Günün kalanında Demir yoktu. İşi olduğunu söyleyip çıkmıştı okuldan. Nereye, ne için gittiğini bilmiyordum. Her zamanki gibi.
Son dersteyken bir an önce bitmesini istediğim dakikaları sayıyordum. İngilizce öğretmenimiz “Tamam. Yeter artık inanın ben de sıkılıyorum. On dakika serbestsiniz,” dediğinde, Esma ve Burak anında arkalarını döndüler. Esma sessizce “Bu adamın İngilizcesi benimkinden bile kötü. Benimkinden bile! Buna inanamıyorum,” dedi. Burak “Aynen. Geçen seneki ingilizceci daha iyiydi. Bizi yine iyi çalıştırdın Güneş. Bu sene ihtiyaç bile olmayacak çalışmamıza. Adam kendisi de bilmiyor,” diyerek, Esma’ya destek oldu. “Onu bırakın, aklım Arda’da. Kaç haftadır aramalarıma yanıt vermiyor,” diyerek Arda konusunu açtım.
Esma “Kafeye gittin mi?” diye sorduğunda “Evet! MMA diye bir spora mı ne başlamış, bir ton antrenmana gidiyormuş… Babası söyledi. Arda’yı yakalayamadım,” diye cevapladım. Burak ıslık çalarak önüne döndüğünde, Esma ile birbirimize baktık.
“Burak, bir şey biliyorsan söyle,” diyerek, onun tekrar bize dönmesini sağladım.
“Söylenecek bir şey yok ki Güneş. Hepsi ortada. Tabii ki telefonlarına çıkmayacak,” dedi.
“Ne demek istiyorsun? Biz onunla çok uzun zamandır arkadaşız ve hiçbir zaman aramız bu kadar açılmadı. Hep bir yolunu bulup barıştık. Konuşmadığımız maksimum iki gün olurdu. Şimdi onunla tekrar konuşabilmeyi istiyorum. Onu özledim.”
“Bunları ona söylemeyi denedin mi?”
“Yakalayabilsem söyleyeceğim de işte yok ortada! Çıkışta yine kafeye gideceğim. Burak, ne demek istediğini biraz daha açıklayabilir misin?”
Burak “O kadar uzun zamandır arkadaşsınız ki, dışarıdan birinin sizin işinize karışması doğru olmaz, yani bir yorum yapamam. Ama onu çok kırdığın konusu gerçek,” dedi. Hâlâ anlayamadığım için Esma’ya baktım. Esma “Haklı. Dediğin gibi, yakındınız ama aranıza Demir’in girmesine izin verdin,” dedi. Demek konu hâlâ buydu. Demir’in aramıza girmesine izin mi verdim? Öyle bir şey yaptığımın farkında bile değildim. Demir benim için bomboş bir bulmaca gibiydi yaz tatilinde. Bana ipucu verecek tek bir kutu bile dolu değildi. Onsuzluktan ve cevabını bilmediğim sorulardan dolayı kafayı yerken o Bodrum’a, evimize kadar gelmişti ama Arda o geldiğinde beni uyandırmayı, hatta söylemeyi bile çok görmüştü. Tamam beni korumak istemesi güzeldi. Kesinlikle Arda’dan bunu yapmasını beklerdim, yani beni korumasını. Daha fazlasını değil! Demir’in oraya geldiğini gizlemesinin nedenini hâlâ çözememiştim. Bu, onun dediği gibi “korumak” olamazdı. Kıskançlık da değildi.
“Arda beni kıskanmıyordur, değil mi?” diye sordum.
Burak “İşte bu benim katılmak istemediğim bir konuşma. Üzgünüm Güneş. Bu konuda Arda’nın arkasındayım,” deyip omuz silkti ve önüne döndü. Esma’ya “Ne ara Arda’nın tarafı ve benim tarafım oldu? Her neyse, sence Demir yüzünden kıskançlık duyuyor olabilir mi?” diye sordum. Esma “Ben bunu bilemem, sanırım bunu anlayabilecek olan tek kişi sensin. Anlamak için de onunla buluşmalısın. Fakat benim kendi düşüncelerimi duymak istiyorsan?” dedi. Onaylarak başımı salladım.
