Alkışlardan anladığım kadarıyla herkes çok beğenmişti ve bunda Demir’in payı büyüktü. Şarkıya başlarken biraz heyecanlıydım. Yanıma bakıp Demir’i gördükçe daha da çok heyecanlanmıştım. Parmaklarını tuşların üzerinde yumuşak bir şekilde gezdiriyordu. Sanki bulutlara dokunuyordu. Gülümsüyordu. Piyano çalmayı seviyordu. Onu ilk defa böyle görüyordum. Sokakta gördüğüm, sigara içen, Cansu’yu, beni ve diğerlerini her fırsatta kötü hissettiren, çetenin lideri Demir’den bambaşka biri vardı karşımda. Keşke hep böyle olsaydı. Müzik onu değiştiriyordu, daha iyi biri yapıyordu. Asıl sürpriz ise nakarat kısmında Demir’in bana eşlik etmesiydi ve sesimiz inanılmaz derecede uyumluydu. Muhteşemdi. Çok iyi gelmişti. Hem şarkı söylemek hem de bunu onunla yapmak…
Aramızda gerçekten bir bağ oluşmuştu ya da en azından ben öyle hissetmiştim. Sanki onunla beraber şarkı söylemek için doğmuş gibi hissediyordum kendimi. Sesi… Muhteşemdi. Hem de çok…
“Güneş… Bu… İnanılmazdı!” diyen Ayhan Hoca çok beğenmişti. Ayağa kalktı. “Aramıza hoş geldin. Tebrik ederim. Demir, seni de. Yine her zamanki gibi olağanüstüydün.”
Ayhan Hoca’ya dönüp bakamamıştım bile. Sürekli Demir’e odaklıydım, Demir de bana.
İkimiz de farkındaydık. Orada olan şeylerin değil, olabileceklerin…
En sonunda Ayha Hoca bana “… ama Güneş, mutlaka bir müzik aleti seçip çalmayı öğrenmelisin. Hangisini seçersen, o aleti çalan bir kişiden yardım isteyebilirsin. Bizzat ben görevlendiririm,” dediğinde ona döndüm ve teşekkür ettim. İkimiz de sahneden indik. Helin’in yanındaki yerime oturduğumda “Bana bu kadar güzel şarkı söylediğini hiç söylemedin!” diyerek beni azarladı. “Fırsat olmadı galiba,” diye utanarak cevap verdim. “Demir önündeki notalardan çok sana baktı çalarken, ona göre yani…” dediği anda Helin’e şaşırarak baktım. Hoşuma gitmişti. Acaba tam şu anda ne düşünüyordu?
Elektro gitar çalan kızlar aralarında fısıldayarak konuşuyorlardı. Sanırım cevaplarını vermiştim.
Bir zafer daha…
Cumartesi olduğunda bir an önce kafeye gidip Arda’ya okulda şarkı söylediğimi anlatmak istiyordum. Bazı şeyler telefonda anlatılamayacak kadar özeldi. İşte o an da benim için öyleydi.
Arda “Anladığım kadarıyla bu çocuk o kadar da iyi biri değil, neden onu böyle heyecanlı anlatıyorsun?” diye sorduğunda “Sanırım ondan hoşlanıyorum, aslında belki de nefret ediyorumdur. Bilmiyorum. Konu Demir olunca karar vermek gerçekten zor,” diye cevapladım.
“Sınıftaki o kasıntı tiplere hadlerini bildirmiş olmana sevindim. Gerçekten güzel bir sesin var. Bu akşam yine grupla çıkıyoruz. Bir kutlarız artık, bize katılırsın.”
O anda gayet yerinde olan özgüvenimle Arda’nın bu teklifini kabul ettim. “Tamamdır. Hadi işe koyulalım.”
Arda’yla konuşmayı seviyordum. Beni dinliyor, bana yardımcı oluyordu. Yeni bir okula ve yeni bir hayata başlamıştım. Bazen onunla eskileri hatırlamak iyi oluyordu. Tanıdık, yeşil gözleri bana kim olduğumu hatırlatıyor ve bunu asla unutmamamı sağlıyordu. Sol gözüyle kulağının arasındaki ufak dikiş izi de… Hatırlayınca gülümsedim. Benim yüzümden olmuştu. Bundan yıllar önceydi, beni salıncakta sallıyordu ve yüksekliğim boyunu geçtiğinde oturma yeri yanlışlıkla yüzüne gelmişti. O ağlarken elini tutmuştum. Beraber ağlamıştık.
