“Bu senin araban mı?”
Gereksiz derecede büyük, oldukça pahalı görünen bir arabanın önündeydik ve rengi yine siyahtı.
Başka ne renk bekliyordum ki?
“Binebilirsin.” Tek kelimelik cümleler hariç iletişim kurmuş muyduk biz hiç? “Kemerini bağla.” Ama bu kadarı da fazlaydı. “Söylesene, hep emretmekten mi hoşlanırsın?”
Cevap vermedi.
Anahtarı çevirdiği anda radyodan The Beatles – Something şarkısı yükselmeye başladı. Yola çıktık. The Beatles’ın en sevdiğim şarkılarından biriydi ve sözlerini ezbere biliyordum. Şarkıya eşlik etmeye başladım. İlk nakarat bittiği zaman Demir şarkıyı kapattı.
“Hey! Niye kapattın?”
“Emretmenin yanında sessizlikten de hoşlanırım Güneş.”
En azından ilk nakaratın sonuna kadar dayanmıştı ve sesime hakaret etmemişti. Bu da Demir Bey için büyük bir gelişmeydi! Geriye iyice yaslanıp dışarıyı izlemeye başladım. Sessizlik içerisinde geçeceğinden emin olduğum yolculuk, beni şaşırtan bu cümleyle tüm tahminleri boşa çıkardı:
“En azından katlanılabilecek bir sesin var.”
Demir’den bir iltifat mıydı bu? Tanıştığımızdan beri ilk defa hoş bir şey söylemişti. Teşekkür etmeme fırsat dahi vermeden “Sen kemerini bağlamadın mı?” diye sordu. Çok sert bir çıkıştı. Tekrar hoş gelmişti kaba Demir. Arabayı kenara çekti. “Niye durduk?” diye sorduğumda, “Sen o kemeri bağlamadan hareket etmiyoruz,” dedi. Kaza yaptığımız zaman kardeşimin kemeri bağlıydı, anneminki de, babamınki de, benimki de ama bu onları kaybetmeme engel olmamıştı. Bu yüzden artık o kadar da çok takmıyordum. Düşüncemin yanlış olduğunun da farkındaydım. Konuyu daha fazla uzatmak istemedim. “Tamam tamam bağlıyorum,” dedim ve kemerimi bağladım. Bana ilk defa güzel bir şey söylemişken tekrar saçmalamasını istemiyordum. Yola devam ettik. Buraları pek bilmiyordum. Halamlara taşındıktan sonra çok gezmemiştim. İlk ay hastanede kaldığımı, birkaç ay da evden çıkamadığımı düşünürsek bu normaldi. Geriye kalan günlerde da hafta sonları garson olarak halamın evine, yani artık benim de evime, yakın olan, Arda’nın babasının kafesinde çalışıyordum. En başta çalışmama izin vermemişlerdi fakat daha sonra ancak çalışırsam kendimi iyi hissedeceğimi söylediğimde izin vermek durumunda kalmışlardı.
Yolun kalanı sessiz geçti. Arabayı iyi kullanıyordu ama yanında biri olmadığında çok daha hızlı kullandığı belli oluyordu, hızlandığını fark ettiği anlarda kasıtlı olarak yavaşlamaya çalışmıştı. Geldiğimiz yer bir alışveriş merkezi değildi. Açık bir alanda, bir sürü yan yana dizayn edilmiş sokak vardı. Hepsi ışık ışıl dükkânlarla doluydu. Buraya hiç gelmemiştim. Zaten epey pahalı bir yere benziyordu. Demir’in ne kadar parası olduğunu merak ettim. Çalışıyor muydu? Ailesi varlıklı mıydı? Arabanın değerinin fazla olduğu tahminini yürüttükten sonra son düşüncemin haklılık payından yana oy kullandım. “Burası neresi?” diye sorduğumda bana bakmadan “Güzel prensesimize yer de beğendiremiyoruz,” dedi. Alaycı bir ifadesi vardı. Beni yanlış tanımasını istemiyordum. Güzel prensesmiş… Çok komik.