“Arda eğer kıskanıyorsa bunu dışarıdan göstermeyecek kadar gururlu biri. Hepimiz onu samimi, içten, her ortama uyan, harika bir arkadaş olarak görüyoruz ama aslında zeki de ve eğer seni Demir’le paylaşmak istemiyorsa; senin veya herhangi birimizin bunu anlamamasını rahatlıkla sağlayabilir. Hadi bizi geçtim… sen nasıl anlamazsın? Yazın Bodrum’da bizimle o kadar kaldı, hiç mi ipucu görmedin?” diye sordu Esma. Yazın Arda Bodrum’dayken aklımın hâlâ Demir’le meşgul olduğu bir gerçekti fakat eğer böyle bir durum olduysa anlamam gerekirdi. Onun bir bakışından, bir kelimesinden anlardım ben ne düşündüğünü. O da aynı şekilde beni anlardı.
Arda en sonunda bana patlamıştı. Ona, neden bana Demir’in geldiğini söylemediğini sorduğumda, beni korumaya çalıştığını fakat benim hâlâ saçma sapan düşünceler içinde olduğumu söylemişti. Ama artık doğruları öğrenmiştik ve Demir’in ailemi öldürmediği ortaya çıkmıştı. Asıl bunları yapan babasıydı ve tüm suçu, Demir’in sicilindeki diğer suçlar gibi oğlunun üstüne atmıştı.
Zil çaldığında herkes ayağa kalktı ve sırayla kapıdan çıkmaya başladı. Esma’ya “Hayır, o gidene kadar Demir’i kıskandığını anlamamıştım. Ama anlamam gerekirdi,” dedim.
Sınıftan çıktık. Burak, “Sonunda doğru bir şey söyledin Güneş,” dedi.
“Sanırım gidip onunla konuşmalıyım. Hem de bir an önce. Burak,başka bilmem gereken bir şey var mı? Ne konuştunuz en son?” diye sorduğumda Esma da “Gerçekten Demir’i mi kıskanıyor?” dedi. Burak “Erkeklerin o kadar da detaylı konuşmadığını ne zaman anlayacaksınız? Bilmiyorum ama gidip gönlünü alman gerekiyor,” diye cevap verdi. Bahçeye indiğimizde Helin ve Doğukan’la buluştuk. Otoparka doğru hep beraber yürümeye başladık. Doğukan “Güneş ne bu acele?” diye sorduğunda, Burak benim yerime cevap verip “Kafeye gidecek,” dedi.
Doğukan “Hmm, şu Arda meselesi,” dediğinde, Helin “Ne yani sen de mi biliyorsun?” diye sordu.
Esma bir yandan “Hani erkekler bizim kadar çok konuşmazdı?” diye Burak’a laf atıyordu.
Burak “Çok detaylı konuşmayız demiştim hayatım,” dedi ve Esma’yı yanağından öptü. “Arada fark var.”
Doğukan, Helin’le bana cevap olarak “Arda sizin olduğu kadar bizim de arkadaşımız. Haberimiz var,” dedi. O sırada Arda’nın bizimkilerle ne ara bu kadar yakınlaştığını düşündüm. Ankara’ya müzikal için giderken bu kadar kaynaşmış olamazlardı. Tamam Burak’la belki ama Doğukan o zaman bizimle takılmıyordu. Demek ki… “Bodrum’da senin aklın iki karış havada uçarken Arda bizimleydi,” dedi Helin sanki aklımı okumuş gibi. “Bilmem… bana daha çok Şevval, Berke ve diğer Bodrum tayfasıylaymış gibi gelmişti. Özellikle de Hemraz’la…” dediğimde, Esma “Bak! Asıl sen kıskanmışsın işte. Her ne kadar arkadaşın olsa da insan paylaşmayı sevmiyor,” dedi. Burak da “Bir de Arda’yı sorguluyoruz burada. Çocuk tabii ki haklı,” diyerek tekrar Esma’ya katıldı. Ardından veda ettiler ve servislere doğru gittiler.
