Karanlık Lise 2 – Bölüm 34


Sessizlik.

Arabadaki bu sessizlik; Demir’in benimle konuşmadığı, bana cevap vermediği ilk zamanlarda, yoldayken oluşan sessizliğin bir hatırlatması gibiydi. Yine arkama yaslanmış, üşüyen ellerimi ısıtmak için dizlerimin biraz daha üstüne, bacaklarıma sıkıştırdığım ellerim, Demir’leyken yok olan dışarıdaki dünyayı izlemek için gözlerimi sabitlediğim cam…

Demir “İyi misin?” diye sorduğunda, gözlerini yoldan ayırmamıştı fakat direksiyonu sadece sol eliyle tutmaya başlayıp diğer elini ona yakın olan bacağımın üstüne koymuştu. Tutmam için bekliyordu.

Gözlerim yanıyordu, Demir’le geçirdiğim dakikaların üstümde bıraktığı heyecan duygusunun yerini, çok daha tanıdık olan ama bir o kadar da arkamda bırakmak, devam etmek istediğim o duygu kaplamıştı.

Kaybetme korkusu.

Demir’in eline dokundum ve parmaklarının sıcaklığı karşısında rahatladım. Parmaklarımı onunkilere kenetlediğimde, elini bilerek ve hissederek sıkı tuttum. Cevabımı almış olmalıydı.

Demir, hastanenin acil girişine geldiğimizde arabayı durdurdu ve “Sen git,” dedi. Hızlı bir şekilde arabadan indim ve kırmızı, büyük harflerin, beyaz mermere yazıldığı duvarın yanından geçtim.

Kayarak açılan kapıları beklemek hiç bu kadar zor gelmemişti. Nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başladım. Bulunduğum koridor boyunca hastalar dışında, Esma’nın yerini sorabileceğim kimseyi görememiştim. Yol ayrımına geldiğimde solumda merdivenler, sağımda ise asıl giriş kapısının olduğu yer ve danışma vardı.

Hızlı bir şekilde danışmada duran adamın yanına gittim.

“Esma Hilaloğlu. Nerede olduğunu söyleyebilir misiniz?” diye sorduğumda adam bana baktı, biraz durduktan sonra önündeki bilgisayarda bir şeylere tıkladı.

“Kendisi ameliyatta. Yakınlarıysa birinci kattaki bekleme–“

“Teşekkürler.”

Ameliyat da nereden çıkmıştı? Merdivenleri ikişer ikişer çıkarken, kendime sakin olmam gerektiğini hatırlatıyordum.

Beyaz duvar ve zeminin yanında, üstünde oturan ve yanında ayakta dikilenleri tanıdığım mor koltuklar görüş alanıma girdiğinde, Doğukan “Güneş geldi,” dedi.

Helin başını kaldırdı ve oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Sabah odadan çıkmadan önce sürdüğü gözlerindeki siyah eyeliner ve rimel, yanaklarından silik bir şekilde süzülüp iz bırakmıştı.

Helin’i ilk defa ağlarken görüyordum.

Helin hiçbir şey söylemeden bana koştu ve sarıldı. Kollarının, omuzlarımın üstünde hissettirdiği baskı bana ne kadar sıkı sarıldığını gösteriyordu. Kollarımı sırtında birleştirdim. Başını boynuma gömdü ve kendini serbest bıraktı.

Kendime sakin durma sözü vermiştim ama güçlü ve cesur olmasıyla örnek aldığım Helin’in bu halde olduğunu görmek…

Gözlerimi kapatıp hıçkırıklarımı saklamak zorunda olmadığım anlamına geliyordu.

Helin “Burak,” demek için kollarını serbest bıraktığında gözlerimi açtım ve mor koltukların olduğu tarafa baktım. Burak, Doğukan ve Alperen’in arasında oturuyordu. Dirseklerini dizlerine dayamıştı ve başını da ellerinin arasına almıştı. Yüzünü göremiyordum.

Helin’le beraber onlara doğru yaklaştığımızda, koltukların diğer tarafının merdivenlerin bulunduğu yerden görülmesini engelleyen duvar, artık bizimle birlikte Esma için burada bulunan diğer on altı kişiyi saklamayı bırakmıştı.