“Beni takip et,” dedi ve önden yürümeye başladı. Neden bu kadar hızlı yürümek zorundaydı? Onun hızına yetişmeye çalışırken birden bacağıma kramp girdi ve yere düştüm. “Si-” küfür edecekken son anda kendimi durdurdum. Benden pek fazla küfür duyamazdınız. Hatta arkadaşlarım, daha doğrusu eskiden arkadaşım dediklerim, benden küfür duydukları zamanlarda şaşırıp “Güneş küfür etti, duydunuz mu?” diye şakasını yaparlardı. Alçının ve iki aylık fizik tedavinin ardından doktorum bacağımın tamamen iyileştiğini, sadece birkaç ay daha zorlamamam gerektiğini söylemişti. Ona yetişmek için bu kadar çaba sarf etmemeliydim. Demir ben düşünce çıkan sesi duyup arkasını döndü. Yerde olduğumu gördü.
“Hey n’oldu? İyi misin?” diye sordu. Cevap vermedim ve bacağımın üstünde elimi gezdirmeye devam ettim. Ben daha ne olduğunu anlamadan Demir beni kucağına alıp banka oturtmuştu.
“Söylesene, sen düz yolda bile yürüyemiyor musun?” diye bana çıkıştığında “Kapat çeneni Demir! Fizik tedaviden sonra en büyük hobimin yürüyüş olduğu söylenemez,” dedim. Yere düşüp ona karşı rezil dahi olamazdım. Bacağımdan da, iyileşen kırıklarımdan da utanmıyordum. Ne yapabilirdim? Üstelik düşmem onun suçuydu. Bana birkaç saniye verirse kendime gelip yeniden ayağa kalkacaktım.
Bacağımı ovalamayı bırakıp yüzüne baktığımda mavi gözlerinin bana kitlendiğini gördüm. Elini saçlarının arasından geçirdi. “Bilsem yavaş yürürdük,” dedi.
“Şimdi de benim suçum mu yani sana hasta kayıtlarımı alışverişe çıkmadan önce sunmamış olmak?”
“Öyle demek istemedim.”
“Ya Demir, ne demek istedin?”
Birkaç saniye bekledi. İyi olmadığımı görüyordu. “Daha yavaş yürüyelim,” dedi ve o da banka oturdu. Bacağımdaki ağrı beş dakika sonra geçmişti. Çok da ciddi bir şey değildi. Birkaç kere daha yaşamıştım. “Tamam, devam edebiliriz,” dedim.
“Emin misin?”
Demir gerçekten endişelenmiş miydi? Bütün o “ben kötü biriyim, benden uzak durun” gotik tavırlarının altında aslında gerçekten düşünceli bir insan olabilir miydi? İşte bu soruların cevabını almak için ölüyordum ama daha sadece iki gün önce hayatımda ilk defa gördüğüm bu mavi gözlü, egoist çocuk hakkında bu kadar çok şeyi öğrenmek istiyor oluşum bana hem saçma hem de ilginç geliyordu.
“Bu dükkân,” dedi. Karşılık vermeden içeri girdim. Büyük bir yerdi. Bir duvarda her renk ve modelde elektro gitar ve bas gitar çeşitleri varken öbür duvar boyunca da kıyafetler yer alıyordu. Üstümdeki şeker pembesi bluzla böyle bir mekana girince kendimden utanmıştım. Biraz punk ve farklı bir yerdi. İçerideki herkes “bu küçük kızın burada ne işi var” bakışlarıyla beni inceliyordu. Oradaki diğer kızların aksine yüzümdeki sıfır makyaj ve doğal sarı saçlarımla dikkat çekiyordum. Her birinin saç rengi farklıydı; yeşil, mor, lacivert… Demir’in neden beni alışverişe getirdiğini anlamıştım. Bizim okuldan biri olmak için, bizim okuldan biri gibi giyinmem gerekiyordu. İnsanların bakışlarından rahatsız olduğumu dışarıya belli ediyor muyum diye merak ederken Demir’in güzel, saçlarını siyah ve kırmızıya boyatmış, boynunda ejderha dövmesi olan bir kızın yanına gittiğini gördüm. Başta sanki Demir buraya benimle geldi diye sevgilimmiş gibi kıskançlık hissetsem de daha sonra kızın üstündeki tişörtten orada çalıştığını anladım. Ne yapıyordu? Gülüyorlar mıydı? Kız parmak ucuna kalkıp Demir’in kulağına bir şeyler fısıldarken aynı zamanda elini Demir’in kolunda dolaştırıyordu. Demir hiç şikâyeti yokmuş gibi öylece duruyor, kızı dinliyordu. Halinden memnundu. Çıldırmak üzereydim. Resmen beni unutmuştu ve o kızla flörtleşiyordu.
Tek başıma mağazanın girişinde beklememin bir alemi yoktu. İnsanların bana garip garip bakmalarına bir son vermek için onların yanına gittim.
