Karanlık Lise 2 – Bölüm 31


Otobüsten indiğimizde beklediğimiz kalabalıkla karşılaşmadık çünkü Cansu ve Helin kavga ederlerken çoğu kişi çoktan bavulunu almış, hatta kulübesine doğru yola çıkmıştı bile.

Bir yanım bir an önce Demir’in yanına gitmek isterken, öbür yanımsa Esma’yı yalnız bırakmamak için elinden geleni yapıyordu. Burak’la hâlâ beraber olsalardı, aklım hiç onda kalmayacaktı. Tabii ki endişelenip onun yanında olmak isteyecektim, sonuçta o kadar ilaç kullanıyordu ve psikolojik tedavi görüyordu. Ama en azından onun yanında olamadığım zamanlarda, Burak’ın orada olacağını bilecektim.

Helin’le elimizden geleni yapacaktık. Buna karar vermemiz için aramızda konuşmamız gerekmiyordu. Esma bize, zor bir dönemden geçtiğini anlatmıştı ve artık tartışma bitmişti. Sorgusuz sualsiz bizim onun için orada olmamız şarttı. Bu kadardı.

Demir, otobüsten benden önce inmişti ve kendi spor çantasıyla benim bavulumu bagajdan almıştı bile. Bir hafta boyuncu burada kalacaktık ve neredeyse herkes yanında bavul getirmişken, Demir sadece o her zaman kullandığı siyah ve büyük -yaklaşık benim iki katım olan- Nike spor çantasını doldurmuştu. Ona o kadar az eşya nasıl yetecekti bilmiyordum ama bunu sormaya kalkışsam, bana “Ne gerek var o kadar kıyafete Güneş?” diye cevap vereceğini biliyordum. Bu yüzden sorma gereği hissetmedim.

Demir, beni takım elbise ve uzun, kalın bir ceket içindeki korumamızla tanıştırırken, adamın iriliğinin ceketten mi, yoksa kaslarından mı kaynaklandığına karar verememiştim. Demir’le yaklaşık olarak aynı boydalardı; 1.85 ile 1.90 arasında olduğunu tahmin ediyordum. Kel ve kahverengi gözlüydü. Benimle konuşurken kibardı; nazikçe kendini tanıttı. Sonuçta bu bir hafta boyunca dibimden ayrılmayacaktı ve nereye gidersem benimle gelecekti.

Demir sürekli diretip kişinin benim korumam olduğunu söylese de, ben her seferinde ona aynı cevabı veriyordum:

“Sen tehlikede olmadığını mı sanıyorsun? O ikimiz için de burada.”

Demir işte, erkek ya, bir de egosu tavan yapmış bir kişiliğe sahip… Bir türlü aklı almadı bunu. “Ben kendimi koruyabiliyorum ama sen koruyamazsın. Her zaman yanında olacağım ama eniştenle beraber bunu uygun gördük,” demeye devam etti hep.

Eniştem ve halam… Bu geziye katılmamam için ellerinden geleni yapmışlardı ama ben artık bırakmıştım. Gerçekten bırakmıştım. Neyi mi? Her şeyi. Hayatımı korku içinde yaşıyordum ve uzun zamandır bu böyle devam ediyordu. Bir hafta da olsa rahatlamak istiyordum. Demir’le ve arkadaşlarımla lise son sınıfın tadını çıkarmak istiyordum. Normal biri gibi. Günden güne Demir’i sinirlendiren ve beni de korkutan, polislerin hâlâ en ufak bir iz bile bulamadığı seri katille uğraşmıyormuş gibi. Çok mu zordu?

Ailemsiz hayata tutunmaya çalışırken, sonunda tutunacağım kişilere alışmışken, aşkı bulmuşken bir hafta çok muydu bana?

Tek dileğim bu tatilin sorunsuz geçmesiydi ve Demir’le sonunda birlikte olabilmekti, hem de tam anlamıyla.

Geceyi kızlarla geçireceğimi söylediğimde, Demir itiraz etmedi. Ama o bana özel ses tonu ve gülümsemesiyle “Hediyemi heyecanla bekliyorum,” diye fısıldadı kulağıma.

