Karanlık Lise 1 – Bölüm 5


“Güneş, kapat çeneni ve kemerini tak.”

“İniyorum Demir!” Elimi kapının koluna koydum.

Boynunu sinirle bir sağa bir de sola esnettikten sonra derin bir nefes aldı ve kilidini açma tuşuna bastı.

Ne onu ne de onun aldığı şeyleri istiyordum. Sadece çantamı kaptığım gibi indim. Yürümeye başladım. Arabasıyla bir anda hızlanıp gözden kayboldu. Belki de saatlerdir bunu bekliyordu. Yolun ortasında arabadan inerek fevri davrandığımı fark etmem çok zaman almayacaktı ama Cansu’ya olan davranışları Demir’le bir saniye bile daha fazla geçirmek istemediğim fikrini aklıma kazımıştı. Açıkçası… nerede olduğumuzu bile bilmiyordum. Rüzgâr esti. Demir’in ceketinin üzerimde kaldığını görünce sinirlenmekten çok mutlu oldum, yoksa donardım. Hırkamı onun arabasında unutmuştum. Yürümeye devam ettim. Saat epey geçmiş olmalıydı. Yoldan geçen çok az araba vardı, yaya ise neredeyse yoktu.

“Hey, bu sarı kız değil mi?”

Dönüp bakmamla alışveriş merkezindeki tipleri görmem bir oldu. Adımlarımı hızlandırdım. Düşmemeye çalışıyordum fakat bir anda artırdığım hızım, bacağımdaki ağrıyı tetiklemişti. Telefonumu çıkardım. Son arananlara girdim. Demir’in adını gördüm. Bana ben giyinirken telefonunu kaydettiğini söylemişti. Benden kendisini çaldırıp benim numaramı da o kaydetmiş olmalıydı. Hemen onu aradım.

Telefonu çok hızlı açtı.

“Pişman mı oldun yeni kız?” dedi. Hâlâ sinirli olduğu sesinden anlaşılıyordu. “Demir,” dedim.

“Arayacağını biliyordum o yüzden hala civardayım, Hangi deli yolun ortasında gece vakti iner ki? Çıldırdın mı sen?” dedi.

Arkadakilerle aramdaki mesafe gittikçe kapanıyordu. Nefes nefese kalmıştım.

“Güneş, ne oluyor?”

“O dört kişi… Beni takip ediyorlar.” Sesim titriyordu ve gerçekten korkmaya başlamıştım. Koşmak istedim ama koşamazdım. Fizik tedaviden beri yürüyüşe bile çıkmamıştım! Koşunca bacağımın beni yarı yolda bırakmasından korkuyordum.

“Nerdesin?” diye sorduğunda daha hızlı yürümeyi denedim.

“Cevap versene sarı, nerdesin?”

“Beni indirdiğin yerden biraz ileride,” diye cevap verdim. O dörtlüden biri, telefonumu aldığı gibi yere attı. Diğer ikisi beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Gözlerimi kapattım. Karşıdan bize doğru ters yönden gelen arabayı görmemek için yaptığım gibi. İki far. İki ışık. Gözlerimi kapatınca hepsi yok olmuştu. “Bakalım burada neler varmış.” Alkol kokusu etrafımı sarınca aralarından birinin bana yaklaştığını anladım. Çantama ulaşmaya çalışıyordu. Bağırmaya çalışsam da etrafta hiç kimse yoktu. Ne bir bina ne bir insan. Otoyolun kenarındaydık. Çantayı yere atıp onlardan uzaklaşmayı düşünüyordum. İstanbul’un ayyaş hırsızlaryla yol kenarında kalmak bir kabustu. Demir gelecekti. Gelmeliydi… Ben arabadan indikten sonra gaza basıp gözden kaybolmuştu ve eğer hep o hızla gittiyse… Çok mu uzaktaydı? Yalan söylemiş olabilir miydi?

“Ceplerine de bakalım,” dedi birtanesi. Karnımda bana yakın duran herifin ellerini hissettiğimde tek yaptığım suratına tükürmek oldu. Arkamı dönüp bacağıma aldırmadan uzaklaşmayı denedim ama beni yakaladı. Bluzumun yırtılma sesini duyduğumda soğuk hava tenime çarptı. Aynı zamanda o iki pislik kahkaha atmaya başladılar. Sarhoşlardı ama beni güçlü bir şekilde tutuyorlardı. Demir neredeydi? “Bırak beni pislik!” diye bağırarak kendimi savunmaya çalıştım ama yanlarında bıçak veya silah olmasından korkuyordum. Vereceğim büyük tepkiler aleyhime sonuçlanabilirdi. Bedenimi kurtarabilirsem çantayı orada bırakır giderim diye düşündüm. Demir gelmeyecekti. Gelse bile yetişemeyecekti. Ceplerimi kontrol etmek için bana yaklaştığında frısatı değerlendirip dizimi kasıklarına geçirdim. “AHHH! SİKTİR!” diye bağırmaya başladığında dikkatleri dağılmıştı. Elimden gelen en iyi şekilde koşmaya başladım. Tam bacağım sorun çıkarmadı diye sevinip hızımı artıracakken arkamdan bir tanesi saçımı çekti ve beni yere düşürdü. Üstüme çıktı. “Şimdi bana vurmanın cezasını çekeceksin!” diye bağırıp kollarımı yere bastırdı. Hâlâ kurtulmaya çalışıyordum ama olmuyordu. “Bırak beni, lütfen!” derken gözlerim çoktan dolmuştu. Ağlamamak için kendime söz vermiştim ama o sözü bozmak üzereydim. Demir’in ceketini üstümden Arabadan inmiş olmanın pişmanlığını boğazımdaki yumruda hissediyordum.

