Yine sınıfa en geç giren kişi Demir olmuştu, yanıma oturdu ve tek kelime bile etmedi. Ona kızgındım, en azından öyle olduğumu tahmin ediyordum. Yine de gerçekten çok yakın oturuyorduk ve saniyeler geçtikçe, kokusunu aldıkça ona karşı koz olarak kaybetmek istemediğim öfkem; elimde olmadan azalıyordu. Benim bu duygu karmaşama rağmen o ise hep aynıydı. Hep aynı gizem, sakinlik, siyah ceket ve mavi gözler… Ona bu kadar çok bakmamalıydım belki de ama kendime engel olamıyordum. Arda’nın dediği gibi ailemden sonra kendime yeni bir hayat amacı bulma gayesinde miydim de kendime onu oyuncak olarak seçmiştim, çözmeye çalışıyordum. Hislerim gerçek miydi değil miydi, artık esas sorum buydu.
Ders başlayalı yirmi beş dakika olmuştu ve kendimi zorlayarak ona tam yirmi dakika bakmamıştım. Belki ufak bir kaçamak yapabilirim diye düşünürken göz göze geldik. Kim bilir ne kadar zamandır bana bakıyordu? Gözleri bir bluzum, bir eteğim, bir de gözlerim arasında gidip geliyordu. Birlikte aldığımız kıyafetleri tanımıştı. Onu fark ettiğimi görünce başını eğip sadece bacaklarıma bakmaya başladı.
“Sana yakışacağını söylemiştim,” dedi.
Sakin, net ve insanda hoş bir duygu bırakan bir sesi vardı. Hâlâ alışamamıştım. Her duyduğumda yine üstümde bana yabancı olan bu etkiyi bırakıyordu ama böyle düşünmemeliydim. Hiçbir güzel davranışı, az önce yaptıklarını silemezdi. Tüm okulun önünde bir kızı ağlatıp üstüne de beni rezil etmişti.
“Sen sapık falan mısın? Önüne bak,” dediğimde sadece güldü ve muhteşem dişlerini görmeme izin verdi. Mutlaka küçükken tel takmış olmalıydı çünkü bir insan böyle kusursuz dişlerle doğamazdı. “Parasını ben ödedim, istediğim gibi bakabilirim.”
Esprisi, duyan biri tarafından çok farklı yerlere çekilebilirdi.
“Fırsatçılara neden “fırsatçı” demeye çalıştığınızı şimdi anladım galiba,” dedim usulca.
“Nedenmiş?”
“Parandan başka insana fayda sağlayabilecek bir yanın yok çünkü. Sadece zararsın.”
Demir şaşırmıştı. Sanırım bir kızdan laf yemeye alışkın değildi ama onun bu şaşkınlığı beni bozmamıştı. Zaferimin tadını çıkarıyordum.
“Hakkımda en ufak bir fikrin yok,” dedi bakışlarını ileriye, tahtaya kitleyerek. “Sonradan pişman olacağın şeyler söylüyorsun.”
Omuzlarımı silktim. “Ben gördüğümü söylüyorum.”
Zil çaldı. İkimiz de aynı anda ayağa kalktık. Sınıftan çıkmadan önce kulağıma eğilip; “Pişman olacaksın,” diye fısıldadı.
Eşyalarını toplayıp çıkarken arkasından bakakalmak rutin bir ders sonu alışkanlığı haline gelmişti artık. İşte bundan nefret ediyordum. Demir’den ve onun üzerimde bıraktığı bu etkiden. Esma ve Burak bir ön sıramda oturdukları için hepsini duymuş olmalıydılar. Demir’in sınıftan çıkışıyla birlikte bana doğru döndüler.
Esma “Sana ne dedi? Epey yakın görünüyordunuz. Bahçede olanları duyduk,” diye sordu.
“Eğer seni rahatsız ediyorsa onunla konuşabilirim, korumakta üstüme yoktur. Bakınız yanımdaki güzel hanıma,” dedi Burak ve Esma’yı yanağından öptü.
Benim açımdan endişelenilecek bir şey olmadığını ama Cansu hakkında içimde kötü bir his olduğunu söyledim. Ne döndüğünü bilmiyordum, bana etki edip etmemesinden de korkmuyordum ama Demir’in neye karşı böylesine tepkiler verdiğini merak ediyordum.
Öbür üç derse girmeyince onu beklemekten yorulmuştum. En sonunda gelmeyeceğini kabullenip sıraya yayıldım. O yanımda otururken zaten rahat nefes alamıyordum, hele derse odaklanmak mı? Güldürmeyin beni! Yanında hep tetikteki bir asker gibi hissediyordum. Geriliyordum. Etrafındakilere böyle bir izlenim bırakıyordu. Herkes ondan çekinir gözüküyordu, kendi arkadaşları bile.
Öğleden sonra ilk müzik dersim vardı. Helin’le birlikte müzik sınıfına yürümeye başladık. “Demir’in müzikte olduğunu söylemiştin. Üç derstir okulda değil, bu derse de gelmez sanırım,” dedim. Helin “Bahçede olanlardan sonra konuştunuz mu?” diye sordu.
