“Semih Amca!” deyip Arda’nın babasına sarıldığımda “Hoş geldin kızım, bronzlaşmışsın, artık daha az vampire benziyorsun,” dedi gülümseyerek. Ona sarılırken mutfaktan çıkan, bizim üniformayı giymiş bir kadını gördüm.
Arda’nın babası Semih Amca ile ailem eskiden çok yakınlardı. Ailemi kaybettiğimde bana halamlar kadar Semih Amca da bakmıştı. O ve Arda’nın desteği olmasaydı şu anda durumum ne olurdu bilemiyordum. “Yeni garson işe almışız. Arda yok mu?” diye sorduğumda “Antrenmanda olsa gerek,” deyip tekrar kasanın arka tarafına geçti.
“Antrenman mı?”
“Evet. Hatta bugün,” deyip duvardaki takvime baktıktan sonra “… bugün pazartesi. Fitness var. Ancak iki saate döner,” dedi. Fitness? Arda? Bizim Arda… Girdiği her yabancı ortamda bile iki dakikada insanlarla arkadaş olabilen, ama gitardan başka sosyal bir etkinliğe katılmaktan çekinen Arda, spor mu yapıyordu? “Çok komikti Semih Amca. O mu sana bunu söyletiyor?” deyip kahkaha attığımda, bana “Arda’nın spora başladığından haberin yok muydu?” diye sordu. Ondaki ciddiyeti gördüğümde duvardaki takvime bir de ben baktım. Haftada dört güne “özel antrenman” iki güne de “fitness” yazıyordu.
“Özel antrenman derken?”
“MMA.”
Anlamayarak “MMA?” diye sorduğumda bana “Sana şöyle açıklayayım, karışık dövüş sanatları gibi diyebiliriz. Her türden dövüş sanatı tekniğini kullanarak üstünlük sağlamaya çalışıyorsun, ben de gençken yapardım,” dedi.
Semih Amca’nın şaka yapmadığına artık iyice ikna olmuştum. “Arda’nın böyle tehlikeli bir spora başlamasına izin mi verdiniz?” diye sordum
“Daha bu yazın başında başladı. Benim kardeşlerim ve amcalarım da uğraşıyorlardı. Hatta amcalarımın bazıları da hakem. Arda’yı hiçbir zaman istemediği bir şeyle uğraşması için zorlamadım. O gitarı kendine yakın hissetti ve saygı duydum…” dediğinde “N’olur bana gitarı bıraktığını falan söylemeyin. Arda gitar çalmak için doğmuş,” dedim.
Semih Amca “Yok, bırakmadı tabii. Demeye çalıştığım; birden fazla sosyal aktiviteyle uğraşacak olması hoşuma gitti. Mahallede futbol oynamakla, MMA gibi dalda çalışmak tabii ki farklı şeyler ama… O kendisi istedi. Ben de elimden geldiğince ona destek olacağım,” dedi. Arda’yı ne zamandır görmemiştim? İki buçuk hafta? Ama aklıma onun Bodrum’a geldiği günü getirince vücudundaki değişiklikleri hatırladım. Hatta “Senin boyun mu uzadı?” diye de sormuştum. Demek ayrı geçirdiğimiz o iki ayda spor yapmıştı, bu yüzden bana farklı gelmişti. “Ben daha sonra yine uğrarım. Onunla konuşmam gerekiyor,” deyip Semih Amca’ya veda ettim. Kapıya doğru ilerlerken bana seslendi.
“Sizin aranız kötü, değil mi?”
“Biraz öyle ama bunu bir an önce düzeltmek istiyorum.”
“Sana çok değer veriyor. Senin de onu çok sevdiğini biliyorum. Siz ilkokuldan beri her gün birliktesiniz. O benim ne kadar oğlumsa, sen de benim o kadar kızımsın. Aranızı düzeltin de arkadaşlığınız bozulmasın. Bu zamanda böyle arkadaşlıklar bulmak çok zor kızım,” dedi.
“Elimden geleni yapacağım.”
Ertesi gün Helin’le okula geldiğimizde ikimiz de hâlâ ne Demir’den ne de Doğukan’dan haber almıştık. Helin okulun otoparkına arabayı park ederken, Demir’in park yerinde bir araba gördüm.
“Bu Doğukan’ın arabası değil mi?” diye sorduğumda Helin arabadan çıktı ve kapısını bile kapatmadan yürümeye başladı. Arabadan çıktım, sürücü koltuğunun tarafına geçip Helin’in dalgınlıktan dolayı almayı unuttuğu anahtarı çıkardıktan sonra kapıyı kapattım ve arabayı kilitledim. Ardından ben de Helin’in gittiği yere doğru yürümeye başladım.
