bedenleri arabanın içindeymiş, fakat ben sürünerek arabanın dışına taşıyabilmişim kendimi, yaşıyormuşum. Kırılan bacağımı anın adrenaliniyle hissetmeyip bir şekilde uzaklaşabilmişim enkazdan. Arabadan nasıl çıktığımı hatırlamıyordum. Normal olduğunu söylediler. Travmatik bir olayın ardından geçirdiğim sarsıntılar sebebiyle bunun doğal olduğunu, kendimi arabadan çıkarmamın bile hayatta kalma içgüdüsüyle, bilinçdışı gerçekleştiğini söylediler. Dolayısıyla onları kurtaramadığım için kendimi suçlu hissetmemin hiçbir manası yokmuş, psikologun dediği de bu olmuştu.
Ailemi kurtaracak ette, kemikte, güçte, zekada ve durumda değildim o gün belki ama yine de olanlara bir çözüm bulamamak beni kahretmişti. Şu an daha barışıktım hayatımla. Kendime yüklendiğim konu odağı kaybettiğim ailem değil, hala yanımda olanlara yönelmişti. Halamlara yük olmak, onların evine yerleşmek, yemeklerinden yemek ve masraf çıkarmak… Hepsini ufaktan çözecektim, çözüyordum da. Hayatımı bir an önce yoluna koyup benim için harcadıkları hastane masraflarını da geri ödemek istiyordum.
Gözlerimden bir damla yaş geldiğinde ekranı indirdim ve yatağıma kıvrıldım. Kulaklıklarımı taktım. Kelly Clarkson’dan Because Of You şarkısı kulaklarımı doldururken kendimi yastığa gömdüm. Uyandığımda İpod’umdaki tüm çalma listeleri çoktan bitmişti. Saate baktım. Alarmın normal çalma vaktinden yirmi dört dakika erken uyanmıştım. Daha fazla uyumaya çalışmadım çünkü dün gerçekten çok erken uyuyakalmış olmalıydım. Aldığım duştan sonra dolabımın karşısına geçtiğimde kendime koyu renkler giymem gerektiğini hatırlattım. Bu, dün Atagül Lisesi’ne dair aldığım kararlardan en önemlisiydi. Zaten istemediğim kişilerin ilgisini yeterince çekmiştim, daha da fazla ilgi odağı olup milleti kışkırtmayı göze alamazdım.
Çünkü kendimi biliyordum, susmazdım.
Dolabımdaki siyah kategorisi içler acısıydı. Sadece bir hırka ve bir pantolonum vardı. Geri kalan her şey renkliydi. En yakın zamanda alışverişe çıkmam gerektiğini aklımın bir köşesine not ettikten sonra giyinmeye başladım. Siyah pantolonumu giyip kemer taktıktan sonra üstüme açık pembe, tek omzumu açıkta bırakan bluzu giydim. Normalde böyle kesimi olan bir bluzla hayatta okula gitmezdim ama dün o kızların okula nasıl kıyafetlerle geldiklerini gördükten sonra üstümdekilerin tek bir tanesinin bile sorun çıkarmayacağını düşündüm.
“Ooo erkenciyiz.”
Eniştem normalde ben tam uyandığımda evden çıkıyor olurdu. Akşamları da geç gelirdi. Pek sorup kurcalamıyordum ama polisti ve işinin zorluğu yorgun gözlerinden anlaşılıyordu.
“Günaydın.” Ortalığı kolaçan edip fısıldadım; “Kahvaltıyı ben hazırlayıp halama sürpriz yapmak istiyorum.”
Oyunuma uyup o da sesini alçalttı. “Elini çabuk tut çünkü çoktan uyandı, banyoda,” dedi.
Beş dakika sonra gazetesini katlayıp her zamanki yerine, koltuğun koluna bıraktı. “Başarılar kızım bugün okulda.”
Bana küçüklüğümden beri kızım derdi. Kan bağım baba tarafından halamla olsa da eniştem beni hep kızı gibi gördü. Buraya taşınacağım konusu ise tartışmaya açık olmayan bir savcı kararı gibi uygulanmıştı adeta. Ona borçluydum. Arkasından kapıyı kapatıp mutfağa girdim.