Esma ile bizim kadar yakın olmayan on altı kişi daha…

Burak’ın oturduğu yere yaklaştığımda Doğukan elini Burak’ın sırtından çekti.

“Burak?”

Burak’ın başını kaldırıp bana baktığı anda dudaklarımı birbirine bastırma ihtiyacı hissettim. Kan çanağına dönmüş gözleri gözlerimi bulduğunda ayağa kalktı ve bana sarıldı.

“Esma’ya ne oldu?” diye sorduğumda, benden ayrıldı, ellerini kahverengi saçlarının arasında sinirle gezdirdikten sonra aşağı indirdi ve “Bilmiyorum,” dedi.

Ardından tekrar oturdu. Ayakta duran diğer öğrencilerden anladığım kadarıyla Helin’in bana ayırmış olduğu yere, hemen yanına oturdum.

Komple sessizlik olsaydı fazla rahatsız edici ve zaten olduğundan daha da gerilimli bir ortam olurdu. Alperen Burak’la konuşuyor, Doğukan da ona destek veriyordu. Pelin, Baran, İlayda, Ali, Murathan, Barış, Tuna, Hazal, Berkay, Orhun ve diğerlerinden bazıları da kendi aralarında ses yüksekliklerini ayarlamış bir şekilde konuşuyorlardı.

“Beni aradığında Cansu’nun kaçırıldığını söyleyeceğini sandım,” dedim Helin’e.

Helin burnunu çekti ve kısık bir sesle “Keşke o fırsatçı kaçırılsaydı,” diyerek Cansu’yla iyi giden ilişkilerimizin henüz sağlam olmadığını hatırlatmış oldu.

“Ayıp oluyor ama.”

Cansu’nun sesini duyduğumda, Ateş’le beraber iki tepsinin üstünde bir sürü kahve getirdiğini gördüm.

Ateş önce Burak’a, sonra da diğerlerine sırayla birer bardak verirken, Helin, Cansu’ya baktı.

“Bugün onunla sen gezdin, belki de en yakın arkadaşıma beyin kanaması geçirten sensindir Cansu,” dediğinde, Helin’e “Beyin kanaması mı?” diye sordum.

Cansu, Helin’e cevap vermek yerine bana bakıp “Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz, doktorlar çok az şey söylediler,” dedi ve ardından Helin’e döndü:

“Şu anda hissettiğin duyguları anlıyorum ve bana olan gereksiz çıkışmalarını kayda almayacağım. Ama en yakın arkadaşının şu anda ameliyatta olmasının suçlusu ben değilim, kimse değil,” dedi, bir kahveyi Helin’in eline tutuşturduktan sonra tepsiyi bana uzattı.

“Ben kahve sevmiyorum,” dedim ve Cansu’nun diğerlerinin yanına gitmesini izledim.

“Helin, durum gerçekten ciddi mi?” diye sorduğumda Helin bana baktı ve başını evet anlamında salladı.

Arkama yaslandım ve koridordan geçecek herhangi bir doktoru beklerken, merdivenlerden çıkmış olan Demir’i gördüm.

Demir bana bakıp, beni yanına çağırınca ayağa kalktım ve Helin’e birazdan geleceğimi söyledim.

“Ameliyathanede neler olup bittiğini biliyor musun?” diye sorduğunda “Hayır, buradaki kimse bilmiyor,” dedim.

“Bir tek şu anda Esma’nın ailesinin buraya doğru yolda olduğunu öğrendim. Ayrıca Ayhan Hoca çok geç olmadan buradakileri kaldığımız yere döndürmemi istiyor,” dedi.

“Helin’in gerçekten dinlenmeye ihtiyacı var gibi görünüyor ama Burak ve beni, hayatta buradan götüremezsin,” dedim.

“İstesem seni istediğim yere götürebilirim bunu çok iyi biliyorsun Güneş. Ama bugün üstüne gelmeyeceğim,” dediğinde, onunla geçirmek üzere olduğum geceyi düşündüm ve aslında onun sinirli olmasını falan beklediğimi fark ettim. Fakat o, tüm bu tahminlerime rağmen normal ve anlayışlı bir şekilde konuşuyordu.