“Ah, ben de Güneş. Buraya Demir’le beraber geldim,” dedim. Madem beni tanıştırmayacaktı, ben kendim yapardım. Hayatımda hiçkimsenin beni biriyle tanıştırmasına ihtiyacım yoktu. Tokalaşmak için elimi uzattım. Salak olmayan her insan bunun “Onunla birlikte gelmiş olan kişi benim, sen değilsin ve takdim etmesine ihtiyacım yok,” sinyali olduğunu anlardı. Kız elime baktı, gözlerini devirdikten sonra Demir’e son kez gülümseyip gitti. “Tanıyor muydun?” diye sorarken Demir sözümü kesip bana “Güneş, soru sormasak mı?” dedi ve sonra bana bakmadan dükkânın arka tarafına, az önceki kızın gittiği tarafa doğru yürümeye başladı. Onu takip ettim. “Sana bir soru sordum,” dedim. “Bir değil, yüz tane sordun,” dedikten sonra pantolonunun arka cebinden telefonunu çıkardı ve bir şeyler yazmaya başladı.
“Bir tane sordum.”
“Ama arkasında yüz farklı varyasyonu da yatıyordu.”
Hazır cevaplılığımla yeni bir yanıt vermek için ağzımı açtım ama diyecek hiçbir şey bulamadım. Evet, bir bakıma haklıydı. Cevaplamayacağını bildiğim halde yine sorularla ona geliyordum. Gözüm birden boynundaki zincire kaydı. Kolye değildi çünkü zincir kalın ve uzundu. Belki künye olabilirdi, ama sormadım. Koç burcuydum ve fazla meraklı ve inatçı olabiliyordum. “Bari şunu cevapla, sevgilin miydi o?” Kelime yağmurumdan kaçmak için uzaklaşmaya başladı. Kollarımı kucağımda birleştirip ona bakarak beklemeye başladım. Arkasından gelmediğimi fark ettiği anda geri döndü ve yanıma hızlı adımlarla geldi. Telefonunu tekrar cebine soktu. “Bana bak sarı, benim sevgilim olmaz. Cevabını aldın mı? Şimdi sen bize daha fazla vakit kaybettirmeden bir an önce buradaki işimizi halledip çıkabilir miyiz? Lütfen?” dedi.
Benim sevgilim olmaz da neyin nesiydi? Evet, Burak’lar bahsetmişti. Cansu da neredeyse her gün Demir’in etrafındaydı ama sevgilisi değildi, öyle mi? Dükkandaki kız da resmen Demir’in üstüne düşmüştü ve o da hiçkimseydi yani? Kız, elinde bir sürü kıyafetle bize doğru geldi. Soyunma kabinlerinin olduğu yer, yani dükkânın en arka tarafları bomboştu. Herkes ön taraftaki gitarlarla ilgileniyordu. Kabinlerin önünde iki tane büyük tek kişilik koltuk vardı. Demir onlardan birine oturdu. Ben de çantamı onun yanındaki diğer koltuğa bıraktım.
“Bu dükkândan sana ancak bu kadarcık şey çıkıyor güzelim,” dedi ve arkasını dönüp gitti.
Tarzımın veya görüntümün bu punk koleksiyonlarına yakışmayacağı konusunda hemfikir olabilirdik. Belki de Demir’le geldiğim için kıskanmıştı. Her türlü ihtimalde dediği şey çok saçmaydı. Resmen beni aşağılamıştı. Demir’e soran gözlerle baktığımda bana “Haksız değil,” dedi ve gülümsedi.
Saçma esprilerine aldırış etmedim. İlk defa onu gülümserken görmüştüm. Dişleri çok güzeldi. Bembeyaz olan teni saçlarıyla muhteşem bir uyum içindeydi ve kıyafetlerinin aksine gözlerinin maviliği görenlere onun ulaşılmaz biri olduğunu hissettirmeye yetiyordu. Onu pek tanımadığım ve kendi hakkında dünyadaki diğer insanlar gibi pek açık vermediği için tam anlamıyla betimleyemiyordum, hep aynı fiziksel özelliklerinden bahsedebiliyordum. Ancak bu aynı fiziksel özelliklerin nasıl olup da ona her baktığımda bende farklı hisler uyandırdığını çözemiyordum. Her kız tabii ki onun kız arkadaşı olmak isterdi. Belki… ben de isterdim, yani en azından daha insancıl biri olsaydı. Hiçbir şey sadece dış görünüş ile bitmiyordu.