Helin’in kamyonetimsi arabasıyla okula geldiğimizde bahçede gözlerim Demir ve çetesini aradı. Daha önce oturdukları yerde dün çıkışta gördüğüm birkaç çocuk ve iki farklı kız vardı. Cansu veya Demir’den iz yoktu. Belki olmaması daha iyiydi. Nedenini bilmiyordum ama birden içimi kıskançlık kapladı. Nedense bir yerlerde beraber oldukları olasılığı düşündüm. Demir gibi biri daha iyisini bulabilirdi. Tamam, Cansu güzel bir kızdı ama o kadar makyajla herkes güzel görünürdü. Ayrıca her şey dış görünüş de değildi. Demir’in ona yakışan bir kızla birlikte olması gerekiyordu.
Neden Demir’in kiminle beraber olup kiminle olamayacağı hakkında yorumlarda bulunuyordum ki?
Kendi kendime uzun zamandır hiçbir konuda bu kadar gelin güvey olmamıştım. Tamam, hoş buluyor olsam da sonuçta onu sadece yirmi dört saattir tanıyordum. Üstelik henüz bilmiyordum ki biyoloji konusunu konuşmak için onu birkaç ders boyunca bekleyecek olsam da Demir Bey, bugün okulun ilk yarısına teşrif etmeyecekti.
Öğlen teneffüsünde yine Esma, Helin ve Burak’la aynı masada oturdum. Fırsattan yararlanıp “Siz hangi kulüplerdesiniz?” diye sordum onlara. Hem güzel bir konu başlığıydı, hem de Çağatay Abi’ye bildirmek için aktivite seçmek zorundaydım, vakit daralıyordu.
“Biz Esma’yla beraber tiyatro kulübündeyiz. Helin de müzikte,” dedi Burak. Boş bulunup bir anda “Demir hangisinde?” dediğimde üçü de bir anda çiğnemeyi bırakıp bana gülümseyerek baktılar. Tam bir salaktım. Esma “Birileri abayı yakmış ha,” diyerek gülmeye başladığında “On-ondan sormadım. Genel olarak soruyorum yani… Cansu falan. Onlar neredeler demek istemiştim sadece,”dedim.
Lafı çevirmeye çalış sen Güneş.
“Yaa tabii, tabii,” dedi Helin ve sırıtmaya devam etti.
Eskiden böyle boş düşüncelerimi ve duygularımı kendime saklamayı iyi bilirdim fakat son birkaç aydır yaşadıklarımı, ailemi kaybetmemi ve iyileştikten sonra ilk defa tam anlamıyla sosyal bir ortamda bulunuyor olmamı göz önünde bulundurursak sanırım duygularımın ve söylediklerimin kontrolünü henüz geri kazanmamış olmam normal karşılanabilirdi.
“Evet Güneş… Genel olarak sorduğundan eminiz. O yüzden biz de genel olarak cevap verelim; Cansu ve diğer kız çetesi voleybol takımındalar, spor kulübünde yani. İkinci kulüp olarak da bir şey seçmediler,” dedi Esma. “Çağatay Abi bana iki kulüp seçmem gerektiğini söylemişti,” diye hatırladığımda Burak “Bir tanesi zorunlu, diğeri isteğe bağlı,” diyerek açıklama yaptı. Demir’i hâlâ söylememişlerdi. Soran gözlerle Helin’e baktığımda, “Tamam, tamam, sırıtma sarı, Demir basketbol takımında, yani spor kulübünde. İkinci olarak da müzikte,” dedi. Helin ilk olarak basketboldan bahsedinc sadece “Ben sporcuyum, kaslıyım, terlemeyi severim ve kızları etkilerim” karakterli olduğunu düşünmüştüm fakat Demir demek müziği de seviyordu. Pek sanatsal bir yapıya sahipmiş gibi görünmüyordu açıkçası.
“Lütfen spor kulübüne gitmeyeceğini söyle, intihar olur,” dedi Burak. “… Okuldaki hanım kızlarımızı Demir’e kaptıymaya alışkınız ama spor kulübüne değil… Bunu kaldıramayabiliriz ekipçe.”