“Kızı duydun it herif.”

Demir’in sesini duyduğumda üstümdeki adam artık üstümde değildi, yerde yatıyordu. Doğrulup emekleyerek oradan uzaklaştım. Ayağa kalkamazdım. Bacaklarım korkudan titriyordu ve şok içindeydim. Karanlıkta ne olduğunu tam olarak göremiyordum ama iki adam yerde yatıyordu. Diğer ikisi ise Demir’e vuruyorlardı. Demir’e benim yüzümden bir şey olursa kendimi hiç affetmezdim. Kendim kaşınıp o arabadan inmiştim ve ardından ondan yardım istemiştim. Adamlardan biri Demir’i kollarından tutarken diğeri ise Demir’in suratına sert bir yumruk atmıştı. Ona yardım etmeliydim. Oturduğum yerde o kadar toprak ve taşın arasında kullanabileceğim bir şey aradım. Lanet olsun ki çok karanlıktı. Göremiyordum. Ellerimi taşların üzerinde gezdirdiğimde en sert ve büyük olanını seçtim. Titreyen parmaklarımla avcumun içinde tuttuğum taşı düşürmemeye çalıştım. Ayağa kalkmayı denerken önce başaramadım. Bacağıma tekrar kramp girmişti.

Demir’e küfrediyor, ona vurmaya devam ediyordu ayaktaki.

Bir yumruk daha, ve bir yumruk daha…

Ayağa kalkmalıydım. Tüm gücümü toplayıp kalktım. Yumruk atanın arkasına geçip elimdeki taşı kafasının arkasına indirdim. Adam haykırarak yere düştü. Demir hızlıca arkasındakinin karnına dirseğini geçirdi ve doğruldu. Ellerini onun omzuna dayadı ve alnıyla karşısındakinin burnunu kırdı. Arabaya gitmemiz gerektiğini söyledi. Bacağıma giren kramp henüz geçmemişti, zor yürüyordum. Yavaşlığımı görünce bana yaklaştı. “Gel buraya,” diyerek kolunu omzuma attı. Beraber arabaya geldik. Arabaya girdiğimiz anda kemerimi taktım ve Demir gaza bastı. Ne kadar yol gittik, kaç dakika sürdü, Demir bana bir şey dedi mi hatırlamıyordum. Geriye yaslanıp camdan dışarıyı izlemiştim. Ağlamak istiyordum. Saatlerce ağlamak istiyordum ama ağlamakla işim çok uzun süre önce bitmişti. Kazadan sonra halamın bana söyledikleri… Sanki anlamamışım gibi bir de sesli söyleyip daha da somut kılmıştı her şeyi.

“Güneş… Ben… Çok üzgünüm… Annen, baban ve kardeşin..” Bir damlaydı yanaklarımdan süzülen.

Elimi yüzüme götürüp ıslaklığı sildim. Her şey üst üste geliyor gibiydi ama vücudum alışmıştı da.

Araba durdu. Dışarıya baktığımda deniz kenarındaydık. Eve gelmemiştim. Tabii ya, Demir adresimi bilmiyordu.

“Güneş,”

Yüzümü ona çevirdim. Sağ gözünün altı morarmaya başlamıştı. Dudağının kenarının kanadığını görebiliyordum. Kollarında da çizikler vardı. “Özür dilerim Demir.” Kekeleyerek konuşuyordum ama en azından bacaklarımın titremesi geçmeye başlamıştı.

“… Arabadan hiç çıkmamalıydım, seni çağırmamalıydım. Hepsi benim yüzümden oldu. Beni onlardan kurtardığın için sana nasıl teşekkür ederim bilmiyorum,” derken sesim giderek eski gücünü kazanıyordu. Bir halt yemiştim, özrümü de dilemiştim. Bunun içimdeki kötü hissi geçirmesini umuyordum artık.

“Seni arabadan indirmemeliydim. Benim hatamdı.”

Vay canına, bunu söylemiş miydi gerçekten?