Hemen soyunma kabinine girdim. Kıyafetleri astıktan sonra tek tek denemeye başladım. Bir siyah etek, beyaz zemin üstüne siyah yazıları olan askılı bir bluz, siyah bir tayt… Kısacası Atagül Lisesi’nde bu iki günde çektiğim kadar ilgi çekmeyeceğim kıyafetlerdi bunlar. Demir, “Seni sonsuza dek bekleyemem yeni kız. Bu arada sıkılıp telefonunu karıştırdım ve son derece sıkıcı olduğu için bana biyoloji ödevini hatırlattı. Numaramı kaydettim. Yazarsın,” diye seslendiğinde perdeyi açıp dışarı çıktım. Koltukta yayılmış bir şekilde oturuyordu. Ceketini çıkartmıştı. Kollarındaki kaslar dar ve kısa kollu olan tişörtten dolayı fazlasıyla belli oluyordu. Gözlerimin oraya kaymaması gerekiyordu, bu yüzden kendime farklı bir odak noktası arayıp koltuğun üstündeki deseni incelemeye başladım. Tamam, birinden hoşlandığım zamanlar tabii ki oluyordu ama hiç bu kadar belli etmemek için savaş verdiğimi hatırlamıyordum.
“Etekle beraber birazcık bir şeye benzemişsin,” dediğinde bacaklarımdaki tüyleri okul açılmadan bir gün önce aldığım için kendimle gurur duydum. “Her denediğim kıyafeti sana göstermek zorunda mıyım?”diye sordum. “Evet,” diye cevap verdi ve kollarını göğsünde birleştirdi. Hâlâ eteğime ve bacaklarıma bakıyordu. “Kendimi açık büfedeki bir yemek gibi hissediyorum,” dediğimde gözleri gözlerimi buldu ve “Bu etek güzel. Alıyoruz. Çıkarabilirsin,” dedi. En azından artık yüzüme bakıyordu. Daha az utanabilirdim. “Fazla kısa değil mi sence?”diye sordum. Aslında kısa değildi, yani bizim okulda giyilenlere göre daha uzun bile sayılabilirdi, dizimden bir karış yukarıdaydı. Normalde çok sık etek giymediğim için bana fazla çıplakmışım gibi geliyordu. “Değil. İçine çorap giyersin. Neydi o araları boşluklu olanlar falan vardı, onu da giyiyor kızlar.”
“Moda bilgin beni şaşırtıyor.”
“Daha farklı konulardaki bilgilerim de seni şaşırtabilir.”
“Yavaş gelelim lütfen.”
“Sanat, spor, kültürden bahsediyordum sarı. Ters şeyler anlayan sensin.”
“Şüphelenmek için yeterli sebep vardı.”
“Zihin okuyabilmeyi işin ustalarına bırakabilir miyiz? Ne o öyle şüphelenmek falan, hala vakit kaybediyoruz.”
Her giydiğime ayrı bir laf etti. Arada yakışmadığı düşündüğü parçalar olduğunda lafını esirgemedi tabii. Son denediğim taytı da çıkardıktan sonra kendi pantolonumu giydim. Tam üstümdeki bluzu da kumaşına zarar vermeden başımın üstüne taşırken Demir’in sesini fazla yakından duydum.
“Bunu da denemeni istiyorum.” Kırmızı ve siyah renklerden oluşan, aşırı derecede seksi bir sutyeni elinde tutuyordu. Perdenin birazını açmıştı. “Sen deli misin?! Çık burdan! Denemiyorum bile!” dedim. Onu itince dışarı çıkmak zorunda kaldı. Olgunluğu ve samimiyeti farklı bir noktada harmanlanmıştı az önce. Çocuğa soğuk biri olduğunu söyledikçe aslında tam tersini de ispatlamıyor değildi. Okuldaki haliyle ikili kaldığımızdaki hali farklı gibiydi.
Kabinin perdesini araladığı için ona başta kızmış olsam da Demir’in tepkileri son derece normaldi. Bir doygunluğu vardı. Ne vücuduma ne de çıplaklığıma odaklanmıştı. Yalnızca denememi istediği şeyi göstermek için girip çıkmıştı fakat yine de şunu bilmeliydi ki ben onun tanıdığı kızlardan değildim. İstediği kadar burada çalışan o kızla veya Cansu gibilerle takılabilirdi, ama ben öyle değildim. Henüz onda beni rahatsız eden ve etmeyen şeylerin ne olduğuna tam olarak parmak basamıyor olsam da bilmesini istediğim ilk gerçek buydu.