“Acaba neyi var?” diye sorduğumda, Demir “Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Ameliyat ne kadar sürecek onu da bilmiyorum ve ben bilmemeye alışkın değilim,” dedi. Demir Erkan gerçekten de buna alışkın değildi.

“… önce şu sonradan çıkan tiplerin kulübelere ulaştığından emin olacağım, ardından da gidip öğreneceğim,” diyerek, az önce söylediği cümleye ekleme yaptığında şaşırmamıştım.

Ayhan Hoca’nın isteği üzerine, Demir ona yardım etmişti ve Burak’la ben hariç, herkesin geri dönmesini sağlamıştı. O dışarıdayken, Ayhan Hoca hâlâ aşağıda işlemlerle uğraşıyordu ve bir detay öğrenmeye çalışıyordu. Biz Burak’la beraber iki kişi kalmıştık.

Sessizliğin ikimizi de saniye saniye daha da gerdiği anda “Ona daha yakın olmak ister misin?” diye sordum.

Burak anlamamış bir şekilde bana baktığında ayağa kalktım ve “Gel benimle,” dedim.

Burak “Güneş, nereye gideceğiz?” diye sorduğunda “Sadece gel. Fazlasıyla hastane tecrübesi olan bir kız duruyor karşında,” dedim ve elimi ona uzattım. Burak elimi tuttuğunda onu zorla koltuktan kaldırdım ve benimle yürümeye başlamasını sağladım.

Kattaki asansörü çağırdığımda, Burak bana “Nasıl deli bir planla çıktığını merak ediyorum,” dedi.

“Ameliyathanenin oraya gideceğiz,” diyerek planımı söylediğimde, Burak şaşırdı. “Oraya gidebilir miyiz ki? Denedim ama beni geri çevirdiler,” derken sözünü kestim ve “Tabii ki seni ve diğerlerini geri çevirirler, çünkü aynen dediğim gibi. Sen ve diğerleri. Çok fazla kişi vardı,” dedim.

Asansörün gri kapılarının açılmasıyla içeriye adımımı attım. Burak’ın gelmediğini görünce onu kolundan tutup içeri çektim ve ardından tuşların olduğu yere baktım. Hangi katların hangi birimleri bulundurduğunu yazan postere baktıktan sonra, posterde yer almayan ama asansördeki tuşlarda olan -1 tuşuna bastım. Burak “Tamam, kabul. Ama neden merdiven inmiyoruz?” diye sorduğunda “Başka türlü ameliyathanenin nerede olduğunu nasıl bilecektik?” diyerek açıklamamı yaptım.

Burak, normal ve alışkın olduğumuz sesini belki de saatlerdir ilk defa kullanarak “Doğru, zaten gizlice gidiyoruz, sormak da pek hoş olmazdı,” dedi. Gülümsedim. Burak “Ben gidip kadınla konuşmuştum, yalvarmıştım ama beni, ameliyathanenin hangisi olduğunu söylemeden zorla yukarıya çıkardılar. İşe yarayacağını sanmıyorum,” dedi.

“Burak, Burak, Burak… Önemli olan ne söylediğin değil, nasıl söylediğin. Siz hepiniz hastaneye giriş yaptığınızda kalabalık oluşunuz dikkat çekmiş olmalı. Ayrıca bu katta amaç, insan ve hareket sayısını minimumda tutmak,” dedim.

Burak “O neden?” diye sorduğunda “Bakteri sayısını en azda tutmaya çalışıyorlar gibi bir açıklamayla şimdilik bu sorunu geçiştirebiliriz. Şimdi, konuşmayı ben yaparım merak etme,” dedim ve asansörün kapıları açıldığında, doğruca karşımızda oturan kadına yaklaştım. Burak’ın arkamdan geldiğine emindim.

“Esma Hilaloğlu kaçıncı ameliyathanede acaba, öğrenebilir miyiz? Yukarıda iki kişi kalınca birinci kat çok boş geldi. Burada oturalım dedik,” dediğimde kadın bana, ardından Burak’a baktı.