Gülümsedim, artık karşı çıkmayacaktım. Anlaşıldıysa anlaşılmıştı. “Hayır, merak etme. Kazadan sonra bacağım üç yerden kırılmıştı, anlayacağınız bazı şeylerden uzak duruyorum. Açıkçası spor yapmak, her ne kadar iyileşmişsem de, hiç parlak bir fikir gibi gelmiyor şu an,” dedim.
“Kaza mı?” diye sorarak bana döndü Helin.
Bunun geleceğini tahmin etmemiştim işte.
Anlatmak beni kırsa da eskisi kadar güç değildi artık. “Birkaç ay önce ailemle trafik kazası geçirdik. Annemi, babamı ve kardeşimi kaybettim,” dedim. Sesim cümlenin sonuna doğru alçalmıştı. Elbette şimdi hemen ağlayacak değildim. İnsan onu ağlatan ve üzen şeyi ne kadar fazla kez söylerse ve içini ne kadar dökerse o kadar rahatlıyordu. Böylece ileride o şeyi hatırlarken eskisi kadar etkilenmiyordu. Sadece eskiden her hatırladığında hissettiği acıyı aynı yerde hissediyordu, o kadar ama insanoğlu şanslıydı ki ağlamak, zamanla üstesinden gelinebilecek bir şeydi. Sanırım bu konuda artık uzmandım.
Esma masanın üstünden elimi tuttu. “Biz… Biz çok üzgünüz. Bilmiyorduk,” dedi. Burak da “Şimdi kiminle kalıyorsun?” diye sordu. Orada başlayan sohbetle öğle arası nasıl geçti bilmiyorum ama hızlı bitmişti. Helin’i zaten arabadayken tanımaya başlamıştım, Esma ve Burak’la da aynı sınıftaydım. Gittikçe onlara yakın olduğumu hissediyordum lakin eski okulumda yaptığım hataları burada yapmayacaktım. Ben çok farklı açılardan, çok değişmiştim. Hemen her tanıştığım insana güvenmeyecektim. Dostum dediğim insanların gerçek yüzlerini bir kere görmüştüm ve tekrar aynı şeyi yaşamak istemiyordum. Bu yüzden her ne kadar Helin’i, Esma’yı ve Burak’ı hemen kendime yakın hissedip onlara ısınsam da yine de bir süre daha gözlerimi kapatmayacaktım.
Öğleden sonraki ilk dersin ortasında biri kapıyı çalıp içeri girdi. Hocaya hiç aldırış etmeden yerine, yani yanıma doğru yürümeye başladı. Öğretmen “Neredeydin Demir?” diye sorduğunda “Spor Kulübü toplantısı vardı,” diye yanıtladı ilk duyduğum andan itibaren kulaklarımdan silinmeyen ses. Demir siyaha yakın renkteki kot pantolonu, siyah deri ceketinin içinden görünen bir ton farklı koyuluktaki siyah tişörtü ile tek kelimeyle harika görünüyordu. Siyah saçlarında hiç düzeltilmemiş, umursanmamış havası vardı ve nedense bu, onu on kat daha seksi gösteriyordu. Benden yaklaşık beş santim daha uzun olan öğretmenin yanında iki metrelik bir basketbolcu gibi durmuştu sınıfa ilk girdiğinde. Dolayısıyla toplantı olduğunu söylüyorsa ve bu toplantı Spor Kulübü’nünse, inanabilirdim. Bana doğru yürürken mavi gözlerini benden bir saniye bile ayırmamıştı. Hoca “Evet, ders defterinde gördüm, dört saat mi sürdü?” diye sorduğunda o, çoktan yanıma oturmuştu. “Ne diyeyim, bu yıl da şampiyon olmayı planlıyoruz. Her alanda,” diyerek cevapladı.
Siyah kapaklı defterini çıkarttı. Harika, defteri bile siyahtı. Öğretmen “Geçen yıl derslere her geç kaldığında da bu bahaneyi söylüyordun Demir. Bir daha olmasın,” dedi. Yeni duş almış olmalıydı, tertemiz ve muhteşem, adını bilmediğim bir erkek kolonyası kokuyordu. Sanki sahildeymişim gibi hissettiriyordu bana. Soğuk, rüzgarında hırkamı aratacak bir esinti gibi. “Bana boş boş bakmaya devam mı edeceksin sarı yoksa söyleyeceğin yine absürd bir şey mi var?” dediğinde bunun kaçıncı rezil oluşum olduğunu merak ettim. “Şey.. Ben.. Hoş geldin,” diye geveledikten sonra dilimi ısırdım.