Doğukan, Demir’le beklediğimiz yere gelip ona “Demek kızlar kız gecesi yapıyor. Biz de Savaşlarla toplanıp bir iki şişe deviririz diyorduk,” dedi.

Demir “Size katılırım ama şu sıralar içmek istemiyorum,” diyerek cevap verdi. Tam o sırada kızlar beni çağırdıklarında, Demir beni kendine çekti. Ona sarıldım. Başımı göğsünün üstüne yasladım ve kollarımı arkasından birleştirdim.

Ona sarılmayı seviyordum. Kokusunu duymayı seviyordum. Ona yakın olmak bana kendimi iyi hissettiriyordu.

Bu dondurucu soğuğa rağmen ısrarla kalın bir mont giymek yerine hâlâ çıkarmadığı siyah deri ceketini seviyordum. O ceketi ben giymek istiyordum. Ama kendim giymeyecektim. O bana giydirecekti. Belki de fazla saçma gelebilir size ama ben o ceketi bana onun giydirmesini istiyordum. Bir gün bir saatte bir yerde. Benim üşüdüğümü fark etmeliydi ve önce bana neden üstüme hırka veya mont almadığımla ilgili nutuk çekmeliydi. Tipik Demir Erkan… “Ben sana mont almanı söylemiştim,” diyecekti yanımda yine o her zaman haklı olan ses tonuyla. Önce bana bunları söylecekti ve ardından üstündeki ceketi çıkarıp bana yaklaştıracaktı. Üşümekten önümde birbirine bağladığım kollarımı açmamı isteyecekti ve ardından ona sarıldığımda ellerimin ve kollarımın değdiği zeminden tanıdık gelen siyah deri ceketini giydirecekti bana. Bir anda değişecekti her şey benim için. Onun gibi kokacaktım. Olay sadece bir ceket değildi aslında. Olay Demir’di. Her zaman oydu benim için.

Akşam olduğunda havanın durumuna göre Demir, ya ceketinin bende kalmasına izin verecekti, ya da onu geri alacaktı. İkisi de bana uyardı, fark etmezdi. Eğer ceketi bende kalırsa gece onu çıkarmadan uyurdum. Eğer geri alırsa da içimdeki tişört bir süre daha onun gibi kokacaktı. Ama o da önemli değildi. O ceketi ben giymiştim, üstümde ağırlığını hissetmiştim. Bana fazlasıyla uzun gelen kollarına aldırış etmemiştim.

Demir benimle bir şeyini paylaşmış olurdu. Demir Erkan denince ilk akla gelen şey onun görüntüsü oluyordu ve görüntüsündeki karanlık, onu “Demir” yapan şeydi. Bu deri ceket bir nevi o görüntüyü tamamlıyordu.

Alt tarafı bir ceket değildi işte. O ceketi giymek isteyen kaç kız görmüştüm ben? Hatta en başlarda o kızlarla aklımdan dalga bile geçmiştim. Asla gerçekleşmeyecek hayallere kaptırıyorlardı kendilerini.

Gülümsedim.

Ben şimdi aynısını yapmıyor muydum?

Demir’in başımın üstünü öptüğünü hissettiğimde gözlerimi açtım. Son bir kez kokusunu içime çektikten sonra kollarımı serbest bıraktım.

Kulübelere giden yol, ağaçlardan oluşuyordu. Aslında bulunduğumuz ormanın öbür tarafında bu kulübelerin sahibi olan otel vardı. Esma’nın anlattığına göre bu kulübeleri, bizim gibi grupla gelenlere çok daha uygun fiyatlara veriyorlarmış.

“Otel beş yıldızlı. Hayatta orayı karşılayamazdık bir hafta için. Kulübeler de yine az kiralanmadı ama ben sıkı pazarlık ettim,” demişti.

Yer yer karların eridiği yoldan, ormanın içinde ilerlerken, kulübeleri yavaş yavaş görmeye başladık. Herkes bavulunu kendi kulübesine taşıyordu.

Kulübeler ahşaptı. Koyu kahverengiydi ve ufak tefek olmalarına rağmen çok tatlı görünüyorlardı. Genelde bir giriş katı, üstünde de ufak bir çatı katı vardı. Bazı kulübeler ise sadece tek katlıydı.