“Sanırım bu sefer ben de katılıyorum. Arda haklı olabilir, belki beni kıskanmıştır ya da kıskanmamıştır… Ama bu ‘koruma’ bahanesiyle Demir’i benden saklaması gerektiği anlamına gelmiyor,” dedim, Helin’le Doğukan’a.
Arabalarını park ettikleri yere vardığımızda, Doğukan “İstiyorsan seni bırakalım. Madem bugün sevgilimi kapmıyorsun, onu ben çalayım. Seni de kafeye bırakalım,” dediğinde, Helin “Sana araba kullanmayı öğretmem lazım bir gün. Bak yine hatırladım,” dedi.
“Şimdilik iyiyim, sağ olun. Ben biraz yürüyüp minibüse binerim. Siz keyfinize bakın,” dedim ve onlarla vedalaştıktan sonra otoparktan çıktım. Çıkarken gözüm Demir’in arabasını, bazen de motorunu park ettiği boş yere takıldı.
Minibüs yoluna doğru yürümeye başlamıştım ki arkamdan gelen “Güneş!” sesini duydum. Sonra yanıma yaklaşan, pek de yeni olmayan, eski, gri, ufak bir minivan gördüm. Minivanın bana nereden tanıdık geldiğini düşününce aynısının kuzenimde bir oyuncağının olduğunu hatırladım. En sevdiği oyuncağıydı.
Arabanın camından içeri baktığımda, Cansu’nun bana seslendiğini fark ettim. Arabayı o kullanıyordu. Yan koltuğunda da Ateş oturuyordu.
“Nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda, çok detay vermeden “Bir kafeye,” diye cevapladım.
Ateş “Bence uygundur,” dediğinde Cansu ona baktı, ardından bana döndü.
“Uzak mı?” diye sordu.
“Hayır, minibüse binmem gerekiyor. Bırakmanıza gerek yok,” dedim.
Cansu “Biz de yemek yiyecek yer arıyorduk ama sürekli aynı yerlerden bıktım artık. Bir değişiklik olsun. Biz de gelelim. Hem sen de minibüse binmek zorunda kalmamış olursun?” dediğinde, gülümsedim ve arabaya doğru yürüdüm.
Helin yanımda olsa “Ne yapıyorsun? Şeytanın arabasında ne işin var Güneş?” diye başıma kakardı, bundan emindim. Arabaya bindiğimde Cansu’nun içinde kötü bir niyet olmadığından emindim, aslında emin gibiydim, biraz…
Tamam emin değildim. Ama ne kötülük gelebilirdi ki? En fazla hakaret ederdi. Hem Ateş de buradaydı. Onun yanındayken deli kızımız iyilik meleğine dönüşüyordu.
Arabadaki sessizliğin garip olduğunu düşündüğüm için “.. Buradan sağa döneceğiz.” dedikten sonra “Cansu yeni araba mı aldın, eskisine ne oldu?” diye sordum.
“Yok bu benim arabam değil. Ateş’in,” diye cevapladı. Tabii ki onun arabasının yanında -bana göre gayet tatlı bir arabaydı ama Cansu için- bu arabanın biraz “külüstür” kalacağından emindim. Cansu konuşmayı devam ettirip “Ateş bugün okuldaki tribünlerden inerken bacağını çok zorladı. Biliyorsun, sakatlık falan. Ben de sürücü koltuğuna geçtim işte,” dedi ve açıklamasını yapmış oldu.
Ateş “Üstünden iki yıl geçti ama hâlâ zorluk çıkarıyor baş belası,” dedi.
