Karanlık Lise 2 – Bölüm 15


Arabada sessizce geçen işkence dolu dakikaların ardından, Demir hâlâ hiçbir açıklama yapmamak konusunda ısrarlı gibiydi.

En sonunda “Okula, bizim ekibe katılabilecek potansiyele sahip yeni bir çocuk gelmiş.. Ateş mi ne… gördün mü?” diye sorduğunda ellerimi havaya kaldırıp “Gerçekten mi Demir?! Şu an bana sorabildiğin tek şey bu mu? Kaç gündür kayıpsın ve tek bir aramama bile cevap vermedin! On saniyeni almazdı belki de.. Yaşadığını bilsem yeterliydi… Helin’le ondan bile şüphe ettik!” diye çıkıştım.

Demir sadece dudağının bir kenarını yukarı kaldırdı ve “Birileri çok özlemiş,” dedi.

Ona şaşkın bir şekilde bakmaya devam ederken cümlesini “… Merak etme, benim eve gidiyoruz,” diyerek tamamladı.

Hâlâ günlerdir nerede olduğuna dair bir açıklama yapmazken hemen onunla iyi olmamı, hatta evine gidip -eminim gayet güzel olurdu ama- onunla yiyişmemi beklediğine inanamıyordum!

“Hayır!” diye ona karşı çıktığımda bana baktı ve ardından tekrar yola döndü. Gülümsediğini görebiliyordum. Onun o muhteşem gülümsemesinin karşısında ciddiyetimi korumak ne kadar zor olsa da, elimden geleni yapıyordum. Gülümseyerek “Tamam, açım zaten. Önce yemek yiyelim,” dedi.

“Neye gülüyorsun?!!” diye sorduğumda “Yok bir şey,” dedi. Gözlerini hâlâ yoldan ayırmıyordu, ama gülümsemesini de durduramamıştı.

“Komik olan ne var?” diye sorarken ben de elimde olmadan gülümsemeye başlamıştım.

O kadar nazikti ki. Gülüşü… hayatımda gördüğüm en kibar, en samimi, en içten gülümsemeydi. Yakalamak zordu. Demir neredeyse hiç gülmezdi. Gülmek de değil, duygularını ifade edecek her türlü mimikten kaçınırdı. Kendi neşesini de, hüznünü de saklardı. Ama bu onu gülümserken, mutluyken görmek.

İşte bu paha biçilemezdi.

“Senin bu saçma atarlarını özlemiş olduğuma inanamıyorum,” dediğinde arkama yaslandım ve onu izlemeye devam ettim.

Tahmin ettiğimden daha yumuşak bir sesle “Bana beni özlediğini ilk defa söylüyorsun,” dedim.

Yüzündeki gülümsemeyi silip “Hayır, öyle mi dedim? Hiç hatırlamıyorum,” dediğinde, “O bile seni kurtaramayacak. Senin evine gelirim ama benden hiç ateşli şeyler bekleme. Sana çok kızgınım,” diye kendimi açıkça ifade ettim.

Kalbim deli gibi “NE YAPIYORSUN SEN? HEMEN O HARİKA DUDAKLARA YAPIŞACAKSIN!” diye bağırırken, bunu söylemek zor olmuştu ama kararımı vermiştim. Cevaplarımı almadan onun suyuna gidemezdim.” Senden kesin yanıtlar alana kadar öpüşmek yok!” deyip kollarımı kucağımda bağladığımda, Demir “Ne?!” dedi ve kırmızı ışıkta durduk. Bana döndü ve “Söylediğinin ne kadar saçma olduğu hakkında en ufak bir fikrin bile yok sarı,” dedi.

“Belki de haklısın, ne dediğimi bilmiyorum… Ama sanırım birilerinin ilgisini çekmiş gibi görünüyorum…” dediğimde tekrar önüne döndü. Yeşil ışık yandığında araba harekete geçti.

Başka bir şey söylememişti. Birkaç dakikanın ardından “Ne yani, bu kadar kolay mı vazgeçtin?” diye sorduğumda bana “Rahatım. Nasılsa kendin isteyeceksin,” dedi ve tanıdığım eski, manipüle edici, kaba, sert, baştan aşağı ego ile dolu, herkesin çekici bulduğu Demir’i geri getirdi.

Yemek yiyeceğimizi söylemişti ama arabayı fazlasıyla büyük ve lüks bir otelin önünde durdurduğunda ona “Yemek yiyeceğimizi sanıyordum…?” demeden edemedim.

“Onun için geldik,” dediğinde ikimizin de kapısı aynı anda açıldı.