Helin “İki kişilik olanlar herhalde onlar,” dedi benim baktığım kulübeye bakarak. O anda baktığımız kulübeden dışarı Cansu fırladı. Hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bizi görmemişti.

Esma “Evet… Sekiz numara. Ateş’le Cansu’ya orayı vermiştim. Bizim ise, şurada! On bir yazan,” dedi ve adımlarını hızlandırdı.

Ben Cansu’nun nereye gittiğini görmeye çalışırken, Helin Esma’ya “Dur kızım, yavaş ol kayacağız hepimiz!” dedi.

Esma “Ne yapayım Helin, heyecanlıyım. Bir an önce kulübeye yerleşmek istiyorum,” diye karşılık verdi.

On bir numaralı kulübeye, kulübemize girdiğimizde Helin “Vay be!” dedi.

Esma “Biraz küçük ama hepsi öyle. Arkadaş ortamı olunca fena olmaz diye düşündüm,” dedi ve bavulunu yataklardan birinin yanına bıraktı.

Helin “Ben çok beğendim. Ama soğuk!” dedi ve arkamızdan kapıyı kapattı.

Esma hemen şöminenin yanına gitti ve kenarda duran odunları içine koymak için eğildi. Tam o sırada biraz sendeledi. Hiç beklemeden anında refleks olarak yanına gittim ve onu tuttum. Eğer tutmasaydım düşecekti.

Onu yavaşça geriye doğru yürütüp en yakın yatağın üstüne oturmasını sağladım.

“Esma, iyi misin?” diye sorduğumda, Esma “Başım döndü. Eğildim, herhalde ondan oldu.” dedi.

Helin “Psikolojik hastalıkların böyle fiziksel sonuçlar yarattığını bilmiyordum. Bu saatte alman gereken bir ilaç var mı?” diye sorduğunda, Esma ayağa kalktı.

“Sorun değil. Güneş’le beraber şömineyi yakın ve biraz odun toplamaya gidin yeter. Ben de ilacımı alırım o sırada,” dedi.

Bunun üstüne Helin’e “Ben odun toplamaya çıkıyorum. Sen de buradaki odunları ateşe ver,” dedim ve kapıya uzandım. Tam kapının koluna elimi uzatmıştım ki, arkamı döndüm. Helin’le aynı anda “Şimdi Arda burada olsaydı…” dedik ve güldük. Arda, Cansu’nun sevgilisi ve Savaş’ın kardeşi olan Ateş’le tanıştığı zaman bu söylediğimi boş bırakmazdı işte, mutlaka yine saçma ve insanların ‘iğrenç’ diyerek tepki göstereceği bir espri yapardı fakat kimse tam anlamıyla onun söylediklerini kötü bulmazdı. Arda’nın sadece bayat esprilerden ibaret bir insan olmadığını bilirlerdi çünkü.

Dışarı çıktım. Sağ tarafa,yani Cansu’nun en son gittiği tarafa doğru döndüm ve yürümeye başladım.

“Güneş Hanım, bir sorun var mı?”

Bugün tanıştığım sevgili korumamın sesini duyduğumda ona döndüm ve gülümsedim. “Hayır, çok teşekkür ederim. Sadece biraz odun toplayacağım ve bir arkadaşımla konuşacağım,” dedim.

Başını evet anlamında salladı ve benim biraz uzaklaşmama izin verdi. Öyle konuşmuştuk, her zaman beni izleyecekti ama tam da dibimde durmayacaktı tabii ki.

Biraz daha ilerledikten sonra eriyen karların, uzun ve ince olan çukurlarda toplanıp su birikintileri yarattığı bir yere geldim. Sigara kokusunu aldığımda doğru yere geldiğimi anladım.

“Ne var?”

Cansu’nun sesinin olduğu yere baktım. Su birikintilerinin kenarında olan taşlardan birinin üstüne oturmuştu. Kahverengi saçları uzun zamandır ilk defa maşalı değildi. Yorgun görünüyordu.

İyi misin Cansu? Kulübenizden çıkarken seni gördüm ve bir şeye, ya da en azından birine ihtiyacın olabileceğini düşündüm…” dedim ona yaklaşarak.