“Daha kötü de olabilirdi. Hiç yürüyemiyor bile olabilirdin. Doktorlar bana kazadan sonra bacağımdaki kırıkların iyileştiğini, yürüyebileceğimi söylemişlerdi fakat ben hâlâ oynatamıyordum, psikolojik travma yüzünden. Ama şimdi iyiyim. Bazen düşünüyorum, eğer o travmayı hiç atlatamamış olsaydım ne olurdu diye…” diyerek Ateş’i mi yoksa kendimi mi rahatlatmaya çalışmıştım bilmiyordum. Fakat rahatlamamı gerektirecek ne vardı ki? Alt tarafı çocukluğumdan beri en yakın arkadaşımla konuşmaya gidiyordum. Bir süredir hiç konuşmamıştık ama her şeyin iyi olacağından emindim. Biz her zaman bir yolunu bulurduk. Böyle düşünüyordum ama Burak’la Doğukan’ın söylediklerinden sonra nedense içimde kötü bir his oluşmuştu.
Kafeye geldiğimizde arabadan indim. Cansu bana park edecek yer bulduktan sonra geleceklerini söyledi ve yola devam etti. Kafeden içeri girdiğim anda ilk olarak içeride, kapının önünde duran kızı gördüm. Kafede boş yer mi yok diye bakındığımda, boş olan altı masa saydım. Bu kız neyi bekliyordu ki?
Mutfağın girişinden görülen Semih Amca’ya selam verdim ve ardından Arda’yı aramaya başladım. Kafenin üst katından aşağıya doğru merdivenlerden iniyordu. Sarıya biraz yakın kumral saçları, siyah gözlükleriyle oradaydı. Bir tek, yeşil gözlerini görebilmek için ona yaklaşmam gerekiyordu.
Yanına gidip “Selam,” dediğimde bana baktı, merdivenlerin son basamağında duran kırmızı spor çantasını aldı, omzuna astı. Ardından “Merhaba,” dedi.
Beni gördüğüne şaşırmamıştı. Sesinden bu anlaşılıyordu.
“Nasılsın?” diye sorduğumda, Arda kasanın arka tarafına geçti, “İyiyim, sen?” diye sorarken, bir yandan da bilgisayarın yanında duran telefonunu, cüzdanını ve anahtarlarını aldı. “Anahtarlığını mı çıkardın?” dediğimde, bir bana bir de anahtarlığına baktı. Ona iki, üç… Dört, evet, dört yıl önce doğum gününde aldığım, üstünde gitar olan anahtarlığı çıkarmıştı sanırım. Başını kaldırmadan “Düşmüş olmalı,” dedi ve ardından anahtarları cebine koydu. Masanın yanındaki sandalyeye asılmış lacivert ceketi aldığı gibi üstüne giydi ve yanımdan geçti. Kafenin kapısına yaklaşmışken onu kolundan tutup çevirdim ve “Nereye gidiyorsun?” diye sordum.
“Antrenmana,” ve iki adım daha attı. Ardından tekrar onu kendime doğru çevirdim. “Tamam, antrenmandan sonra nereye?”
“Arkadaşıma söz verdim Güneş, işim var. Sonra konuşuruz,” deyip kapıya doğru bir adım daha yaklaştığında, önüne geçip onu bu sefer kesin bir şekilde durdurdum. “Arda, benimle konuşur musun lütfen? Aramızı düzeltmeye çalışıyorum burada, fakat senin bana doğru düzgün cevap verdiğin bile yok. Günlerdir, haftalardır sana ulaşmaya çalışıyorum,” dediğimde, beni kolumdan tutup kafeden dışarıya çıkardı. Çıkarken içerideki insanların bize bakıyor olduklarını gördüm. Sanırım sandığımdan daha yüksek bir sesle konuşmuştum.
“Güneş, seninle Bodrum’dayken açık bir şekilde konuşmuştum ben. Söyleyeceklerimi söyledim.” Bunu söylerken, yoldan geçen bir araba farlarıyla Arda’yı aydınlattığında onun, yeşil gözlerini bana diktiğini gördüm. Geldiğimde kafenin girişinde ayakta duran kız şimdi dışarı çıkmış, bizi izliyordu. Hava kararmaya başladığı için kızın yüzünü çok net bir şekilde inceleyemedim.