Okulun bahçesinde çetenin her zaman oturduğu yer, tıpkı ilk geldiğimde benim de ilgimi çektiği gibi. yeni gelen öğrencilerin ilgisini çekiyordu. Siyah-kırmızı-lacivert-gri kıyafetlerin arasından o tanıdığım mavi gözleri aradım ama bulamadım. Gözlerim Doğukan’a sarılan Helin’i gördüğünde içimde az da olsa bir rahatlama hissettim. Onların yanına gittim.
Helin, Doğukan’ın boynundan çekildiği zaman gülümsemesini durdurdu ve “Neredeydiniz? Korkudan kaç gecedir uyuyamıyorum senin haberin var mı?” diye sordu. Doğukan, Helin’e ve bana gözleriyle spor salonunun orayı işaret ettiğinde, sessizce oraya doğru yürümeye başladık. Çetenin ve kalabalığın yanında bizimle konuşmak istemiyordu.
Spor salonunun binasının önünde durduğumuzda Doğukan’a “Demir neden hâlâ gelmedi?” diye sordum.
“Bugün okula gelmeyecek ama gün içinde sana ulaşacağını söyledi.”
“Peki başka ne dedi?” diye soru sormaya devam ettiğimde “Bir şey söylemedi. Sadece sana ulaşacağını söylememi istedi, o kadar. Ama bugün nereye gittiğini gerçekten bilmiyorum,” dedi.
Onsuz, merakla ve korkuyla geçen onca gün… ama tek söylediği şey ‘ona ulaşacağım,’ demek, öyle mi?
Yeni bir soru daha soracaktım ki, Helin “Neredeydiniz ve ne yaptınız? Bir mesaj bile çok muydu ya? Öldük meraktan! Güneş de ben de günlerdir sizi merak ediyoruz. Cansu ve Masal’la bile konuştuk,” dedi.
Doğukan “Özür dilerim ama hiç boş vaktim olmadı. Size, nerede ve ne yaptığımız hakkında bir şey söyleyemem ama…” diye sözüne başladığında, Helin onun sözünü kesip “Ne yani, yine Demir’den aldığın emirle bana bir şey anlatmayacak mısın? Güneş alınma ama bu cidden saçmalık…” derken, Doğukan da onu susturdu.
“Hayır! Öyle değil. Evet,orada haklı olabilirsin ama olay tamamen onunla da bitmiyor. Ben de söylemek istemiyorum ve söylemeyeceğim de. O kadar da büyük bir olay değil. Bir kaç sorun vardı,onları halletmemiz gerekiyordu. Bu kadar.”
Helin “Bodrum’da o gece, saniyede fırlayıp gittiniz, tek bir açıklama bile…” diye Doğukan’a soru sormaya ve kızmaya başladığında, onları yalnız bırakmam gerektiğini anladım ve yanlarından ayrılıp okulun giriş kapısına doğru yürümeye başladım.
İlk zil çaldığında bahçedekiler yavaş yavaş içeri girmeye başlamışlardı. İkinci zilin çalmasına daha iki dakika vardı ve ben bu iki dakikamı olabildiğince gelme olasılığı olan Demir’i bekleyerek geçirmek istiyordum. Giriş kapısının merdivenleri iyice boşaldığında, gidip en yukarısındakine oturdum ve bahçenin girişini izlemeye başladım. Her an siyah ceketi, siyah kot pantolonu ve elinde sigarasıyla oradan adımı atacak, o büyük, metreler ötesinden fark edilebilen mavi gözlerini bana dikecek ve yanıma gelecekmiş gibi hissediyordum… Saatime bakıp saniyelerin hızla geçtiğini gördüğümda hissetmekten çok umduğumu anladım.
Cansu ve Ateş oturduğum merdivenlere geldiklerinde, Cansu bana “Günaydın Güneş, Demir’i bulamadım. Bizimkilere ve bardakilere sordum ama kimse nerede olduğunu bilmiyor. Ama sabah Doğukan’ı gördüm, belki o nerede olduğunu biliyordur,” dedi. “Hayır, konuştum. O da bilmiyor ama teşekkür ederim,” dedim.
Cansu “Lanet olsun! Offf… Parlatıcım arabadaki diğer çantamda kaldı!” dedi.
Ateş “Gidip alırım, sen Güneş’le yukarı çık,” dediğinde, Cansu “O çantada dört tane parlatıcı var ve hangisinden bahsettiğim hakkında en ufak bir fikrin yok. Ben gidip alayım, sen burada bekle. Hemen geliyorum,” dedi ve otoparka doğru hızla ilerledi.
