“Sen delirdin mi?”
Arkamdan gelen erkek sesini duyunca, iskelenin başından bana bağıran kapüşonlu birini gördüm. Sesi tanıdık değildi. Bu sabah gelince tanıştığımız Emre’nin sesine de benzemiyordu. Cevap verme gereği duymadan tekrar önüme döndüm.
“Hey! Sana söylüyorum, duymuyor musun?”
Sesini büyük bir gök gürültüsü bastırdı. “Fırtına geliyor, denizin yükseldiğini görmüyor musun? Hemen kapalı bir yere gitmeliyiz!”
İskelede oturduğum yerden aşağı baktığımda, gerçekten deniz seviyesinin çok yükselmiş olduğunu, hatta dizime yaklaşmış olduğunu gördüm. Ne kadar zamandır denize değiyordum?
Sakin bir sesle “Sana burada benimle kal diyen olmadı,” dedim.
Yanıma geldi. Anlaşılan kapüşon saçlarının ıslanmasını pek de engelleyememişti. Beni kolumdan tuttu. “Bırak beni!” diye bağırıp ayağa kalktım. “Ölmek mi istiyorsun? Buradaki fırtınaları bilmezsin sen! Birazdan dalgalar iskeleye vuracak!” dediğinde denize baktım. Çakan şimşeğin ışığıyla gözlerim kamaştı ve az öncekinden büyük bir gök gürültüsü duydum.
“Haklısın. Hadi gidelim,” dedim ve iskeleden koşarak uzaklaştık. Gerçekten çabuk ikna olmuştum. Sahilde bizden başka kimse kalmamıştı. İskeleden inip sahile vardığımızda, hemen sahil büfesinin şemsiyelerinden birinin altına girdik.
“Bu yağmur değil başka bir şey olmalı,” dediğimde, esen rüzgâr birden şiddetlenip üstümüzdeki şemsiyeyi devirdi. Yanımdaki, benden yaklaşık on beş santimetre daha uzun olan çocuk bile düşen şemsiyeyi tutamadı.
“Harika. Umarım anahtarlar yanımdadır,” dedi.
“Nerenin anahtarı?” diye sorarken ben, cebinden bir anahtarlık çıkardı. Anahtar kapıyı açtığında içeri girdi. Benim onun arkasından girmediğimi görünce geri döndü ve “Daha iyi bir fikrin var mı?” diye sordu. Sanırım yoktu. Hızlıca kapıdan girdim ve arkamdan kapattım. Pencereden iskeleye doğru baktığımda gelen büyük dalganın demirleri aşıp geçtiğini gördüm. Ucuz atlatmışım. Ben aptal gibi orada oturmaya devam ederdim çünkü.
“Buranın anahtarlarını nasıl,” diye sormaya başlamadan “Şu gördüğün sörf tahtaları var ya? Arkadaşlarımla sörf yapıyoruz ve tahtaları da burada tutuyoruz. Büfenin sahibi aile dostumuz, bu yüzden sorun çıkmıyor,” diye açıkladı. “Ben Kayhan,” diye ekledi ve camları kapattı, hemen yanında duran sandalyeye oturdu. Ona cevap vermediğimi ve ayakta dikilmeye devam ettiğimi görünce “Merak etme, seri katil falan değilim. Olmak gibi bir niyetim de yok, en azından henüz,” dedi ve gülümsedi.
Aklıma, The Fault In Our Stars referansı geldi ve cevap olarak ona “Bu tam da bir seri katilin söyleyeceği bir şeydi,” dedim. Ardından da hemen kapının yanındaki sandalyeye oturdum.
“Şimdi sırada ne var? “Pain demands to be felt,” falan mı? Yoksa metaforlardan mı konuşacağız?” deyip gülümsediğinde ben de gülümsedim.
“Sadece filmini mi izledin, yoksa kitabını da okudun mu?” diye sordum. “Kitaplar her zaman filmlerinden daha iyi oluyor,” dedi ve camdan dışarı baktı. Sessiz geçen birkaç dakikanın ardından bana dönüp “Gay olduğumu düşünmüyorsun değil mi?” diye sordu. Ellerimi iki yana kaldırıp “Aklımdan geçmedi değil,” dedim gülümseyerek. “Neden herkes böyle olmak zorunda ki? Her seferinde! Böyle kitaplar okuduğum ve ardından filmlerine falan gittiğim için illa eşcinsel mi olmak zorundayım? Güzeldi, okudum.”