Hoş mu geldin?
HOŞ GELDİN Mİ DEDİM BEN AZ ÖNCE?
Böyle saçma sapan konuşmalarım da nereden çıkmıştı? Üstelik Demir’e bu pozitif karşılama da neyin nesiydi? Çenemi kapatmalıydım. “Tamam. Önüne dön, ders var,” diyerek bana karşılık verdi. Net ve kesin konuşuyordu. Defterini açtı ve bir ton karalamalarla dolu sayfaları geçip boş bulabildiği ilk sayfada durdu. “Hoş bulduk” veya “sana da merhaba” tarzı bir şey söyleyemez miydi? Neden bir insan daha yeni tanıştığı birine nedensiz yere kötü davranırdı? “Neredeydin?” diye sorduğumda “Toplantıda. Dikkatsiz olduğun kadar sağır mısın?” diye karşılık verdi. Düne göre gelişme vardı aslında, dün sorularıma hiç cevap vermezdi ama bugün yanıtlıyor olmasının sebebi sesinden anlaşılıyordu; bir an önce sorularımdan kurtulmaya uğraşıyordu. Yine de bilerek bana istediği izlenimi veriyordu ama sırf tüm bu ağır çocuk havaları beni sinir ettiği için bile konuşmaya devam edebilirdim. O dişliyse, ben de dişliydim. “Bence ikimiz de gerçekten toplantı falan olmadığını biliyoruz,” diyerek ona merak ettiğimi, aynı zamanda konuşmaktan kolay kolay pes etmeyeceğimi belli ettim.
“Tamam, dikkatsiz değilmişsin. Şimdi sus ve önüne dön, dersi dinliyorum,” dedi.
Emir cümleleri hoşuma gitmiyordu ama derste olduğumuz da doğruydu. Ne desem bilemedim. Neden hâlâ ısrarla, bu son derece kaba ve kendini beğenmiş erkeğin benim sorularıma cevap vereceğini sanıyordum ki? Daha da önemlisi, neden bana cevap vermesini istiyordum? Önüme döndüm. Derse konsantre olmaya çalıştım. O yanımda otururken ve bana o kadar yakınken konsantre olamazdım. Dersin sonlarına doğru öğretmen, “… Tamam, ilk günler daha. Bugünlük bu kadar yeter. Serbestsiniz,” dediğinde Demir’in sohbet açmasını bekledim ama o sadece elindeki telefona bakıyordu artık. Telefonu da siyahtı.
“Hiç renkli bir şeyin yok mu senin?” diye sordum.
“Hayatımda renge ihtiyacım yok,” diye cevapladı ses tonunun kızlar üstündeki etkisini bilmiyormuş gibi normal bir şekilde.
Bir insanın nasıl renge ihtiyacı olmazdı ki?
“Gözlerin öyle demiyor ama,” diye karşılık verdiğimde bana dönüp baktı ve dudakları aralandı. Başta söylediğim şeye hayran kalmış gibi bir hali vardı fakat daha sonrasında aslında o ifadesinin şaşkınlıktan kaynaklandığını anladım.
Doğruca gözlerime bakıyordu, birkaç saniye sonra bakışlarını tekrar önüne çevirdi. Mavi gözlerine ilk defa bu kadar uzun ve yakından bakabilmiştim. Neden bunun bana bahşedilen bir hediye gibi olduğunu hissediyordum? Bir cevap vermesini veya herhangi başka bir şey söylemesini bekledim. Zilin çalmasına çok az kalmıştı, bir daha onunla konuşma şansını bulamayacağımı düşünerek “Biyoloji projesini konuşmalıyız,” dedim.
Biraz bekledi, bakışlarını önce yere eğip sonra tekrar ileriye doğrulttu. Sakin bir ses tonuyla “Ahh evet o vardı, di mi? Uğraşacak daha çok şey,” dedi.