Ateş “Siz kızlar…” deyip yanıma, merdivenlere oturduğunda cevap vermedim ama gülümsedim.
Hâlâ kapıyı izlediğimi fark ettiğimde “Birini mi bekliyorsun? Az önce Cansu’nun bahsettiği Demir’i?” diye sordu.
“Beklemek demeyelim. Sanırım hayal kuruyorum,” diye itiraf ettim.
“Hayal kurmanın kötü yanı nedir bilir misin?” diye sorduğunda Ateş’e döndüm ve “Hayal kurmanın nasıl kötü bir yanı olabilir?” dedim.
“Sen ne kadar hayal kurarsan kur, gerçekleşmeyeceğini bilirsin. Ümitlisindir ve olacağına inanırsın… ama gerçek hayatta aslında kendini kandırmaktan başka bir şey yapmıyorsundur,” dedi.
“Hayalleri hiç gerçekleşmeyen biri gibi konuştun,” dediğimde Cansu bu tarafa doğru geliyordu ve ikinci zil çalmaya başladı.
Ateş bana cevap vermedi ve beraber Cansu’nun gelmesini bekledik.
Sınıfların olduğu kata çıkana kadar Ateş’in söylediklerini düşündüm. Çıktığımızda Cansu’yla Ateş’i koridorda kaybetmeden önce “Hey,” dedim.
İkisi de bana döndü. “Haklısın…” dedim. “Ne kadar çok istersen o kadar olmaz bu hayatta. Çok ama çok haklısın.” Hafifçe gülümsedikten sonra kendi sınıfıma girdim.
Sıramın boş olması da sanırım son düşüncelerimin ne kadar doğru olduklarını bana kanıtlıyordu.
Öğlen teneffüsünde Esma, Burak, Helin ve ben, çetenin masasının hemen yanındaki masada yemeğimizi yiyorduk. Doğukan da bizimle oturuyordu. Helin’in karşısındaydı. Her ne kadar çete bu olaydan pek hoşlanamasa da, okul bizim onların yakınında olmamızı garipsese de kimse bir şey söyleyemiyordu.
Yemekhanede bize bakan gözlerin ve sessizliğin sonucunda, Burak “Ben asıl Demir gelince neler olacak onu çok merak ediyorum,” dedi ve güldü.
Doğukan bize gün boyunca ne nerede olduklarını, ne uğraştıkları sorunları, ne de Demir’in şu anda nerede olduğunu söyledi. Her ne kadar bu durum hem Helin için hem de benim için çok sinir bozucu olsa da içimiz rahattı. Daha doğrusu.. Helin’in içi rahatlamıştı. Benim değil.. ve sanırım Demir’i görmeden de rahatlamayacaktı.
Sohbetimizin konusu Cansu’nun yeni kişiliğine geldiğinde, onlara Cansu’yla bugün yaptığım konuşmadan bahsettim. Cansu her ne kadar iki masa yanımızda oturuyor olsa da kendi sohbetine gömülmüştü. Bizi duyması imkânsızdı.
Esma “Ne yani, sana günaydın mı dedi! Evet arkadaşlar, sanırım dünya gerçekten iki gündür tersinden dönüyor,” dedi. “Sanırım Ateş iyi biri ve onu değiştirmiş olabilir,” dediğimde, Doğukan “Belki de iyi biriydi ama biz tanımıyorduk, daha doğrusu yanlış tanıyorduk,” dedi.
Helin, Doğukan’a “Senin bugün konuşma hakkın yok. Çok sinirliyim,” dediğinde, Doğukan “Bir daha düşün,” dedi ve onu kendine çektiği gibi öpmeye başladı.
Esma alkışlamaya başladığında, Burak “Sanırım Helin’in ağzındaki kek, soluk borusuna kaçtı,” dedi.
“Merak etmeyin ilkyardım eğitim sertifikam var, ben onu kurtarırım,” dedim ve ben de gülümsedim.
Eski okulumda ilkyardım eğitimi almıştım ve sertifikam da vardı. Şu ana kadar hiç kullanmam gerekmemişti ama Doğukan, Helin’i öyle öpüyordu ki sanırım kullanmam gerekebilirdi.
Helin kendini Doğukan’dan ayırdığında “Tamam, bu güzeldi. Ama hâlâ seni affetmiş değilim Doğukan,” deyip önüne döndü. Esma “Masal’a baksanıza,” dediğinde Doğukan hariç hepimiz yan masaya baktık. Esma “Neden kime “şuraya baksana,” desem öküz gibi belli ederek bakıyor? İçine girseydiniz kızın!” diye bize kızdı. Masal, az önce masamızda yaşanan ateşli öpüşmeye tanık olmuş olmalıydı ki, yüzü asıktı.