“Bir şey demedim, tavırlarından dolayı düşündüm zaten. Okuduğun kitapla ya da izlediğin filmle ne ilgili var?” Islanınca rengi koyulaşmış olan saçları kurumaya başladıkça sarıya dönüyordu. “Bak şimdi sana bir sır vereceğim, adın ne demiştin?”
“Güneş, ve adımı söylememiştim.”
“Sana vereceğim sır şu: Tüm o bu kız filmi, ben bunu izlemem veya kitabını okumam diyenler var ya, hepsi yalan. Bahse varım izledikten sonra hepsi sevmiştir.” O filme Demir müsait olmayınca Esma ve Burak’la gitmiştim. Helin o gün Doğukan’laydı. Biz orada Esma’yla hüngür hüngür ağlarken, Burak’a pek dikkat edememiştim ama çıktığımızda Burak’ın da kahkaha attığını görmemiştim doğrusu. Kötü bir yorum da yapmamıştı. Kayhan haklı olabilirdi, yine de cevap verme gereği duymadım. Her ne kadar sohbet keyifliymiş gibi davranıyor olsam da aslında rol yapıyordum. Hâlâ öncesini, gazete kâğıdını, yaşadıklarımı ve Demir’i düşünüyordum. Açıkçası bunlar, etkisinden hemen çıkabileceğim şeyler değildi.
“Yağmur sakinleşiyor gibi. Buranın bir özelliği de bu tip fırtınaların ara sıra olması ama ardından o eski cehennem sıcağının hiçbir şey olmamış gibi geri dönmesi,” dediğinde konuşma açma girişiminde bulunduğunu anladım ama sadece başımı sallamakla yetindim.
“Buraya yeni mi taşındın? Yani, seni ilk defa görüyorum ve açıkçası buraları bilen herkes şu bulutlar görüldüğünde kapalı bir yere girilmesi gerektiğini bilir,” Kollarımı göğsümde birleştirmiş, varacağı yeri bekliyordum. “… Ne saçmalıyorum. Arada düşüyor benim çenem de işte.” Dudaklarımı birbirine bastırıp tebessüm ettim.
“Buraya hoş geldin Güneş,” dedi. Benden hoşlanmıştı.
“Sadece yaz için buradayım, üç arkadaşımla beraber. Bodrum’un yerlisi misin?” diye sorduğumda “Doğduğumdan beri buradayım,” diye cevapladı. Oyalanmak istemiyordum. Bulutların dağılmaya başladığını ve yağmurun da durmak üzere olduğunu gördüm. Ayağa kalktım. “Sanırım gitsem iyi olur, hava da düzeldi.”
Uzaklardan adımı duyar gibi oldum.
“Güneş!”
“Güneş neredesin?”
Helin ve Burak’ın sesiydi. “Bunlar bakıcılarım. Pardon, arkadaşlarım,” diye açıkladım ve kapıyı açtım. Beni görünce büfeye yanaştılar.
Helin “Nerdeydin? Camdan iskelenin halini görür görmez seni aramaya çıktık! Ödümüz patladı Güneş,” dedi. “İyiyim,” Helin’in bana sarılmasına izin verdim. Burak “Selam kardeşim,” diyerek Kayhan’la selamlaştı. Tanıtmaya giriştim. “Kayhan. Beni iskelede gördü ve fırtına geçene kadar burada durmama izin verdi,” dedim, ardından da Kayhan’a dönerek “Helin ve Burak,” diye ekledim.
Burak’a “Esma nerede?” diye sordum. “Evde. Hemen yemek yapacağım diye mutfağa girişti. Deli hatun.”
“Biz de gitsek iyi olur,” dediğimde, Kayhan “Evet, benden çok ıslandın. Hemen üstünü değiştirmelisin,” dedi. Sadece beş dakika önce tanışmıştık, neydi bu tavsiyeler?
“Sağ ol, aklıma bile gelmemişti,” deyip el salladıktan sonra, Helin ile Burak’ın arasından geçtim, yürümeye başladım. Eve geldiğimizde Helin “Çocuk sana fırtına geçene kadar sığınabilecek bir yer veriyor, sen teşekkür bile etmiyorsun,” diye çıkıştı.