Kasadayken “Alıyoruz. Hepsini. Bu dahil,” diyerek sutyeni de dahil ettirdi, oysa sinirlenip denememiştim bile. “Hey! Giymem onu. Ayrıca, belki bedenim tutmayacak?” diye sorup almaması için çabalarken bana “Tahmin etmek zor değil, sonuçta sporcu gözlerimiz var. İyi ölçüp tahmin edebiliyoruz bazı şeyleri,” dedi. Omzuna vurduğumda o sadece güldü. Sinirlenerek dışarı çıktım. Bu okulun insanlarının konuşma tarzı buysa eğer; Burak, Esma ve Helin’i bulabildiğim için şanslıydım. Çok rahatlardı. Bu kadar rahatlığa gelemiyordum.
Paketlerle dışarı çıkarken arkadan o kız “Demir! Kendini özletme!” diye seslenmişti. Dükkânın dışından bile duyulmuştu sesi. Özletmeymiş! Ha! Ne diyordu Burak’lar: Fırsatçı. Ben onun cümlesini alaycı bir şekilde tekrar ederken Demir gelmişti. “Çok iyisin, tiyatro kulübüne falan katılsana sen, belki tüm bu yeteneklerin bir işe yarar,” dedi. Neden her şeyimle dalga geçtiğini aslında anlamak zor değildi ama asla emin olamıyordum. Başka iletişim yolu bilmediği için mi böyle alaycı bir tavır takınıyordu?
Gösterdiğinin arkasında çok ama çok daha farklı birinin yattığından nedense emindim. Tek bildiği sohbet metodunun bu olduğuna inanmak istemiyordum. Ya rolüne çok iyi bürünmüş bir askerdi, ya da tahmin ettiğim kadar derin biri değildi. Hayal kırıklığına uğrar mıydım? Açıkçası biraz. Her ne kadar tam bir hüsrana uğramak için gereken vakti birlikte geçirmemiş olsak da hissettiğim bazı güçlü şeyler vardı. Haklı çıkmak beni iyi hissettirirdi. Gözümdeki yerinin düşmesini hiç ama hiç istemezdim.
Demir’in söylediği iki dükkâna daha baktık ve her seferinde Demir ne isterse o alındı. Ben artık konuşmayı, ödemeyi önermeyi bile bırakmıştım. Her seferinde kıyafetleri benim için değil kendisinin dış dünyaya olan görünümü için aldığını belirtse de içime sinmemişti bu durum. Otoparka doğru yürümeye başladığımızda karşımızdan dört kişilik bir erkek grubu geliyordu. Bizden biraz büyüktüler. Önüme bakarak yürümeye devam ettiğimde arada “sarışın” diye birkaç kez bana seslendiklerini duydum. Demir üstündeki siyah deri ceketi çıkararak “Giy,” dedi. Hırkamı arabada bırakmıştım ve üşümüyordum. “Neden giyiyormuşum?” diye sorduğumda sadece “Güneş, abuk sabuk heriflerle beni muhattap etme lütfen, giy, arabaya bineceğiz zaten birazdan. Çıkarırsın,” diyerek cevap verdi. Ona karşı çıkmaya o kadar alışmıştım ki söylediği şeyleri herhangi bir filtreden geçirmeden parlamaya başladığımı fark ettirmişti bu olay. Bana büyük gelen ceketi önce sol kolumdan geçirdim. Onun gibi kokuyordu. Bana bağırmasına gerek yoktu. Üzülüyordum. Bana her bağırdığında veya bir şey emrettiğinde içten içe kırılıyordum ama ondan çok kendime kızıyordum. İki gün önce tanıştığım birinin her ağzından çıkan beni bu kadar etkilememeliydi. Belki de Demir’in manipülasyon tekniği bu şekildeydi. İnsanları onun düşüncesine ve onayına bağımlı hale getirmek için soğuk, umursamaz ve lider şekilde gösteriyordu kendisini.
İşte, çözmek istediğim sır buydu; yalnızca bir görüntü müydü yoksa arkası gerçekten dolu muydu?
Arabaya bindik. Yaklaşık on beş dakika geçmişti ve hâlâ tek kelime konuşmamıştık. Sonunda birinin sessizliği bozması gerekiyordu öyle değil mi?