Tıpkı ailemi kaybettiğimde beraber ağladığımız gibi.
Saat on bire yaklaştığında kafe dolmaya başlamıştı. Hafta sonları genelde bu saatlerde iş oluyordu, herkes kahvaltı yapmaya geliyordu. Bir mutfakta Semih Amca’ya yardım ediyor bir de dışarı çıkıp siparişleri alıyordum. Benim bölümüme bir çiftin oturmuş olduğunu gördüm. Akran sayılırdılar, kız biraz daha ufaktı, hatta büyük ihtimalle on altı yaşındaydı. Erkeğin ise arkası bana dönüktü. Sadece koyu lacivert ceketini görüyordum.
“Günaydın, hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı– Demir?”
Siyah dışında bir renk? Yanında on altı yaşında tatlı bir kızla?
Kız “Tanışıyor musunuz?” diye sorduğunda beni süzüp gülümseyen Demir “Bakayım, bu garson kızı mı? Hayatımda görmedim,” diye cevap verdi.
Oyun mu oynuyordu? Tamam, bulaşmayacaktım. Kafe zaten dolmaya başlamıştı ve aklımı dağıtmasına izin veremezdim. Bebek sevgilisiyle ne yapmak isterse yapabilirdi. Umrumda değildi. Siparişlerini aldıktan sonra küfür mırıldana mırıldana mutfağa girdim. Arda beni duymuştu. “Ne oldu civciv?”
“Benim bölümümde cam kenarında renkli elbiseli kızın masası var ya,” Arda mutfağın kapısından kafasını uzattı ve gördü. Sonra bana döndü. “Evet?”
“İşte o kızın yanındaki Demir! Sosyopat, bencil, herkese emir veren, ama beni hırsızlardan koruyan, o muhteşem sesiyle şarkı söyleyen…” derken başka bir yere dalmıştım.
“Kendine gel!”
Arda yüzümün önünde parmağını şıklatmıştı. “Senin yerine siparişleri o masaya ben götüreceğim, bakalım ünlü Demir neye benziyor?” dedi. Kafamı uzatıp baktığımda kız ona heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu ve Demir de onu dinliyordu!
Demir bütün o “ben kötü çocuğum, benden uzak durun” imajını bir kız için yıkmış olamazdı. Onu kahvaltıya getirmişti. Kız her kimse dinliyordu, değer veriyordu. Belki sevgilisiydi… Kendinden böyle küçük biriyle hangi amaçla çıkıyordu acaba? Elimden sular damladığında tuttuğum domatesi sıktığımı fark ettim. Neredeyse hiç tanımadığım bu çocuk niye bende bu etkiyi bırakıyordu? Artık sinirimi bozmaya başlamıştı.
Arda geri döndüğünde “Seni istiyorlar. Servisi senin yapmanı istediklerini söylediler,” dedi.
Demek oyunu devam ettirmek istiyordu.
Peki Demir Bey, sevgilinin yanında ne kadar değişiyordun bakalım.
“Ben bu omleti beğenmedim. Tatsız olmuş. Bir daha yapın.” Demir’in bana uzattığı tabağı aldım.
“Ya Demir, saçmalama, gayet iyi, ye işte,” diyen kıza ilk defa olumlu bir gözle baktım. Yeni omleti getirdiğimde “Hmmm daha iyi. Ama tuzsuz mu ne? Biraz tuz koyar mısın garson kız?” dedi Demir. “Masada tuz var, kendiniz rahatlıkla koyabilirsiniz,” derken “siz”i olabildiğince vurgularak söylemiştim. Demir sırıttı. “Hadi ama, müşterinizi mi kıracaksınız?” Tuzu aldım ve ektim. “Yeterli mi?”
Tekrar tadına baktı. “Ama şimdi de çok tuzlu oldu, yenisini yapın lütfen.”
Kafasına bir şey geçirmek için etrafımda kazma, kürek veya sopa aramaya başlamama son on saniye kalmıştı. Arkama baktığımda Semih Amca’nın kasaya geçtiğini ve beni izliyor olduğunu fark ettim. “Hadisene kızım” bakışlarından birini atıyordu.
Tabağı aldım ve mutfağa geri götürdüm. Ne yapmam gerektiğini Arda’ya sormak istiyordum. O mutlaka iyi bir planla karşıma gelirdi söylerdi fakat hafta sonu kahvaltı telaşında şu an o da kendi bölümünde çok meşguldü. Boş bir atışma için onu oyalayamazdım. Omletin yenisini götürdüm.