“Cidden Helin, hiç havamda değilim. Ben yıkanacağım. Sonra aşağı inerim.”
Yemekte Burak “Sevgilim yine döktürmüş,” dediğinde, Esma “Tatlı olarak da tiramisu yaptım. Asıl onu yiyene kadar bekleyin,” diyerek şovunu yaptı. Helin “Evet, Esma’nın yaptığı tiramisu gibi bir tatlı hayatımda yemedim. Kız doğuştan yetenekli.”
“Güneş, sen beğenmedin mi?”
Esma’nın sesini duyar duymaz başımı kaldırdım.
“Efendim?”
“Yemeği diyorum. Hiç yememişsin neredeyse.”
Masada konuşulanları takip ediyor olsam da aklım başka yerdeydi.
“Hayır, hayır. Gerçekten çok güzel. Sadece iştahım yok. Tokum galiba,” dedim. Burak “Yemeyene tatlı yok,” deyip güldüğünde, “Ben de kilo vermeye çalışıyordum zaten, sorun olmaz,” diye karşılık verdim.
Helin “Zaten inceciksin, hele hele şu iki günde sanki on kilo verdin,” dediğinde tabağımdaki büyük tavuk parçasını ağzıma tıktım. “Eline sağlık Esma. Ben biraz yorgunum, sanırım yatacağım. Afiyet olsun,” dedim ve üç ay boyunca inim olacak çatı katına çıktım. Kendimi yatağa attım. Tavana bakıyordum.
Dünyada milyarlarca insan vardı ama o olmak zorundaydı değil mi? Of! Of! Of!
Çantamdan iPodumu aldım ve tekrar yatağa oturdum. Hangi şarkıyı dinleyeceğimi biliyordum. Say Something’in daha sadece ilk notasını duymuş olmama rağmen ağlamaya başladım. Sesi sonuna kadar açtım ve bizim için en anlamlı olan şarkıda kayboldum. Şarkıya eşlik etmek istiyordum ama onsuzken bunu yapmak dünyanın en manasız şeyi olacaktı, bunu biliyordum. İnsanlar bu şarkının alt tarafı basit bir şarkı olduğunu düşünebilirler. Belki de bunu dinleyip ağlanacak ne var da diyebilirler ama umrumda değil. Bu şarkı bir şarkıdan daha fazla. Her sözünde Demir var ve her notasında.
Omzuma bir el değdiğini hissederek gözlerimi açtım ve kulaklıklarımı çıkarıp yanımda bulduğum Esma’ya sarıldım. Ağlamaya devam ediyordum. Hıçkıra hıçkıra… Umrumda değildi. İnsanların benim hakkımda ne düşüneceği umrumda değildi. Ağlamak istiyordum ve kendimi bıraktım.
“Eğer içinden geliyorsa sabaha kadar ağlayabilirsin Güneş. Ben buradayım,” dediğinde ona daha sıkı sarıldım.
“Destek güç lazım mı?”
Helin’in sesini duyduğumda, Burakla beraber merdivenden bize baktıklarını gördüm. Başımı evet anlamında salladığımda, gelip onlar da bana sarıldılar. “Ben, ne yapacağımı bilmiyorum. Sonunda ona tam anlamıyla güvenebiliyordum ve böyle bir şeyi tahmin bile edemedim. İnanın bana, aklımın ucundan bile geçmedi,” diye sözüme başladığımda, Burak aşağıdan getirmiş olduğu peçete kutusunu bana uzattı. Helin de Esma’nın yaptığı tiramisudan iki dilim koymuş olduğu tabağı bana uzattı.
“Bak Güneş, bunu ye, kesinlikle kendini daha iyi hissedeceksin,” deyip gülümsediğinde, çatalımla tatlının tadına baktım.
Ağzım doluyken “Sanırım üçüncü bir dilim daha gerekecek,” dediğimde hepsi gülümsedi.
Yanımdaydılar. Zor anlarımda da yanımdaydılar ve onlar hakkında en sevdiğim özellik buydu.