Burak’ı görünce değiştirdiği bakışlardan, ben burada yokken Burak’ın bu katta durabilmek için ne kadar denediğini az çok tahmin etmiş oldum.

“C ameliyathanesinde. Kısıtlı alanları aşmadan oturabilirsiniz, geçmiş olsun,” dediğinde, kadına gülümsedim ve ardından Burak’la beraber koridorda yürümeye başladık.

Yukarıdayken çıkardığım montumu tekrar giydim. Burak da hırkasının fermuarını yukarı çekti. Sıcaklık düşmüştü ve dediğim gibi, insan sayısı azdı.

Sırayla A ve B ameliyathanelerini geçtikten sonra bu saatte tek ameliyatın Esma’nınki olduğunu fark ettik. Kapısının üstünde C harfi yazan ameliyathanenin önüne geldiğimizde, Burak duvara dayalı olan dört sandalyeden birine oturdu.

“Kısıtlı alan?” diye sorduğunda sesinin fazla yüksek çıkmış olduğunu düşünüp sesini alçalttı ve “Kısıtlı alan derken?” diye fısıldayarak sordu.

Onun yanına oturdum ve sakin, alçak bir sesle “Hastaneden hastaneye değişebilir ama ameliyathanelerin bazı kısımlarında kendi kıyafetlerinle dolaşamazsın. Özel kıyafet giymen gerekir,” diyerek açıklamamı yaptım.

Burak ayağa kalkıp “Eee tamam o kıyafetlerden giyelim daha içeride bekleyelim,” dediğinde, ona “Bence bizim burada durmamıza izin verdiklerine şükretmeliyiz,” dedim ve onun tekrar yanıma oturmasını sağladım.

Aslında gerekli kıyafetleri giydikten sonra, çok sorun olmadığı sürece içeri girip ameliyata daha yakın olabilirdik ama Burak’a yalan söylemiştim.

Oraya girersek her gördüğü doktora Esma’yı soracağını, onları meşgul edip, gürültü yapıp dikkat dağıtacağını ve dayanamayacağını biliyordum. İşte bu yüzden burada olmak en iyisiydi.

Aslında benim için de en iyisiydi.

Birkaç dakika oturduktan sonra Burak “Hastane bilgilerin hayran bırakıcı,” dedi.

“İnsanlar şoke edici falan der de hayran bırakıcıyı ilk defa senden duyuyorum,” dedim gülümseyerek.

Burak rahatlamaya ve sakinleşmeye başlamıştı.

“Ne dediğimi biliyor muyum ki ben Güneş,” dedikten sonra, derin bir nefes aldı ve sırtını iyice sandalyenin arkasına yasladı. Kollarını göğsüyle karnının arasında bağladı. O anda ameliyathaneden dışarı çıkan bir doktor bizi görünce şaşırdı, fakat hızlı bir şekilde yürümeye devam etti.

Burak ayağa kalktı ve doktora yetişip onun önüne geçti:

“Esma iyi mi? Durumu nasıl?” diye sormaya başladığında, doktor ağzındaki maskeyi indirdi ve “Bir şey söylemek için çok erken,” dedi.

Burak “Yaşıyor mu? Ambulansın içindeyken komaya girdiği söylendi. O yaşıyor mu? Lütfen bana yaşadığını söyleyin, lütfen cevap verin,” diye sayıklamaya başladığında, kadın doktor bana baktı.

Söyleyeceği tek bir kelime Burak’ı bitirirdi.

Beni de bitirirdi.

Elimi Burak’ın omzuna koydum. Cevap vermeyeceği açıkça ortadaydı.

“Ameliyat kaç saat sürecek?” diye sorduğumda, kadın bakışlarını değiştirdi ve cevap verebileceğini düşündü.

“Yaklaşık yarım saat sonra Esma Hanım’ı ameliyathaneden çıkaracağız ama acilen İstanbul’a nakledilmesi gerekiyor,” dedi.