Sınıfta dönen muhabbeti anlattım. “Garipmiş,” dedi.
“Bir de bana sor,” dedim. Helin’e Arda’nın teorisinden bahsetmek istiyordum ama kendi psikolojik tavramalarımla onu boğmak istemiyordum.
“Sana şu kadarını söyleyeyim kızım, Demir’in şu ana kadar kaçırmadığı tek ders müziktir. Bir keresinde basketbol antrenmanına sadece müzik dersinde olduğu için geç gitmişti. Çocuk gerçekten önemsiyor,” diyerek karşılık verdi.
Demir’in bir şeyleri önemsediği gerçeği ilginçti. Belki insanları da adam yerine koymayı önemseyebilirdi, en azından bir gün… “Ne çalıyor ki?”
Bir kaşını havaya kaldırdı. “Gerçekten bilmiyor musun?”
Dudaklarımı büzerek başımı iki yana salladım.
“Hmm, gel ve kendin gör,” dedi. Sınıfın kapısını açtığımızda normal bir sınıf alanının üç katı genişliğinde bir odaya girmiş olduk. Pencerelerden giren ışık süzmeleri müzik aletlerinin üzerine vuruyordu. Sağ tarafta yerden biraz daha yüksekte bulunan parke bir sahne vardı, karşısında ise sandalyeler… Esma beni okulda gezdirirken gördüğüm konferans salonundaki aşırı devasa sahne kadar olmasa da güzel görünüyordu. Duvarlar sesi yansıtacak şekilde dizayn edilmişti ve oda yuvarlaktı. Gerçekten yuvarlaktı. İzlediğim film ve dizilerde Amerika’daki bazı sanat okullarında böyle odalar olduğunu görmüştüm fakat gerçek bir örneğini dürüst olmam gerekirse hiç görmemiştim. Hele hele böyle bir okulda? İşte bunu hiç beklemezdim.
Sınıf doluydu. Yaklaşık yirmi kişi vardı. Altı kişi sol duvarda sırayla asılı duran gitarlar arasından kendi gitarlarını alıyorlardı. Klasik, akustik, elektro ve bas… Daha önce birkaç kez bahçede gördüğüm ve kestiğim bir çocuk bateri çalıyordu. Odada ilerlemeye devam ettikçe piyano sesleri yükseliyordu. Platformun, yani küçük sahnenin üstünde simsiyah bir piyano vardı. Helin sandalyelerden birine oturmuş, kemanının akordunu yapıyordu. Keman çaldığından daha önce birkaç kez bahsetmişti ama hiç çalarken dinleme fırsatım olmamıştı. Canım piyanoya bakmak istiyordu. Küçüklükten beri hep çalmayı öğrenmek istemişimdir fakat ailemin ne eve bir piyano veya org almaya ne de beni kursa göndermeye gücü olmuştu. Hiç soramamıştım onlara çünkü altından kalkamayacaklarını biliyordum. Gittiğim özel lisede burslu okuyordum zaten. Bir aydınlanma daha; bu yüzden beni atmaları daha kolay olmuştu. Doğru ya, yerimi paralı bir öğrenciye vermek onların cebine giren birkaç bin lira anlamına gelecekti işte.
Piyanonun siyah rengi gözümü boyarken bir yandan da kulağıma mükemmel notalar geliyordu. Asil aletin büyüklüğünden dolayı kimin çaldığını karşıdan gelen bir kişi göremezdi. Biraz daha yaklaştım. Çalan kişi ona doğru yaklaştığımı gördüğünde birden çalmayı bıraktı.
Dalga geçiyor olmalıydı.
Demir piyano mu çalıyordu? Hem de bu kadar iyi mi çalıyordu? Kendini öylesine karanlığa kaptırmış bir çocuktu ki onun sanatla ilgilendiği aklıma hiç gelmemişti. Üstelik bunu bana söylemişti… Alışveriş günü, giyinme kabinlerinin orada. Bir süre bana baktıktan sonra ayağa kalktı ve notalarını piyanodan toplayıp siyah kapaklı bir dosyaya koydu.
Dosya mı? Demir mi?
Demir ve düzenli olmak… Müziği bu kadar önemsiyordu demek. Bir dakika. Dosyanın kapağında adı ve soyadı yazıyordu: Demir Erkan.
Erkan! Bu her şeyi açıklıyordu. Demir, ülkemizdeki en iyi müzisyenlerden olan Dilan ve Gökhan Erkan’ın oğluydu! Onu nereden tanıdığımı şimdi çıkarmıştım işte. Kendilerini pek tanımasam da annem onları çok severdi ve bestelerini sürekli evde dinlerdik. Hatta Ipod’umda bile iki şarkıları vardı. Şimdi anlaşılmıştı. O arabayı, o kadar kıyafeti alabilecek parası vardı çünkü annesi ve babası neredeyse her ay turneye çıkan, dünyaca ünlü Erkan çiftiydi.