Helin “Kendimi iyi hissetmem çok mu bencilce?” diye sorduğunda omuzlarımı silkerek “Bence hayır,” diye cevap verdim.
Masadan “Oo, Güneşş!” diye sesler yükseldiğinde, gülerek onları susturdum. “Ne?! Geçen dönem Helin’in hissettiklerini düşünüyordum.. Çok kötüydü,” dediğimde, Doğukan “Bence bu konuyu kapatalım,” dedi. Hemen ardından “Evet, bence de,” dedim ve Burak’ın “Şaka maka bizim altıncı yıldönümümüz yaklaşıyor.” diye atlamasıyla konu değişti.
Okul çıkışında Helin yanıma gelip “Bugün Doğukan’la gidiyorum. Eve yalnız dönebilir misin?” diye sordu. Eğer araba kullanmayı bilseydim Helin’in arabasını ben alıp dönebilirdim. Ya da ucuz, külüstür, her Amerikan ailesinin çocuğuna on altı yaşındayken aldığı hurda ama çalışan bir araba alabilirdim. Öğrenmek istiyordum ama bir süre daha kullanmasam pek sorun yaratmazdı. Sadece araba kullanmam için biraz daha zamana ihtiyaç duyuyordum. Düşüncesi bile beni az da olsa etkiliyordu.
“Dönerim, sorun değil,” deyip sırıttığımda, Helin bana baktı ve o da sırıtmaya başladı. “Ne oldu Güneş?” diye sorarken, ben de bir yandan “Hiç, hiçbir şey. İyi eğlenceler size. Çook çok eğlenin,” dedim ve gülmeye devam ettim ve göz kırptım. Doğukan bana “Hâlâ aramadı mı?” diye sorduğunda, elimde hazır tuttuğum telefonu havaya kaldırdım ve salladım. “Hayır,” dedim.
“Demir sözünü tutar. Beklemeye devam et, görüşürüz,” dedi ve gittiler. Esma ve Burak da servise bindiklerinde otobüs durağına doğru yürümek için okuldan çıktım.
Yürürken, bir yandan da Demir’i bir dakika da olsa düşünmemeye çalışıyordum. O gece Bodrum’dan apar topar gittikleri dakikadan beri meraktan içim içimi yiyordu. Onu o kadar aceleye getirecek, endişelendirecek ne olabilirdi? Günlerce telefonuna bakmamasını, beni aramamasına neden olan şey ne kadar büyüktü? Doğukan işin ne kadar içindeydi? Neden bize ne yaptıklarını söylememişti? Bugün de dediğim gibi. Demir’in gelmesini şu an o kadar çok istiyordum ki gerçek olmuyordu. Biraz aklımı dağıtıp başka şeyler düşünmeliydim.
Sanırım okulun açılmasına karşı tesellim havaların soğumaya başlamış olmasıydı. Adım her ne kadar Güneş olsa da, kışı ve sonbaharı daha çok severdim. Kazak ve botlarımdan asla vazgeçemezdim. Bir an önce yağmur yağmalıydı ve botlarımı…
“Arabaya bin.”
Sesini duyduğum anda tanıdım ve yanıma, caddeye baktım. Siyah arabasının açık olan camından bana bakıyordu. Ben de ona baktığımda bitmiş olduğunu anladığım sigarasını yere attı ve arabaya binmem gerektiğini hatırlatırmış gibi bana baktı. Merakla geçen günlerin ardından ona kızgındım, evet. Bana bir açıklama yapmamış olmasından dolayı ona çok kızgındım ama ona olan özlemimin daha baskın geldiğini, gözlerine bakınca anladım.
Yanındaki koltuğa oturup kapıyı kapattıktan sonra kemerimi bağladım ve ona baktım. Koltuklarımızın arasında duran vitesin üstüne elini koyup ileriye aldıktan sonra tekrar direksiyonu tuttu. Kolundaki damarların hareketini izledim.
Belki biraz saçma gelebilirdi ama bir arabanın vitesinin hiç otomatik değil de normal olmasını dilediniz mi? Yanınızda oturan kişinin çekiminde nefes almaya devam ederken, onun elinin size daha yakın olmasını istediniz mi? Dokunmasına gerek yoktu sanki. Birazcık daha yakın olsaydı bile mutlu olurdunuz.
Belki mantıksız, anlamsızdı bu söylediğim. Ama onun yanındayken işte tam da böyle hissediyordum.