Burak “Nasıl yani?” diye sorduğunda, doktor cevabı “Beyinle ilgili birimler büyük şehirlerde daha geniş kapsamlı. Burada ilk müdahaleyi yaptık fakat mutlaka İstanbul’a nakil sağlanmalı,” şeklinde verdi.

“Beyin mi?”

“İzninizle bir an önce karşılayacak hastane ile konuşmam gerekiyor. Bu yüzden ameliyathaneden çıktım,” dedi ve doktor koridorda ilerlemeye başladı.

Burak’a baktım. Bana bakıyordu.

“Güneş, ben ne yapacağım?” diye sorduğunda, verebilecek cevabı, Burak’ın hak ettiği cevabı düşündüm ama bulamadım.

“Güneş bana,” derken sesi yine yüksek çıkmıştı ve bunu fark ettiği anda kendini durdurdu. Bir adım geri gittikten sonra tekrar konuştu. “Güneş, bana bundan sonra ne yapmam gerektiğini söyler misin?” diye sorduğunda, hırkasının fermuarını indirmişti.

“Burak, ben, bilmiyorum,” dediğimde hırkasını çıkardı ve sandalyelerin olduğu tarafa fırlattı. Arkasını döndü, sağ elini saçlarının arasından geçirdi. Ardından tekrar bana döndü ve bir şey söyleyecekmiş gibi oldu.

Onun neler söylemek istediğini tahmin edip anlayabiliyordum, ama hissettiklerini asla anlayamazdım.

O anda o lanet yerde Demir yatıyor olsaydı ve o mavi gözleri bir daha asla göremeyecek olma düşüncesi, yayından çıkan bir ok gibi beni vursaydı, gerçek olabilme ihtimali Burak’ın Esma’yı kaybedebilecek olması ihtimali kadar yakın olsaydı…

Yaşayamazdım.

Burak sandalyelerin yanına gitti ama oturmadı. Son sandalyenin yanında durdu ve duvara yaslandı. Yavaşça aşağı kaydı ve yere oturdu. Ben, buradaki düşürülmüş sıcaklıkta üşürken, o ise terliyordu.

Montumun cebinde her zaman taşıdığım peçetelerden bir tanesini Burak’a uzattım. Aldı ve açıp alnını sildi. Yanına, yere oturdum. Ben de bacaklarımı uzattım.

Burak kafasını da duvara dayadı ve boynunu yukarı kaldırdı. Gözlerini kapattı.

Bu, ona işkence gibi geliyordu. Yaklaşık yirmi dakika boyunca orada, öyle sessizce oturduk. İstanbul’daki doktorla konuşmaya giden kadın geri dönmedi, ne yeni biri girdi ne de biri çıktı. Bazen koridordan geçen hemşireler gördük, o kadar.

Aklıma Demir geldiğinde, telefonumu çıkardım ve hâlâ takmamış olduğum bataryayı, arkasından da telefonun arka kapağını taktım ve kilit tuşuna basılı tutup açılmasını bekledim.

Telefon açıldığında hemen titreşime aldım. Kapalıyken beni arayan numaralar ve Helin’in attığı mesajlar gelmeye başladığında, rehbere girip Demir’i aradım. Burak’ın yanında konuşup boş yere onu rahatsız etmek istemediğim için ayağa kalktım.

Demir’in telefonu açmasını beklerken yavaşça merdivenleri çıkıyordum.

“Neredesin?” diyerek telefonu açtığında “-1’deyiz. Durum sanırım gerçekten çok kötü ve Esma’nın bir an önce İstanbul’a dönmesi gerekiyormuş,” dedim.

Demir “Evet, mantıklı. En hızlı nasıl dönebilir?” diye sorduğunda, “Bilmiyorum ama ailesi buraya gelmeden bir karar vermemiz doğru olmayabilir,” diye karşılık verdim.

“Önüne bak,” dediğinde anlamayarak “Hı?” diye sordum.

“Önünde başka bir basamak daha yok,” dediği zaman şaşırdım ve merdivenlerin orada dengemi kaybettim.

Arkaya doğru, merdivenlerden düşerken, Demir beni tuttu ve düşmememi sağladı.