Yanındaki büyük taşa da ben otururdum ama hava zaten soğuktu ve o taşın üstüne oturup kendimi hasta etmek istemiyordum.

“Kimseye ihtiyacım yok benim,” derken bana bakıyordu.

Bu hiç kolay olmayacaktı. Yutkundum ve ardından konuşmaya devam ettim:

“Bizi öldürmek isteyen,” demeye çalışırken, Cansu sözümü kesti ve sigarasını küçük su birikintilerinden birine attı. “Bak Güneş. Helin gibi bana nutuk çekmeye geldiysen hiç zahmet etme. Ona da ihtiyacım yok. Rahatsız ettim sizi, kusura bakmayın. Ama yeterli. Şimdi gidebilirsin,” dedi ve tekrar önüne döndü.

“Cansu, ben sadece başımızda bizi öldürmek isteyen psikopat bir adam varken burada tek başına dolaşmanın doğru olmadığını söylemek istiyordum,” dediğimde, Cansu “En azından senin için bunları düşünen birileri var!” diye fısıldadı. “Ne demek istiyorsun?” diye sorduğumda bana baktı ve “Arkadaki korumandan bahsediyorum hayatım,” dedi sinirle gülümseyerek.

Arkama dönüp baktığımda korumanın yaklaşık on ağaç geride olduğunu ve telefonla konuştuğunu gördüm. “Sen ne ara onu gördün…” diye sormak isterken Cansu ayağa kalktı ve bana yaklaştı. “Herkes benim aptal, hiçbir şeyin farkında olmayan, boş bir kız olduğumu düşünüyor ama değilim. Ben öyle biri değilim. Tamam mı? Öyle biri olmadığımı biliyorum ama öyle biriymiş gibi davrandım hayatımda şu ana kadar. Helin’in yüzüme vurmasına gerek yoktu,” dedi ve ardından kulübelerin olduğu tarafa yürümeye başladı. Ağaçların arasından geçmeden önce ona yetiştim ve onu durdurdum.

“Anlat bana,” dedim.

Mimiklerini okumaya çalışıyordum ama karşımda hiç de tanımadığım bir Cansu vardı. Sanki ilk defa onunla konuşuyormuş gibi hissediyordum kendimi. Bu kızı, gerçek Cansu’yu görebilmeye çalıştım.

Durdu. Bir an gözlerine baktım. Biraz bekledi. Ağzını açtı, bir şeyler söyleyecekmiş gibi oldu. Ama ardından sadece “Benim senin gibi harika bir hayatım yok,” dedi ve hızlı adımlarda yürümeye devam etti. Sadece bekledim. Hiçbir şey söyleyemedim başta. O yürürken, kalbim ve beynim her yerden gözlerime, gözyaşlarıma sinyal veriyorlardı. Bana nasıl böyle bir şey söyleyebilirdi?

“Asla bana harika bir hayatım olduğunu söylemeye cüret etme!” diye bağırdım arkasından. Cansu anında adım atmayı bıraktı. Yavaşça bana döndü ve geri gelmeye başladı.

Az önceki mesafemize geldiğinde durdu ve bana baktı.

Alçak bir sesle anlatmaya başladı. Sesini normal bir seviyede ve şiddetli tutmaya özen gösteriyordu.

“Ben daha bebekken babam kalp krizinden ölmüş. Annem ben ilkokuldayken yeniden âşık olup başka biriyle evlendi. Ortaokuldayken üvey babamla annemin arası hiç iyi değildi. Annem hep başarılı bir iş kadını değildi. Üvey babamla hem ona âşık olduğu için hem de bana daha iyi bakabilmek için evlenmişti. Aşk evliliklerinin en kaşar yanı da bu ya. Vazgeçemezsin. O sana ne yaşatırsa yaşatsın, aldatsa da dövse de onu bırakmak istemezsin. Ama annem sonunda onu bırakmak zorunda kaldı. O pezevenk herif yedinci sınıftayken bana kelimelere dahi dökemeyeceğim şeyler yaşattığında boşandı. Ondan olabildiğince uzaklaşmaya çalıştık. Annem iyi bir iş teklifi alır almaz beni aldı ve İstanbul’a taşındık. Annem, sırf bana tüm bu yaşadığım rezilliğe rağmen iyi bir yaşam sunabilmek için kendini işine adadı. Para kazandı, daha da kazanabilmek için gece eve gelmemeye başladı. Beni yalnız bıraktı ve bir süre sonra beni unuttu. Ben kendim büyüdüm Güneş. Anne ne, baba ne bilmiyorum ben. Aile ne, bilmiyorum.”