Arda ona bakıp “Özür dilerim İpek,” dedi. Kıza baktım. Saçları topluydu ve eşofman giyiyordu. Sırtında spor bir sırt çantası vardı. Arda’nın ‘söz vermiş olduğu arkadaşı’ bu kız olsa gerekti. İçimde nedenini bilmediğim bir kıskançlık hissettim. Arda’yı Hemraz dışında şu ana kadar hiçbir kızla yan yana, yani romantik anlamda yan yana görmemiştim. Tamam, hoşlandığı ve kestiği birkaç arkadaşımız olmuştu ama hiçbir zaman bir kızla çıkacak kadar yakınlaşmamıştı. İpek isimli kızla romantik şekilde yakın olabilirlerdi, olmayabilirlerdi de ama nedense ben Arda’yı paylaşmak konusunda biraz tecrübesiz olduğum için böyle hissediyordum. Kıskanç ve bencil. Onun mutlu olmasını her zaman istemiştim, hâlâ da istiyordum tabii ki. İlk defa böyle bir çelişkide kalmıştım.
Arda “Güneş, seninle konuşacak bir şeyim yok şu anda ve arkadaşımı bekletiyorum. Daha sonra gel,” dediğinde sinirlendim.
“Daha sonra gelince ne olacak Arda? Seni çok iyi tanıyorum. O kadar iyi tanıyorum ki, bir dahaki gelişimde de ya burada olmayacaksın, ya da aynen şu anda yaptığın gibi işim var deyip gideceksin. İnsanların bana işim var deyip beni boşlamalarından nefret ediyorum tamam mı! Yeter artık! Neden hayatımda hiç kesin cevaplar alamıyorum ben? Hak etmiyor muyum?” dediğimde, sonunda içimi dökmeye başladığımı anladım. Rahatlıyordum. Şu an yaptığım şey belki de Arda’ya sinirlenmekti ama nasıl oluyorsa yine aynı şey oluyordu ve Arda karşımdayken rahatlıyordum. Aramız bu kadar kötü olsa bile…
Arda bana doğru yaklaştı ve sessizce “Başkalarıyla ilgili sıkıntılarını bana yükleme Güneş. Ben de bunu hak etmiyorum,” dedi ve ardından arkasını döndü.
Önüne geçtim. “Cansu bile sonunda mutluluğu bulduysa ben neden bulamıyorum ha? Ailem öldüğü için mi? Yoksa tam iki buçuk ay boyunca ailemi öldüren kişinin sevdiğim adam olduğunu sandığım için mi? Arda! Ailemi Demir öldürmedi! Babası öldürdü!” dediğimde, Arda’nın yüzünde bir değişiklik görmek istedim ama hiçbir şey olmadı. Aramızın kötü olmasının nedeni Demir ailemi öldüren kişiyken onu hâlâ seviyor olmamdı. Temel konu buydu. Fakat artık onun katil olmadığı ortaya çıkmıştı ve bunun her şeyi değiştirmesi gerekiyordu.
En azından ben değiştirmesi gerektiğine inanıyordum.
“Arda cevap ver,” dediğimde hiçbir şey söylemedi. Hiçbir şey.
“Ne yani, biliyor muydun?” diye sorduğumda, sesim alçalmıştı. “Burak söyledi,” dedi.
Tabii doğru ya. Onlar da Arda’nın arkadaşlarıydı.
“Biliyorsun. Demir’in ailemi öldürmediğini biliyorsun fakat hâlâ benimle doğru dürüst konuşmuyorsun.. Peki neden?” dediğimde, Arda, İpek’e “Gidiyoruz,” dedi ve yürümeye başladılar. Arkalarından onları izliyordum. Sokakta yürüyorlardı. Gidiyorlardı.
Burak, Arda’ya hemen telefon etmiş olmalıydı. Daha Bodrum’dayken! Arda hemen hemen bizimle aynı anda doğruları öğrenmişti yani. Peki, Arda madem Demir’in katil olmadığını biliyordu, o zaman neden benimle arası kötüydü? Sormam lazımdı.