“Bana aldığın şeyler için teşekkür ederim, ama çok şey aldık, daha doğrusu sen aldın… Bir problem yaratmasını istemem ailene karşı, umuyorum yeterli miktarda paran vardır,” dedim ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Bunu sormayacaktım ki ben! Bu konu böyle mi sorulurdu? “Evet.” Demir net konuşan biriydi. Lafı ağzında gevelemiyordu. Ne istiyorsa söylemekten çekinmezdi, söylerdi ve istediğini alırdı. Sanırım şimdilik onun hakkında ulaştığım en doğru yargı buydu.
Telefonu çalmaya başladı. Direksiyonu sağ eliyle tutup sol eliyle cebinden telefonunu çıkardı. “Ne var Cansu?”
İşler şimdi ilginçleşiyordu.
Gözlerimi camdan dışarıya verip kulaklarımı ise tam dikkat telefona diktim.
“… ya evet ya da hayır. Seni ilgilendirmiyor. Ne var söyleyecek misin?” diye sorduğunda Cansu’nun Demir’e ne sorduğunu tahmin etmeye çalıştım. Cansu, Demir’e benimle olup olmadığını mı sormuştu? Kıskanıyordu. Okuldan çıkarken de aynısını sormuştu. Cansu, Demir’in eski sevgilisi olabilir miydi? Bunun cevabını öğrenmek istesem bile Demir’den bir yanıt alabileceğimi sanmıyordum. “Cansu, ağlamayı kes ve büyü artık. Ben senin annen değilim, baban değilim. Hiçkimsenim. Beni rahat bırak.”
Telefondaki ağlama sesini duyabiliyordum. Kesinlikle bir geçmişleri vardı. Kendimi çok rahatsız hissettim ve sinirden yumruklarımı sıktım ama asıl şaşırmam gereken Demir’in Cansu’yla birlikteliği olmamalıydı, Demir’in Cansu’ya karşı olan davranış şekli olmalıydı. Demir, Cansu’nun ağlama seslerine daha fazla dayanamayıp telefonu onun suratına kapatmıştı. Sonra mı? Gayet normal bir şekilde arabayı sürmeye devam etti. Radyoyu açtı. Bu kadarı gerçekten çok fazlaydı. Cansu’dan her ne kadar hiç hoşlanmasam da bir kız asla böyle aşağılanmamalıydı. Demir pislik bir herifin tekiydi.
Radyoyu kapattım. “Cidden bu musun sen?” diye sordum. Çok sinirlenmiştim. “Yine neden bahsediyorsun Güneş?”
“Bir kıza böyle davranılır mı? Duygusuz musun sen? Ne kadar incinmiş olabileceğini hiç düşünmedin mi? Ya çok üzülüp kendine zarar verirse?” dedim ve Cansu’nun o an neler hissettiğini düşündüm. Empati kurdum, onun yerinde olmak istemeyeceğimde karar kıldım. Sevdiği için bir adama emek veriyordu fakat o adam karşılığında kendisini rahat bırakmasını söylüyordu. Bu… katlanılamazdı.
“Paranoyaklaşmayı kes Güneş. O fırsatçıya hiçbir şey olmaz, nasıl biri olduğun tanımıyorsun bile,” dedi Demir. Ne sinirli ne de mutluydu. Nötrdü. Mimikleri yok gibiydi. Ben ona hesap sorarken ve az önceki telefon konuşmasının ardından hâlâ aynı ses tonuyla ve aynı yüz ifadesiyle nasıl hayatına devam edebiliyordu?
“Sen nasıl bir insansın? Çabuk arayıp ondan özür dile!” dediğimde Demir arabayı durdurdu ve sinirlendiğini açıkça belli etti. Hızla bana döndü. “Sen kim olduğunu sanıyorsun? Ben insanların istediğini yapmam, insanlar benim istediklerimi yapar! Bunu o küçük, sarı kafana sok!” dediği anda bana ettiği hakaretlerin hiçbirinin bu kadar ağır olmadığını düşündüm. Mavi gözlerinde bulaşmakla hata ettiğimi anladığım sertliği, kötülüğü ve bencilliği görünce gözlerim doldu. “Demir, kilidi aç,” dedim. Kemerimi çözdüm.
“Ne saçmalıyorsun sen?”
“Sana kilidi aç dedim! Kendim gidiyorum!”
“Güneş, kapat çeneni ve kemerini tak.”
“İniyorum Demir!” Elimi kapının koluna koydum.
Boynunu sinirle bir sağa bir de sola esnettikten sonra derin bir nefes aldı ve kilidini açma tuşuna bastı.