“Bu biraz soğuk. Isıtır mısınız lütfen?”
Tam cevap verecektim ki aklıma muhteşem bir plan geldi. Yanındaki kız, ”Demir, saçmalıyorsun, hadi ye artık!” derken içimden geçenleri söylemişti. “Sen karışma güzelim,” diyerek yanıt verdi ve tabağı bana uzattı.
Güzelim…
Gittim ve tabağı mikrodalgaya attım. Sıcaklığı en yükseğe ayarladım ve neredeyse yanana kadar bekledim. Üstünden çok fazla buhar çıkıyordu. Bakalım bunu da soğuk bulacak mıydı?
Masaya döndüm. Çatalıyla bir parçasını ağzına attığında yandığını bildiğim için sırıtmaya başladım. O hemen suyuna baktı, bense su bardağını elime alıp “Bitmiş galiba, ben hemen getireyim,” diyerek gülmeye başladım. Geri geldiğimde tabağındakini bitirmişti. Demir, seviyesini iyice düşürüp, “Suya ihtiyaç kalmadı. Yanımdaki güzelliğin ateşiyle zaten yanıyordum,” dedi. Sevgili oldukları konusunda artık bir karar getirecekken kız, “Bugün senin saçmalama günün galiba kuzen, hadi gidelim,” dedi ve kalkıp montunu giydi. Demir bu yüzden kendinden fazlaca genç görünen bu kızla oturup gerçekten sohbet etmişti. Derin bir oh çektim. Kuzeni olmasaydı bu çifte standardı okuldayken ona omlet gibi yedirmesini çok iyi bilirdim. Kız dışarı çıktı. Kafenin kapısında onu bekliyordu.
“Kıskandın mı sarı?”
Tabakları tepsiye topluyordum. İşim gücüm vardı. “Ne-ne saçmalıyosun Demir? İşin bittiyse git artık,” dedim.
Hâlâ rahat bir şekilde oturmaya devam ediyordu.
“Niye tüm dünyanın senin etrafında dolaştığını düşünüyorsun ki? Ödemeden gitsem daha mı iyi?”
Tabii ya, hesap tamamen aklımdan çıkmıştı. Fişi küçük kutuya koyduktan sonra masanın üstüne bıraktım. Cebinden nakit çıkarıp kutuya bıraktı. Baktığımda ödemesi gereken paranın tam üç katını koyduğunu gördüm. “Fazla verdiniz beyefendi. Lütfen tekrar kontrol eder misiniz?” dedim ‘beyefendi’ kelimesini vurgulayarak. Ne yapmaya çalışıyordu bu? Başıma iş açmasını istemiyordum. Semih Amca bizi gözetliyordu. “Bahşiş bırakıyorum, iyi günler,” diyerek arkasını döndü ve kapıya yöneldi. Onu kolundan tutup geri çevirdim. Kutuyu kapatıp ona doğru ittirdim.
“Senin vereceğin paraya ihtiyacım yok benim.”
Belki aramızdaki boy farkı yirmi santimetreden daha kısa olsaydı beni ciddiye alabilirdi diye düşündüm. Bana doğru yaklaştı, kulağıma “Hizmetlerinin karşılığı olarak düşün, çok çekilmez bir müşteri olabiliyorum,” dedi. Elini kaldırarak kasada duran Semih Amca’ya seslendi.
“Kolay gelsin abi!”
Ceketini giyerken tekrar bana doğru eğilmişti. “Adamcağızı yok yere tedirgin ettin. On dakikadır bir sorun olup olmadığını çözmek için seni izliyor,” dedi ve parasını geri almadan gitti. Ağzım açık bir şekilde ona bakıyordum. Bu belki de Demir’in şu ana kadar kurduğu en uzun diyalog olmuştu. Tabii yine tamamı saçmalık içeriyordu. Gitmişti ve elimde gerçekten fazla miktarda para kalmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Paranın bahşiş kısmını alıp günün sonunda Arda ve diğer çalışanlarla paylaştığımız kutusuna attım.
Onun parasına ihtiyaç duymadığım konusu gerçekti. Bana acıyor muydu? Bu yüzden mi bana kıyafet almıştı ve bu kadar para vermişti? Ya o söylediği şeyler neydi? Demir şımarık bir çocuktu. Etrafındaki herkesin ona oyuncak olmasına alışmış olabilirdi, büyürken ailesi ona her istediğini almış olabilirdi ama şunu kafasına sokmalıydı:
Benimle bu oyunu oynayamazdı.