Arkalarından “Aramız neden kötü?” dediğimde, beni duyduklarını biliyordum fakat yürümeye devam ettiler. Hem yanında başka bir kız vardı, kız muhtemelen sporcuydu ve beraber spora gidiyorlardı, arkadaş ya da fazlası, umrumda değildi, hem de beni takmıyordu. Benimle konuşmuyordu, iletişimini kesmişti. Yaklaşık on yıldır beni benden iyi tanıyan, her zaman yanımda olan, beni güldüren Arda adım adım benden uzaklaşıyordu. Buna bir çözüm bulmalıydım fakat emin olamıyordum. Arda’nın sorunu hakkında emin olamıyordum bir türlü. Fakat bildiğim bir şey vardı; bu gece uyuyamayacaktım.
Ona seslenmek istiyordum. Henüz fırsatım varken, hâlâ onunla konuşabilecekken, o buradayken. Aklıma bir saat önce Esma ile konuştuğumuz şeyden başka bir şey gelmiyordu.
“Demir’i kıskandığına inanamıyorum!” dediğimde, Arda durdu. Yanındaki İpek birkaç adım daha yürüdü ve Arda’nın durduğunu fark ettiğinde arkasına dönüp onun yanına gitti. Arda ona bir şeyler söyledi, kız onaylar şekilde başını salladı ve ardından yürüyerek uzaklaştı. Karşı kaldırımdan geçen birkaç insan, sokakta tekerleklerinin sesi duyulan birkaç araba dışında Arda’yla yalnızdık.
Bana döndü ve yaklaştı. Karşımda durduğunda “Güneş. Bana istediğin her şeyi söyleyebilirsin, ama asla, asla o aşağılık piç herifi kıskandığımı söyleyemezsin,” dedi.
“Güvenmek hata mıydı? Ailemi onun öldürdüğünü sanıyordum fakat bir parçam her zaman ona inanmaya devam etti. Eğer o parçayı da o yokken kaybetseydim, geri gelip her şeyi açıkladığında ona olan bakış açım değişmiş olacaktı. Eskiye hiçbir zaman dönemeyecektik.”
“Doğru kişiyi seçtiğin sürece güvenmek hata değil ama o adam sana göre değil.”
Ses tonundaki kontrol bana yabancıydı. Görüşmeyeli Arda büyümüştü. Sanırım onu anlatabileceğim en iyi kelime buydu. Olgunlaşmıştı ve eski samimiyeti yoktu. Belki hâlâ eski Arda’ydı ve sadece aramız kötü olduğu için ben onun o renkli tarafını gözlerinde göremiyordum. Ama o tarafını özlemiştim. Şu an spor çantası ve daha adını hiç duymadığım bir kızla bana yabancı geliyordu. Gelmemesi gerekirdi. Şu dünyada öyle dönemlerim olmuştu ki, aynaya baktığımda bile bir yabancı görüyordum. Öyle zamanlarımda bile Arda tanıdıktı. Dosttu. Bana kendimi hatırlatıyordu. Beni bana hatırlatan tek insandı.
“Seni kaybetmek istemiyorum Arda,” diye fısıldadığımda, bana “Sana göre o herifin birçok harika özelliği olabilir. Zengin, manipüle edici, güçlü, yapılı, kararlı ve seni çeken karanlık bir tarafı var. Sana gizemli geliyor. Aileni kaybedene kadar hayatın hep önünde ve açıktı. Çözülmesi gereken bir gizem yoktu. Netti her şey… Fakat kazadan sonra hayat sana çözmen gereken bir sürü yeni şey verdi. Bazılarının üstesinden gelebildin fakat içinden çıkamadıkların çoğunluktaydı. Demir’le tanışana kadar sürekli onları çözemedin, çözemedin ve çözemedin. Onu görünce hayat sana tekrar yeni bir bulmaca verdi fakat bu sefer çözebileceğini düşündün. Böyle düşündüğün için verdiğin çaba karşılıksız kalmadı Güneş,” dediğinde, söylediği her bir kelime bana o kadar anlamlı geliyordu ki.