“Alt tarafı bir ödev bu,” diyerek başımıza o kadar da büyük sorun açmayacağını belli etmek istediğimde bana “Ben senden bahsediyordum Güneş,” diye karşılık verdi.
Verdiği ters cevap yerine Pollyannacılık oynayıp, adımı hatırlıyor olmasını ön plana çıkardım. Söylediğimde tabii ki hafızasına kazıyacağından bir şekilde emindim, dışarıya gösterdiğinden çok daha zeki ve dolu biriydi Demir ama hatırladığını bana asla göstermeyeceğine and içebilirdim. Bir anda “Bugün okul çıkışında benimle geliyorsun. Alışveriş yapacağız,” dediğinde söylediği şeye anlam veremedim. “Alışveriş mi?” diye sorduğumda sıkılmış olduğunu belli ederek bana doğru baktı. “Proje ödevi için yan yana gözükmemizin gerekebileceği vakitler olacaktır, yanımda dolaşacaksan böyle saçma kıyafetler giymene müsaade edemem,” dedi.
Resmen hakaret ediyordu. “Söylediklerine dikkat et Demir,” dedim.
“Sana adımı söylediğimi hatırlamıyorum sarı,” diye karşılık verdiğinde, Helin’lere onun hakkında sorular sorduğumu anlamaması için “Benimle alakası yok, fazla tanınan bir kişisin buralarda anlaşılan,” dedim. “Evet, öyleyim,” diyerek megalomanlığını tekrar gösterdiğinde hemen “Ya… aslında düşündüm de ondan değil. Az önce öğretmen de söylemişti. Herhalde oradan aklımda kalmış olmalı,” dedim. Keşke bunu söylemek daha önceden aklıma gelseydi de verdiğim ilk cevap yerine bunu söylemiş olsaydım. İşte, insan düşünmeden konuşunca pişman oluyordu! Lanet olsun.
O beni hiç takmazken neden ben cevap yetiştirmek konusunda kendimi sorumlu hissediyordum? Çok saçmaydı. Zil çaldı ve sınıfın yarısıyla birlikte Demir de sınıftan çıktı. Benim gibi onun gidişini izleyen en az altı kız saymıştım. Ayağa kalktım ve Esma ile Burak’ın oturduğu sıranın önündeki sıraya geçtim. O sırada Helin bizim sınıfa girdi. Gülümsedi ve ardından yanıma oturdu. Unutmadan haber vermem gerekiyordu:
“Helin, çıkışta ben Demir’le gidiyorum, yani bugünlük beni bırakman gerekmeyecek.”
Üçünün de aynı anda gözleri kocaman açılmıştı.
“Ne?” Helin gerçekten ismi yanlış duymuş olabileceğini sorguluyordu.
“Oha! Sen kim dedin! Demir mi!?” diyen Esma, ilk konuşabilen kişi olmuştu.
Burak “Derste konuştuğunuzu görmüştüm ama epey umursamaz görünüyordu. Sana çıkma mı teklif etti, veya başka bir şey..?” diye sorduğunda “Hayır, biyoloji projesini hazırlarken yanında benim gibi aptal giyinen birinin olmasını istemiyormuş sadece. Beni alışverişe götürecekmiş,” diyerek aslında bana ilgi göstermediğini, aksine beni aşağıladığını açıkladım. Bu arada, bu üçlünün Arda ile tanışsa ne kadar iyi anlaşacağını düşünmeden de edemiyordum.
Helin “Aptal giyinen mi dedi gerçekten?” diye teyit etmek istedi.
“Aptal ya da saçma gibi bir şey söyledi.”
“İkisi arasında çok fark var, hangisi?” Esma detaycıydı.
“Saçma giyinen dedi, neyse çok önemli değil, takılmadım. Huylu huyundan vazgeçmiyor işte. Abuk sabuk konuşuyor.”
Burak bizi durdurdu. “Eğer aptal dediyse ayıp etmiş ama saçma dediyse biraz bunu masaya yatıralım derim. Esma haklı. Okulda açık renk giyinerek çok dikkat çekiyorsun, dün de konuşmuştuk bunu. Belki ondan bahsediyordur.”
Helin ayağa kalktı. “Onu bunu bıraksanıza! Kızım, eğer Cansu Demir’in seni alışverişe götüreceğini öğrenirse deliye döner!”