“Hoş geldiniz Demir Bey. Oda mı restoran mı?” diye soran üniformalı genci gördüğümde şaşırdım. Aslında şaşırmamam gerekirdi. Demir hakkında bilmediğim çok şey vardı. Hepsini teker teker öğrenecektim,ve öğrenmeden de vazgeçmeyecektim.

Günlerdir nerede olduğunu öğrenerek bu işe başlayabilirdim mesela.

Otele girdiğimiz zaman Demir’in yanında yürüyordum fakat aslında yaptığım tek şey onu takip etmekti. Resepsiyonun yanından geçerken orada duran iki kadın ve bir de erkek vardı. Hepsi aynı anda “Hoş geldiniz Demir Bey,” diye gülümsediklerinde, Demir onlara bakmadı bile. Bense hafifçe gülümsüyor ve başımı sallıyordum.

“Seni nereden tanıyorlar?” diye sorduğumda, bana “Babam bu otel zincirini satın aldı,” diye cevap verdi.

“Ne?!” diye karşılık verdiğimde fısıldamıştım. Demir “Adam sanki gece rüyasında ne görse sabah uyanınca ‘Evet, onu da yapmalıyım, evet, onu da almalıyım,’ diye düşünüyor. Çok saçma,” dedi.

“Tıpkı bizim eğitim sistemimiz gibi,” diye ona cevap verdim.

Asansöre binerken, Demir “Okul açılalı iki gün oldu ve sen çoktan moda girmişsin bile,” diye bana laf attı.

“Alakası yok. Bu yıl son sınıfız ve üniversite sınavı var.Bence tepkilerim gayet normal,” dediğimde asansörün birkaç saniye sonra açılacağını bildiren sesi duydum.

Demir “Sana bir tavsiye vereyim mi? O mod var ya; ondan çık,” dedi ve beni beklemeden boş, içi bordo ve koyu kahverengiyle kaplı asansöre bindi. Kapısı kapanmadan hemen hızlıca onun yanına gittim ve kapıların kapanmasını izledim. Demir, duvarda bulunan tuşlardan üstünde “R” yazana bastı ve ardından karşıma geçti.

Bana yaklaştığında karşıma geçti ve yakınlığından beni öpmek üzere olduğunu anladım.

“Demir, arabada sana dediğim gibi, aynen kuralım geçerli,” dememe bırakmadan beni öpmeye başladı.

Dudaklarımız ilk buluştuğu anda ikimiz de derin birer nefes aldık. Bu hisse, üzerimde bıraktığı etkiye bayılıyordum ve onun da hoşuna gittiğini biliyordum. Elimi Demir’in yanağına koyup onu biraz daha kendime yaklaştırdığım sırada asansör durdu. Demir benden ayrıldı ve kapıya yaklaştı.

“Gördün mü? İsteyeceğini söylemiştim,” dedi ve açılan kapıların ardından asansörden çıktı.

Bu raundu kazanmış olabilirdi, ama bu yemekte Doğukan’la neler karıştırdıklarını öğrenecektim.

Asansörden çıktığımız anda karşımda devasa büyüklükte bir restoran duruyordu. İçeriye yürümeye başladığımızda, esmer ve oldukça güzel bir kız bize yaklaşıp gülümsedi.

“Yine terasta mı yemeyi arzu edersiniz Demir Bey?” diye sorduğunda Demir hiç düşünmeden “İçeride, 51. masa,” dedi ve restoranın en köşesine, cam kenarındaki masaya gidip oturduk.

Biz oturur oturmaz masamızın başına iki garson ve bir de şef olduğunu tahmin ettiğim, farklı üniformalı bir adam geldi.

“İyi akşamlar Demir Bey. Size nasıl yardımcı olabiliriz?” diye sorduğunda, iki garsondan biri Demir’in ve benim önüme mönü koydu.

Ben tam mönüyü açıp içindekilere bakacakken, Demir “Mönüye gerek yok. Mantar ve krema soslu biftek ve her zamanki kırmızı şarap,” dedi ve bana baktı. Ben tam, daha mönüye bakmadığımı söyleyecekken “Güneş de aynısından alacak. Ama kırmızı şarap değil, kola tercih ediyor,” diyerek cümlesini bitirdiğinde, elimdeki mönü çoktan garsonlar tarafından alınmıştı. Başımızdan gittikleri zaman yalnız kaldığımızda, Demir’e “Kendim de karar verebilirdim,” dedim.

“Kelime anlamıyla “babamın, yani benim” oteli ve restoranımda en lezzetli ne olduğunu senden daha iyi bildiğimi düşünüyorum,” diyerek cevap verdi ve konuşmayı bitirdi.