Hayatımı benden iyi tanımlayabilen bu çocuğu kaybetmek istemiyordum. Bodrum’dayken çok mu sert davranmıştım? Buraya gelene kadar düşündüklerime şu anda kat kat yeni düşünceler ekleniyordu ve Arda her zamanki gibi doğruları söylüyordu. O hep gerçekçi ve haklıydı. Sanırım Bodrum’dayken ben bunu unutmuştum. Unutmamam gerekirdi. O unutmazdı.
“Arda ben Bodrum’da sana…” demeye çalışırken, Arda sözümü kesti ve konuşmasına devam etti.
“Hayır Güneş, sen yeteri kadar konuştun. Bodrum’dayken ben hiçbir şey söylemedim sana. Neden biliyor musun? Yine alttan aldım. Çünkü yaşadıklarının ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyorum. Anlıyorum diyemem çünkü anlamak imkânsızdı ama tahmin edebiliyorum. Hep kendimi senin yerine koyarak düşünmeye ve hareket etmeye çalışıyorum, çalıştım Güneş. En azından o güne kadar. Sana destek olmak istedim…” derken ellerini havaya kaldırdı. “… Tek yapmak istediğim şey buydu. Her zamanki gibi zor zamanında yanında olmak istedim,” diyerek cümlesini bitirdi.
“Şimdi de ol,” dediğimde, Arda ellerini indirdi ve arkama bakarken.
“Ben ne diyorum, sen ne diyorsun…”
“Bugün burada söylediklerinin hepsini anladım ama hala neden barışamadığımızı anlamıyorum Arda,” dediğimde, ağlamak istemiyordum. Artık yavaş yavaş, ağlamam gerektiğinde kendimi zorla tutmak konusunda ustalaşıyordum fakat karşımdaki kişi Arda olunca kalbim kendimi tutmam için geçerli bir neden olmadığını bağırıyordu. Yanında, omzunda, dizinde en çok ağladığım kişiydi o… Ne olmuştu da bu duruma, onun karşısında ağlamaktan kaçtığım duruma gelebilmiştik biz?
“Arda, lütfen bir şey söyle. Neden konunun sadece Demir olmadığını hissediyorum?” dediğimde, Arda “Bu nereden çıktı şimdi?” diye sordu. “Neden Demir’in ailemi öldürmediğini öğrendiğimizde aramız düzelmedi? Neden şu an bu kavgayı ediyoruz? Neden sadece eski biz olamıyoruz? Bir aydır konuşmadık Arda! Bir ay!” dediğimde bağırmıyordum. Sesim oldukça alçaktı ve ağlamak üzere olduğumu Arda görüyordu.
“O pislikten nefret ediyorum Güneş. Söyledim, mutlu musun? Demir. Denilen. Pislikten. Nefret. Ediyorum. İstiyorsa duysun, istiyorsa başıma adamlarını göndersin, hani psikopat çıkanları. Umrumda değil! Belki dört ay önce, hatta Bodrum’dayken de bunu sorun ediyor olabilirdim fakat şu an kendimi o kadar geliştirdim ki,” derken onun sözünü kestim ve “Ne yani Demir yüzünden…” demeye çalıştım. Bu sefer o benim sözümü kesti. “Hayır Güneş! Demir yüzünden spora başlamadım. Sadece o ne kadar geç kaldığımın bir göstergesiydi. Bizim ailede MMA yapan birçok kişi oldu. Babam dahil olmak üzere. Sürekli erteliyordum ve gitara ağırlık vermiştim hepsi bu! Bardağı taşıran son damla oldu Demir. Ona olan öfkemi atabilmek için gitar çalmanın işe yarayacağını sandım ama tahmin et ne oldu? İlk defa gitar beni sakinleştirmek konusunda işe yaramadı ve hani en sevdiğim kahverengi gitarım vardı ya? Evet! Çöp! Kırıldı! Ve tahmin et kim kırdı?” derken, Arda’nın da içini dökmeye başladığını anlamıştım. Sesi gittikçe ciddileşiyor ve sertleşiyordu. Yükseliyordu da. Ama beni korkutmuyordu. Beni korkutabilecek son kişi oydu ve öyle de kalmasını istiyordum. Olabildiğince.