Demir’in gözlerine baktığımda göğüslerime bakıyor olduğunu gördüm. Demir’in üstümdeki ceketi ve içimdeki bluz yırtıklar, çamur ve toprak içindeydi. “Kahretsin,” dedikten sonra arabanın aynasını açtım. Eve bu halde, saçlarım toprak içinde gidecektim.

“Yani daha temiz, bakımlı kızları arabamda misafir etmişliğim, daha iyi günlerim oldu tabii,” dedi.

Kaba, bencil ve sapık bir biyoloji eşim vardı. Dediğine bozulduğumu anlaması için ekstra çaba sarf etmesine ya da benim bir şey söylememe gerek yoktu artık. “Bak Güneş, ben elimden geldiğince hızlı gelmeye çalıştım. Yani… Yani eğer sana bir şey yaptılarsa-” derken onun sözünü kestim.” Hayır. Yapmadılar.” Rahatlamış gibi nefesini bıraktı. Beni önemsiyor olabilir miydi? Pek sanmıyordum. Bence daha çok, eğer daha kötü bir şey yaşansaydı kendini suçlu hissederdi ve bana bir şey yapmadıkları için rahatlamıştı. Yani kendisi içindi bu sorusu, o da eğer vicdanında suçluluk duygusu gibi bir kavram yer alıyorsa mümkündü.

“Evin nerede?” diye sorduğunda ona adresi tarif ettim. Hâlâ üşüyordum, ellerimi birbirine sürtüp ısınmaya çalışıyordum. Bunu görmüş olmalıydı ki arabayı kullanırken tişörtünü çıkardı ve bana verdi. Kemer takmadım diye bana demediği kalmıyordu ama araba kullanırken tişörtünü çıkartacak kadar kendi dikkatini dağıtabiliyordu yani öyle mi?

“Giy,” dedi. Demir’in üstü çıplak kalmıştı. Omuzlarının geniş olduğu zaten her zaman belliydi ama onu bu şekilde görmek farklıydı. Gözlerimi kollarındaki ve karnındaki kaslardan çok, düşük belli pantolonu yüzünden görünen adonislerine çevirdim. Demir yaklaşık kırk santimetre yakınımdaydı ve ben gözlerimi ondan alamıyordum.

“Tamam, ama sen sür ve önüne bak. Bana değil,” dedikten sonra onun bana baktığından çok benim ona bakmak istediğimi fark ettim. Gülümsedi ve önüne döndü. Ceketi çıkardıktan sonra hızlı bir şekilde siyah ve bana oldukça bol gelen tişörtü giydim. Sonra ceketi de. Göz ucuyla acaba bana bakıyor mu diye kontrol ettim ama hiç bakmadı. Yeni kıyafetlerin hepsi bagajdaydı, en hızlı çözüm buydu. Apartmana geldiğimizde elinde paketlerle hâlâ beni kapıya kadara takip ediyordu. “Buradan sonra yolu biliyorum, kendim gidebilirim, sağ ol,” dedim. “Evet, gördük hanımefendi yalnız gidişinizi! Düş önüme ve asansörü çağır lütfen,” dedi.

Asansördeki saate baktığımda 23.42 olduğunu gördüm. Halam kesinlikle beni öldürecekti. Eniştem de öyle! Kim bilir kimlere görev vermişti beni aramaları için. Zili çaldık. Halam ve eniştem aynı anda endişeli bir şekilde kapıyı açtılar ve bir Demir’e bir de bana bakmaya başladılar. Suratlarındaki ifadeye anlam verebilmek için önce kendi üstüme baktım; Demir’in kıyafetleri vardı. Sonra Demir’e baktım; üstü çıplaktı. Tablo gerçekten de ailem için bir kalp krizi çağrısıydı.

Halam “Güneş, sanırım ciddi bir konuşma yapacağız,” derken eniştemin tepkisi ise daha yüksekti:

“Neredesin kızım sen? Tüm ilçede devriyedekilere haber saldım, haberin var mı senin? Telefonunu niye açmıyorsun?”

Gözlerini Demir’e çevirdi, bir anda ifadesi değişti. Sanki onu tanıyor gibiydi.

“Ben, açıklayabilirim, bakın… Dört kişi peşime takıldı, çantamı çalmaya çalıştılar.”

İkisi de bana inanmıyordu ama inanmamakta haklılık payları da vardı, Demir’in üstü çıplaktı ve tişörtü bendeydi. Durum daha ne kadar kötü olabilirdi ki? “… hatta Demir’e sorun. Öyle olmadı mı? Kavgaya karışmadık mı??” dedim. Demir elindeki poşetleri yere bıraktı. “Ben aile içine karışmayı çok sevmem,” dedi, ardından halamlara baktı. Başını yukarı aşağı eğerek hafif bir tebessüm takındı: “İyi akşamlar.” Çekip gitti. Aptal. Ben şimdi durumu tek başıma nasıl açıklayacaktım? 

error: Bu içerik koruma altındadır.