Demir’e “Hazır mısın?” diye sorduğumda bana baktı ve açıklamamı beklediğini gösterecek şekilde bakışlarını değiştirdi.

“Şu bir haftadır hangi cehennemde olduğunu, kiminle telefonda gizli gizli konuştuğunu ve seni bu kadar endişelendiren şeyin ne olduğunu açıklamaya?” dediğimde, bir tartışmanın geleceğinden emindim. Ama eğer bu tartışma yanında cevaplarımı da getirecekse, razıydım.

Demir hafifçe gülümsedi ve “Beni endişelendiren bir şey olduğunu nereden çıkardın?” diye alayla yanıt verdi. “Endişelendirmemiş bile olsa önemli olduğunu biliyorum, çünkü Bodrum’da Doğukan’ın bir kelimesiyle hemen arabaya atladınız ve…” derken bakışlarımı ondan kaçırdım. Bana “Ve?” diye sorduğunda pes ettim. “… ve ben çatıda giyinirken, duşa girerken beni kolay kolay yalnız bırakmayacağını da biliyordum. Ama bıraktın,” diye itiraf ederken utanmıştım.

“Bak orada haklı olabilirsin…” diye karşılık verirken, masaya gelen şaraptan biraz içti. Ardından “İster misin?” diye sorarak kadehi bana uzattığında “Demir! Konuyu değiştirme!” diye onu azarladım.

“Hangi konu?” diye sorup şarap kadehini masaya geri koyduğunda, derin bir nefes aldım ve kendimi sakinleştirdim. Demir’den cevap almak çaba isteyen bir işti, hem de oldukça fazla.

“Demir, beş dakikalığına ciddi olup sorularıma yanıt verir misin? Aynı şeyi ben yapsam, bir anda Helin’le veya bir başkasıyla ortadan kaybolsam, aramalarına hiç yanıt vermesem günlerce, beni merak etmez miydin?” diye sorarak onu empati yapmaya zorladım.

Demir biraz düşündükten sonra bakışlarını değiştirdi ve bana “Sana söylemeyeceğim şeyler çoğunlukta,” dedi ve ardından pencereden deniz manzarasına baktı. Sessiz geçen birkaç dakikanın ardından ona “Bana bak,” dedim. Hareket bile etmediğini fark edince “Bana bak Demir,” diye tekrarladım. Gözlerimiz buluştuğunda ona “Ne kadar kötü?” diye sordum.

Cevap vermek için dudaklarını araladığında “Afiyet olsun,” cümlesiyle garson araya girdi. Masamızı doldurmaya başlamışlardı. Yemeklerin tamamını masaya koyma işleri bittiğinde uzaklaştılar. O sırada Demir’in ilgisini tekrar çekmek için ona “Demir, hâlâ bir cevap bekliyorum,” dediğimde bana yaklaştı ve ciddi bir şekilde “İnan bana Güneş. Ben de cevaplar bekliyorum. Tamam mı? Geçmişte yaptığım, şu an yapıyor olduğum ve gelecekte yapacağım o kadar çok şey varki. Bunların tamamını merak ettiğini biliyorum. Ama gerçekten, gerçekten kaçını öğrenmek istiyorsun? Tüm yaşadıklarımı sana anlatsam geceleri uyuyabileceğini mi sanıyorsun? Benim gibi altından kalkabileceğini mi sanıyorsun? İnan bana Güneş. Kolay değil. Başımda bir ton iş var ve üstüne sen de bir problem oluyorsun,” dedi, ardından doğruldu ve çatalla bıçağını eline aldı.

Arkama yaslanıp ona baktığımda düşünmeye başladım. Haklıydı. Demir’in haklı olduğu pek çok konu vardı, bir o kadar da yeterince düşünmediği ve haksız olduğu. Ama bu konuda gerçekten haklıydı. Gerçekten bilmek istiyor muydum? Öğrendikten sonra gece uyuyamayacağım şeyler yapmış olabilir miydi? Bu yaptıkları ve başına gelenler ona olan bakış açımı değiştirir miydi? Bir haftadır nerede olduğunu öğrenmek isteme sebebim, gerçekten bilmek istemem miydi, yoksa sadece merak mıydı?

Demir “Soğuyunca o kadar da güzel olmuyor. Denedim,” dediğinde tabağımdaki koca bifteğe baktım.

“Ben bunu hayatta bitiremem,” diye itiraf ettiğimde, Demir “Biliyorum. Ben normalde iki tane istiyorum zaten,” diye cevapladı. Demek benimkini de yiyeceğini önceden hesaplamıştı.