“İşte o zaman gitarın yetmediğini anladım ve senin o “değerli sevgilin Demir” gibi gücümü, hırsımı ve enerjimi insanları parmağımda oynatmak, kavgaya girmek ve kadınlar yerine spor üzerinde kullandım. Kısacası… yaptığım ve düşündüğüm şeylerin, aramızdaki bu olayın tamamen Demir’le ilgisi yok. Tamam mı? Benimle de ilgisi var Güneş. Ve sana bunu söyleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama sakın bana bir daha Demir’i kıskandığımı söyleme! Asla!” dedi ve geriye doğru bir adım attı. Arda’nın konuşmasının üzerimde bıraktığı ağırlık, beni tonlarca aşağı çekiyordu. Batıyordum sanki. Burnum çoktan tıkanmıştı, bu yüzden ağzımdan nefes almayı denedim. Fakat aldığım nefes de boğazımda birazdan ağlayacağımın habercisi olan yumruyla karşılaşınca vücudumu hemen olarak terk ediyordu.
“Çok isterdim Güneş. Hep yanında olmayı, aynen şu anda yapmak istediğim gibi gözyaşlarını silmeyi,” derken ağlamaya başladığım artık kesinlik kazanmıştı. Bazı şeyler, gerçekleşmesini istemediğiniz şeyler, başkaları da size söyleyene kadar kesinlik kazanamıyordu işte. Konuşmak istiyordum ama ne diyeceğimi bilmiyordum. Buraya gelirken Arda’nın Demir’i benden uzak tutmasının sebebinin tamamen kıskançlık olduğuna ve bunun saçmalığına kendimi inandırmıştım. Ben haklıydım. Ta ki o içime tonlarca yükü doldurana kadar. O Arda’ydı. Ondan gelen, geliyor olan ve gelecek olan her şey tanıdıktı ve kabulümdü. Fakat hayatımda ilk kez bu yükü kaldıramayacağımı düşünüyordum.
Arda’nın gözlüğünü yağmur damlaları kaplayana kadar ıslandığımın farkına bile varmamıştım. Arda gözlüğünü çıkardı ve çantasına koydu. Ardından tekrar bana döndü ve “… ama yapamam. Yapamam Güneş. Her dakikamı acaba o herif seni üzdü mü, senin saçının teline zarar verdi mi diye düşünerek geçiremem. Bir süreliğine katlandım, fakat onun aileni öldüren kişi olduğunu sandığımızda bile senin vazgeçmediğini gördüğümde ona olan bağlılığını anladım. Ne yapsam ne desem hissettiklerini değiştiremem ben Güneş. Üzgünüm, ama sadece artık yapamam,” dedi ve arkasını döndü. Hızlı bir şekilde yürümeye başladığında kapüşonunu kapattı ve ardından ellerini cebine soktu. Sokakta gözden kaybolduğunda artık eve dönme zamanımın geldiğini anlamıştım.
Bir sokak lambası ve kafenin ışıklarıyla aydınlanan sokakta, saçımı ıslatan yağmur damlalarıyla birlikte arkamı döndüm. Ağlıyordum. Birkaç adım ilerledikten sonra Cansu ve Ateş’in kafenin yanındaki apartmanın girişinde durduklarını gördüm.
“Fırsatçı Cansu bile sonunda mutluluğu bulduysa ben neden bulamıyorum ha? Ailem öldüğü için mi?” diye bağırdığımı hatırladım. Cansu bana doğru geldiğinde toparlamaya çalıştım. “Cansu, beni duydun mu bilmiyorum, söylediklerim için özür dilerim,” derken bana iyice yaklaşmıştı. Atacağı tokat ve söyleyeceği küfürler için kendimi hazırladım. Ama o…
Bana sarıldı.