Cansu’nun Demir’den hoşlanıyor olması, toplum tarafından bilinen bir gerçekti anladığım kadarıyla.
Esma “İyi olur bence, gebersin,” dedi gülümseyerek. Cansu’nun bizimkilere kötü bir şey yaptığını sanmıyordum ama gerçekten genel olarak hiçbir şey yapmasa da sinir olunacak bir kızdı. Burak “Çok ayıp,” dedi ve ardından Esma’yı yanağından öptü. Sonra bana “Yalnız seni uyarmalıyız. Verdiği hiçbir içeceği içme, evine gitme veya onu evine sokma,” diye Demir Dersleri verdi. Başta espri yaptığını sanmıştım ama bakışlarındaki ciddiyet değişmeyince gerçekten söylediği her şeyi kastettiğini anladım.
Helin’e dönerek “Sizce cidden amacı ne olabilir?” diye sorduğumda hâlâ Demir’i tanımaya çalışıyor olduğumu fark ettim. Çocuk geldiğinden beri bana pas vermemek ve pas verdiği nadir anlarda ise sürekli üste çıkmak dışında başka hiçbir şey yapmamıştı fakat ben yine de ısrarla onun mavi gözlerini bir kez daha görebilmek için oturduğu yerden bana dönmesini, benimle konuşmasını istiyordum. Kısaca buradaki diğer tüm kızlar gibi ben de onun ilgisini istiyordum. Bu oyuna ben de düşmüştüm.
Burak net bir şekilde “Senin de kalbini kırmak istiyordur. Belki hoşuna gitmişsindir,” dediğinde onu “Hiç sanmıyorum, benimle zar zor konuşuyor. İlgileniyor olsaydı konuşmaya çalışırdı,” diyerek cevapladım.
“İşte senin farkın bu. Demir o popüler çetesi dışında kimseyle konuşmaz. Zaten kimse de onunla konuşmaya cesaret edemez,” dedi Helin. Çeteye dair genelde net bilgilere sahipti. Aslında şöyle bir alıcı gözle baktığımda Helin’in tarzı ve güçlü duruşuyla kolayca onlardan biri olabileceğini düşünüyordum. Sormak istedim. Lafı ağzıma tıktı. “Cansu gibi fırsatçılarla arkadaş olacağıma yalnız başıma, ıssız bir adada can veririm daha iyi.”
Teneffüs bitip ders başladığında gelip yanıma oturacak olan siyah deri ceketli çocuğu bekledim ama gelmedi. Sonraki üç derste de tüm bekleyişlerim boşa çıkmıştı.
Listemi hazırlamış, sosyal aktivite seçimlerimi bildirmek için müdür odasına doğru ilerliyordum. Yolda Çağatay Abi ile karşılaştım. “Sosyal aktivitemi seçtim. Kağıdı size verebilir miyim?”
Elindeki telefondan başını kaldırdı, kim olduğumu hatırladıktan sonra adımı söyledi.
“Hoş geldin Güneş. Ben de tam çıkıyordum, iyi yakaladın. Gel beraber yürüyelim.” Okulun çıkışına doğru ilerlemeye başladığımızda Helin çoktan gitmişti, diğerlerinin servisleri de hareket ediyordu. Demir’i görmek için başımı bir sağa bir sola çeviriyordum ama yoktu. Beni ekmişti.
Otobüs yolları beni beklerdi. Şaşırmamıştım.
Çağatay Abi, “Öncelikle nasılsın?” diye sorduğunda şaşırdım. Bir soru beklemiyordum. Doğruca seçtiğim aktivitelerin bilgisini verip gitmeyi planlıyordum. “İyiyim, teşekkürler. Ben müziği seçtiğimi söylemek istedim. İkinci olarak da tiyatro.”
“Yaa, ne güzel. Karar verebildiğine sevindim. Şu sıralar o iki kulübü birleştirmekle ilgili çalışmalar konuşuluyor… Belki ortak bir proje yürütülebilir. Neyse, iyi akşamlar Güneş, ben senin adını o kulüplere yazacağım,” dedi samimi bir sesle. Ardından arabasının bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Cep telefonuna bağımlı yaşıyordu. Ne garip adamdı.