Burak “Peki şimdi ne yapacaksın? Amacım seni üzmek falan değil, sakın yanlış anlama. Sormaya çalıştığım, artık nasıl bir yol izleyeceğin aslında. Onunla aynı okula gidiyorsun. Tamam, belki okula zar zor geliyor, dersleri falan atlıyor olabilir ama sonuçta onu eninde sonunda göreceksin. O zaman ne olacak?” diye sorarak haklı bir noktaya değindi. “Bilmiyorum. Bu üç ay sanırım bunu anlamama yardımcı olacak.” Ağzımdan çıkanlara hala inanamıyordum. Onunla bu konuma gelmek, hayatımda en son isteyeceğim şey olurdu. “Yani, umarım.”
Esma “Böyle bir şeyi bilip de senden sakladığına inanamıyorum. Hadi bunu da geçtim, seninle çıktı. Sevgiliydiniz. Onu bilmiyorum, belki senden gerçekten de hoşlanıyordu ama günün sonunda neyse ne, senin ona âşık olmanı sağladı. Böyle bir şeyi bile bile senin ona bağlanmanı sağladı. Bu, bencillikten başka bir şey değil,” dedi.
Helin “Sana umut verdi Güneş. Tamam bu kişi Demir olabilir ama sonuçta sana kimseye bakmadığı gibi baktı ve beraber birçok şey paylaştınız,” dedi. Burak “Yani neler atlatmadınız ki! Cansu ve Cenk’in başınıza açtıkları… Tüm o anlarda bile devam ettiniz,” diye ekledi. Hepsi haklıydı ve en kötüsü bunları benim de biliyor olmamdı. Şu an bana o kadar zor geliyordu ki… Demir’i hatırlamak istiyordum ama bir yandan da verdiği acıdan kurtulmam gerektiğini biliyordum. İkisinin aynı anda olamayacağını anlıyordum artık.
“Biz iyiydik. Her yönüyle biz imkânsızı başarmıştık. Sanırım fazla iyiydik ve bu yüzden mutlaka arkasından bir şeyler çıkacaktı. Ne zaman mutlu olsam, bir gün bozulacağını biliyordum. Ailemi kaybettikten sonra bunu öğrenmiştim fakat Demir, bana bu tespitimin yanlış olduğunu her geçen gün kanıtlamıştı. Demek buraya kadarmış…” dedim ve gözlerimi sildim. Ağlamak iyi gelmişti.
Helin “Belki de başkalarıyla görüşmelisin. Bugün fırtına sayesinde tanıştığımız Kayhan tatlıydı. Kabul et,” dediğinde Kayhan’ın sarı saçları ve ela gözleri aklıma geldi. Evet, uzun boyluydu, sörf yaptığından falan bahsetmişti ve ortak ilgi alanlarımız vardı ama gerçekten yapamazdım. “Şimdilik istemiyorum Helin. Sanırım biraz zamana ihtiyacım var,” diye cevapladım. Esma “Sabah tanıştığımız Emre isimli çocuk da tatlıydı. Kim bilir burada daha ne iyi tipler vardır Güneş…” dediğinde, Burak “Öhöm öhöm!” diye ses çıkardı. Esma, “Burak gibisini bulamayız ama, idare edeceksin artık güzelim,” diye sözünü tamamladı, gülümsedim.
Burak “Hemen bunu yap demiyoruz. Üç ay uzun bir süre. Bakalım neler olacak. Belki de barışırsınız, kim bilir,” dedi.
Demir’le tekrar birlikte olmayı ister miydim? Sanırım asıl cevaplamam gereken soru buydu ve bu da şak diye anında verebileceğim bir cevap değildi. İyice düşünmem ve sonuçları değerlendirmem gerekirdi. Bu tatil boyunca yatıp dizi izleme ve kitap okumanın yanında bunu da çözmem gerekiyordu ve çözmediğim sürece içim rahat etmeyecekti.
Ama zaten o benimle bir daha birlikte olmak isteyecek miydi ki? Daha en başından arayıp, beni bir daha görmek istemediğini o söylemişti. Onun evine gidip yüzleştiğimdeyse, gözlerinin bambaşka anlamlar taşıdığını görmüştüm ki bu da bana söylediklerinin o kadar da içinden gelmediğini gösteriyordu.
Kafayı yiyecektim.
“Haklısın Burak… Kim bilir?” diye cevaplamaktan başka seçeneğim yoktu.