Bu neden bu kadar muhteşem piyano çaldığını da açıklıyordu. Ailesi gibi yetenekliydi. Hem de çok…
Peki neden ailesine yakışacak bir özel okulda veya en iyi sanat okulunda okumuyordu?
“Bana öyle bakmayı keser misin artık sarı?”
Demir’in sesiyle kendime geldim. “Sen Dilan ve Gökhan Erkan’ın oğlusun.”
Elindeki dosyanın önüne baktı ve bu sonuca orada okuduklarımdan ulaştığımı anladı. “Tamam, okuma yazman olduğunu kanıtlamak istemiş olabilirsin, süper, tebrik ederim,” dedikten sonra sahneden inip arkadaki sandalyelerden birine geçti. Kendi çetesinden iki erkek daha müzik kulübündeydi. Onlarla oturuyordu. Ben de hemen inip Helin’in yanına geçtim. En azından onu bir yerden tanıyor olduğum konusunda kafayı yememiştim, haklı çıktım.
“Evet çocuklar, oturun.”
Kapıdan kırklı yaşlarında, uzun boylu, ince ve gözlüklü bir öğretmen girdi. Sandalyelerde göz gezdiriyordu. “Aramızda yeni bir üye olduğu haberi geldi, merhaba Güneş. Ben Ayhan. Müzik öğretmeniyim,” dedi benimle göz teması kurarak. Gülümseyip başımı salladım. “Her sene bu sınıfa gelen ve buradan gidenler olur. Herkes arkasında önemli izler bırakır. Senin planların neler? Ne çalıyorsun?” diye sorduğunda nasıl bir cevap vermem gerektiğini düşündüm.
Hiçbir şey. Bunu nasıl söyleyecektim? Acaba sınıftan atılır mıydım? Bunu hiç istemiyordum. “Bir müzik aleti çalmayı bilmiyorum,” dediğimde sağ tarafta Demir’in önünde oturan kızlar bana bakıp gülmeye başladılar. İçlerinden biri “Burada ne işin var o zaman ufaklık? Yolunu mu kaybettin?” diye sorduğunda başımı çevirip tekrar Ayhan Hoca’ya baktım.
“Şarkı söyleyebilirim,” dedim.
Garsonluk yaptığım Semih Amca’nın, yani Arda’nın kafesinde hafta sonları canlı müzik oluyordu ve iki haftada bir oradaki grupla sahne alıyordum. Arda klasik ve akustik gitar çalıyordu. Kendi grubu vardı. Uzun zamandır bu işi yapıyordu. Bu yüzden rahattım ve zaten kafede bizi dinleyecek olan kimseyi tanımıyordum, belki de hayatımın hiçbir noktasında tanışmayacaktım. Arda’ya göre kesinlikle ses eğitimi almalıydım, yeteneğim olduğunu söylüyordu. Tamam, kabul ediyordum, mütevazı olmayacaktım. Sesim berbat değildi. Güzeldi. Demir’in yanında oturan, adının Cenk olduğunu bildiğim, Demir’den iki, belki üç santimetre kısa, yapılı çocuk “Denediğini görmek isteriz yeni,” dedi.
Ayhan Hoca “Aslında fena fikir değil. Güneş, buraya gelebilir misin?” diyerek beni sahneye çağırdı. Sahneye yürürken aklımda iki şey vardı: Birincisi, kimseye rezil olmamalıydım. Özellikle Demir’e gülmesi için malzeme veremezdim. İkincisi ise hangi şarkıyı söyleyeceğimi çoktan biliyordum. Ayhan Hoca “Bize hangi şarkıyı söyleyeceksin Güneş?” diye sorduğunda gözlerim Ayhan Hoca’dan Demir’e kaydı. Bir saniye bile düşünmeden “A Great Big World ve Christina Aguilera’dan Say Something,” dedim.
Ayhan Hoca benim baktığım kişiye döndü. “Demir, eşlik eder misin lütfen?” diyerek onu da sahneye çağırdı. En sevdiğim şarkıyı, Demir piyano çalarken söyleyecektim. Oturduğu yerden kalktı ve gözlerini benden ayırmadan sahneye geldi. Piyanonun başına geçişini izliyordum. Nefesimi kesiyordu. Her bir hareketi buna yetiyordu. Nasıl yapıyordu? Dosyasının en son sayfasını açtı. Demek o da bu şarkıyı seviyordu, çoktan dosyasında vardı. Tesadüf müydü?
“Evet, hazırsanız başlayın lütfen.”
Demir’e bakıp başımla onayladım. O da onayladı ve ilk notayı çaldı.
▶︎ •၊၊||၊|။||||။၊|
Instagram ve TikTok’ta alyaoztanyel hesabından bana ulaşabilirsiniz!
Bölümler nasıl gidiyor sizce? Sizce Demir ve Güneş’in hikayesinde işler nasıl kızışacak?