Okula son bir kez göz attığımda Demir yoktu. Sadece o popüler çete vardı. Çetenin kalabalığına direkt gözlerimi dikip bakmaya şu an için yemiyordu ama sanıyorum ki bunu yapmak zorundaydım. Demir’i bulma umuduyla tanıdık sima aradım. Cansu’yla göz göze geldim. Açıkçası bana gerçekten, abartmadan, büyütmeden, gerçekten ama gerçekten çok kötü bir şekilde bakıyordu. Ona gülümseyerek el salladığımda gıcık oldu ve arkasını döndü. Sanırım cevap almaya veya tepki görmeye alışkın değildi. Karşısında pısan tiplere alışmış olmalıydı. Otobüs durağına gitmek için kapıdan çıktığımda duvara yaslanmış, sigarasını içmekte olan Demir’i gördüm. Ben daha önce bir veya iki kez sigara içmiştim ama sevmemiştim. Hatta zararlı olması sebebiyle içilen ortamlarda bulunmamaya dikkat ediyordum fakat Demir’i sigara içerken görmek bende sigara içme isteği uyandırıyordu. Herhangi bir sigarayı değil. Onun sigarasını. Şu anda dudaklarının arasında tuttuğu, içine çektiği ve üflediği…
Yutkunduktan sonra ona yaklaştım. “Gittin sanmıştım,” dedim.
Demir, müdürün bindiği arabanın otoparktan çıkışını seyrediyordu.
“Çağatay’ın yanında pek dolanma,” dedi.
“Sadece sosyal aktivitemi söylüyordum,” diyerek kendimi savundum.
“O adamda bir şey var, güvenmiyorum. Uzak dur,” dedi ve konuşmasını bitirmiş oldu.
Konuyu uzatmak istemedim çünkü iyi bir şeyden bahsetmediği yüz ifadesinden ve ses tonundan belliydi. Bu okulu tanımıyordum, tanıyana kadar da esas buralı olanların tavsiyelerine olabildiğince ihtiyaç duyuyordum. “Peki, dikkat ederim,” dedim ve uzatmadım. Zaten zar zor konuşuyordu benimle, konuştuğunda da onu kızdırmak istemiyordum.
Sigarayı yere attı. Üstüne basma zahmetine bile girmedi. “Bu taraftan,” dedi ve yürümeye başladı. O muhteşem sesiyle sabahtan akşama kadar konuşabilirdi, dinlerdim. Cansu’ların, yani yaklaşık sekiz kişiden oluşan çetenin önünden geçip otoparka doğru ilerlerken hepsi bize, Demir’le bana bakıyordu. Göz göze geldiklerim olunca hemen başımı başka yöne çeviriyordum. Onların yanındayken kendimi aykırı biri gibi hissediyordum.
Cansu çok beklemeden yanımızda bitti ve “Demir, tatlım. Nereye gidiyoruz?” diye sordu.
Tatlım mı?
Demir, belki de bu hayatta “tatlım” denebilecek en son tiplerden biriydi.
Helin bana Cansu’nun ne kadar fırsatçı olduğundan bahsederken yalaka olduğundan da bahsetseydi keşke. Demir “Ne yapıyorsanız yapın. Bugünlük bir şey yok,” dedi ve yürümeye devam etti. Ben de onu takip ediyordum. Sanki önemli bir şirketin patronu çalışanlarına emir veriyordu. Asıl şaşırdığım şeyse, bu kadar kişi onun söylediklerine itiraz etmeden uyuyordu. Cansu ondan hiç beklemediğim derecede masum bir sesle “Demir, peki sen bu yeni kızla nereye gidiyorsun?” diye sorarken bense adımlarımı Demir’in hızlı yürüyüşüne uydurmaya çalışıyordum. Demir “Ne zamandan beri ben birine hesap veriyorum Cansu?” dedikten sonra yürüme hızını bozmadan devam etti. Cansu, aldığı cevapla duraksayınca arkamızda kaldı.
Gülümsedim.
İşte zafer. Şah ve mat.
⋇⊶⊰❣⊱⊷⋇ ⋇⊶⊰❣⊱⊷⋇
Instagram, TikTok alyaoztanyel takip etmeyi unutma!