Cansu ona olan bakışlarımı fark ettiğinde “Dur, daha yeni başlıyoruz Güneş. Madem açtırdın ağzımı, dinleyeceksin,” dedi ve anlatmaya devam etti:

“Liseye geçtim. Büyüdüm sayıyordum kendimi. Daha olgundum artık ve kendi kendime yetebiliyordum. Annesiz, babasız olmak artık beni etkilemiyordu. Nasılsa para hep vardı. Özel okula başladım. Aşk ne bilmediğimi mi sanıyorsun Güneş? Ben bir kez âşık oldum hayatta. Âşık olacağın kişiyi seçemezsin sen. O sadece olur ve yaşanır. Adı Caner’di ama ona Can dememi istiyordu. Zaten okuldakiler de onu Can Hoca olarak biliyorlardı. Öğretmenimdi. Babamın bana yaptıklarını anlatabildiğim ilk insandı. Beni böyle kabul etti. Yaş farkına aldırmamam gerektiğini ve mutlu olabileceğimizi söyledi bana. Âşık olduğunu söyledi Güneş. Dünyada milyarlarca insan var ve sen sadece bir tanesine aşık oluyorsun. O âşık olduğun kişinin de seni sevebilmesi olasılığı çok düşük değil mi? Söylesene?” derken, Cansu’nun yanaklarından süzülen yaşları izledim. Konuşurken kalbi acıyordu. Bunu iliklerimde hissedebiliyordum. “Kandım ona. Gençtim. Tecrübesizdim. Ne zaman karısı evde olmasa beni çağırırdı. Onunla birlikte oldum Güneş ve pişmanlık duymadım. Ta ki dersime bile girmeyen öğretmenler bile benimle buluşmak isteyene kadar. Şantaj yapıldı. Can onun evindeyken yaşadıklarımızı gizlice kaydetmişti ve benim bundan haberim bile yoktu! Neler yaşadığıma dair en ufak bir fikrin bile yok!” dedi son cümleyi bağırarak.

Gözlerini kapattı ve derin bir nefes alıp verdi. Kendini sakinleştirdi.

“Hapşırsan sana çorba içirecek bir halan, saçının teline zarar gelmesin diye gecelere kadar karakolda araştırma yapan bir enişten, iç çeksen “Sorun ne?” diye sen anlatana kadar seni rahat bırakmayacak, yanında kalacak arkadaşların ve Demir…” dedi sesinin şiddetini azaltarak.

“… Demir’in var,” dedi.

Gözlerim dolmuştu.

“Bana asla ama asla harika bir hayatım yok deme Güneş. Asla!” dedi, elleriyle gözlerini sildi ve ardından makyajının ne kadar akmış olduğunu görebilmek için eline baktı.

“Bunları tek bir kişiden duyarsam, seni öldürürüm,” dedi ve yavaşça arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı.

Bütün makyajı akmıştı, ağlamıştı. Gözyaşları belki de uzun zamandır ilk defa bu kadar serbest kalmıştı. Ama bir kere bile konuşurken hıçkırmamıştı. Kendini kaybetmemişti.

Güç, dedim. Cansu’dan öğrenmem gereken şey buydu.

Cansu’nun anlattıklarının etkisinden çıkıp ona yetiştim ve yanına geldim. Şaşırdı. Onu durdurdum ve ne yapacağına aldırmadan ona sarıldım. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Başta ürkek bir şekilde ellerini benim sırtıma koyan Cansu, birkaç saniye sonra kollarını arkamda birleştirdi ve beni kendine çekti.

“Beraber yürümek ister misin?” diye sordu. 


error: Bu içerik koruma altındadır.