“Tüm bu hesap kitap zekânı matematiğe de yansıtsan okul birincisi olursun, biliyorsun değil mi?” dediğimde, Demir “Dersler ve şu son beş gün hakkında tek kelime daha edersen o asansöre geri döneriz ve uzun bir süre daha çıkamazsın,” dedi.

Kendimi susturabilmek için hemen kolamdan içmeye başladım. Asansör fikri oldukça cazip geliyordu aslında…

Yemeğe başladığımda ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Hızlıca yememe rağmen, Demir yine haklı çıktı ve yarısını ona vermek zorunda kaldım.

Evine vardığımızda günlerce Doğukan’la nerede olduklarını ve nelerle uğraştıklarını öğrenme konusunu arka plana atmıştım. Evet, merak ediyordum ve bir gün Demir’in tüm gerçeklerine karşı dayanıklı olabileceğime inanıyordum fakat şu anda onları öğrenmek istemediğimde karar kıldım. Yemekte çok mutluydum. Okula yeni gelen Ateş’ten konuyu açıp müziğe kadar gelmiştik. Demir’le ilk defa bu kadar uzun sohbet etmiştim. Uzun derken, tabii yine kısa ve tek kelimelik cevaplar veriyordu ama yine de artık yavaş yavaş konuşmaya başlamıştı. Aradaki farkı görebiliyordum.

Evin kapısını açmadan önce Demir’in söylediği tek şey “Işık neden açık?” oldu.

Kapıyı açıp salona girdiğimizde Demir’in gelişiyle ayaklanan iki silueti gördüm. Bu iki siluetin görünüşleri tanıdıktı, kim olduklarını biliyordum. İsim söyleyebilirdim ama içimi kaplayan duygu fırtınası karşısında bize doğru gelen bu tanıdık yüzlere nasıl bakacağımı bilemedim.

Demir “Baba?” dediğinde Gökhan Erkan eşi Dilan Erkan’ın hemen arkasından bize doğru geliyordu.

Annesi ona sarıldığında, Demir başta hiç tepki vermedi. Birkaç saniye sonra şaşkınlığı geçip kendine geldiğinde annesinin kollarından ayrıldı ve babasının yanına gitti.

“Burada ne işiniz var?” diye sordu.

Babası “Burası benim evim. Evime gelemez miyim?” diye gereksiz yere sert çıktı. Demir “En son kaç ay önce geldiğinizi unuttum da, yedi miydi yoksa sekiz mi?” diye kinayeli bir cümle kurdu.

Topuklu ayakkabılarının üstünde, uzun, dalgalı ve kumral saçları ve Demir’inkiler kadar koyu olmayan mavi gözleriyle annesi Dilan Erkan “Bizi bu güzel kız arkadaşınla tanıştırmayacak mısın?” diye sorduğunda, başımı kaldırıp beni inceleyen gözlere birer birer baktım. Annesinin yüzünde, oğlunun “evine getirecek kadar yakın” olduğu bu arkadaşıyla tanışma isteğinden fazla bir şey yoktu. Demir’in gözlerinde, ailesini evde görmenin şokuyla onları benimle tanıştırdığı bir dakika içinde olacakları deli gibi merak eden, ve endişelenen ifadelerle karşılaştım. Babası Gökhan Erkan’a gelince… Demir’in saçlarıyla aynı, simsiyah saçları vardı ve o da açık tenliydi. Ela gözleri vardı. Giyilmekten asla yıpranmamış, lacivert takım elbisesiyle karşımda duruyordu. Göz göze geldiğimizde surat ifadesi az da olsa değişti. Beni tanıyor gibi olmuştu.

Ailemi öldüren gözler bu gözlerdi. Şu an ağlamam mı gerekiyordu, aslında, tam karar veremiyordum ama uzun zamandır hiç olmadığım kadar ağlamaktan uzaktaydım. İçim nefretle kaplıydı. İlk defa birine karşı bu kadar nefret hissediyordum. Daha önce hiç tanımadığım birine nasıl böylesine kızgın olabilirdim? Sanırım sorumun cevabı açıkça ortadaydı.

Yutkundum ve sesimi biraz sonra söyleyeceklerim için hazırladım. Söyleyeceğim cümlelerin hepsi önceden bir bir seçilmiş, uzun zamandır düşünülen kelimelerden oluşacaktı. Şu ana kadar fark etmemiştim ama sanırım uzun zamandır bugünü bekliyordum.

Gökhan Erkan “Demir, acaba arkadaşınla daha önceden tanışmış mıydım?” derken ona doğru bir adım attım ve sözünü keserek “Adım Güneş Sedef, ve beni eminim çok iyi tanıyorsunuz,” dedim.

Geri adım atmayacaktım. 


error: Bu içerik koruma altındadır.