“Bir de seninle mi uğraşalım, onu mu istiyorsun?” diye sorduğunda, gülmedim ve Burak’ın yanına doğru yürümeye başladım. Demir’in gelmediğini görünce ona döndüm ve “Gelmiyor musun?” diye sordum.

“Bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor,” dedi ve yukarı çıkmaya başladı.

Fazla yüksek çıkmamasına dikkat ettiğim sesimle “Demir,” dediğimde, beni duymayacağını sanmıştım ama anında durdu ve bana baktı.

Bir şey söylemeyince çıktığı merdivenleri geri indi ve bana yaklaştı.

“Söyle sarı.”

“Kendine dikkat et,” dedim hiç düşünmeden.

Mavi gözleriyle dudaklarıma baktı ve ardından gözleri tekrar gözlerimle buluşturdu.

“Sen hazırsın,” dedi.

“Ne demek istiyorsun?” derken, Demir sözümü kesti ve “Güneş sen… İnanılmaz birisin,” dedi.

Demir’in ne demeye çalıştığını hem anlamıyordum hem de neden bu kadar içten ve ciddi bir şekilde söylediğini de merak ediyordum.

“Ne alakası var?” diye sorduğum anda aramızdaki mesafeyi kapattı ve omuzlarımdan önüme düşen sarı saçlarımı geriye attı. Ardından ellerini boynuma ve yanaklarıma koydu.

“Ne kadar güçlü bir kız olduğunun farkında değilsin, bu konuda sürekli kendinle çatışma halindesin ama hiçbir zaman benim gördüğüm Güneş olduğunu kabul etmiyorsun. İşte o inatçılığın beni sana çekiyor,” dedi.

“Demir inan bana, uzun zamandır güçlü olmayı, sürekli öyle kalmayı deniyorum ama olmuyor. Sürekli bebek gibi ağlıyorum ve gözyaşları hiçbir sorunun çaresi olmuyor,” derken sözümü kesti. “Hayır. Şu anda konumuz o değil ama yine de sen herkes ağlayabilir mi sanıyorsun? Ağlamak cesaret ister Güneş ve sende, bende olmayan o cesaret var. Bunu unutma,” dedi, alnımı öptükten sonra ellerini yanaklarımdan çekti ve uzaklaştı.

Burak’ın yanına döndüğümde oturduğu yerden bir santimetre bile kıpırdamamış olduğunu gördüm. Sandalyelerin oraya fırlattığı lacivert hırkasını aldım ve ona uzattım. Elimden aldı ve üstüne giyip, teşekkür etti.

Tekrar onun yanına, yere oturdum ve sırtımı dayadım.

Demir durup dururken bir kişi hakkında düşüncelerini açıklama gereği duymazdı. Demir’in hangi davranışımdan dolayı bana benim hakkımdaki düşüncelerini açma gereği duyduğunu bulmaya çalıştım. En yakın arkadaşım içeride ölümle savaşırken, burada büyük bir soğukkanlılıkla Burak’a destek olduğum düşüncesi daha yeni aklıma gelmişti.

Göğüs kafesime sıkışan bir ağırlık ve gözlerimde dakikalar geçtikçe etkisini kaybeden yanma hissi dışında bir şey hissetmiyor gibiydim.

“Beklemek, beklemek ve beklemek… Zor, değil mi?” diye sordum. İkimiz de karşımızdaki boş, beyaz duvarı izliyorduk.

“Hem de nasıl,” dedi. Sesi kısık çıkmıştı. Bunu fark edince boğazını temizledi ve sesini yerine getirmeye çalıştığını belli etti.

“İçeride ne olup bittiğini öğrenmek için her şeyi yaparsın ama hiçbir şey öğrenemeyeceğini de biliyorsun, işte bu seni dizginliyor ve şu anda oturduğumuz yerde oturmamızı sağlıyor. Eninde sonunda bir cevap alacağız Burak. Esma yaşayacak, hiç merak etme. Onunla daha izlememiz gereken o kadar çok film, söylememiz gereken o kadar çok şarkı ve benim gibi ağaçtan beter dans eden birine öğretmesi gereken o kadar çok dans figürü var ki…” dediğimde, Burak gözlerini kapatmış, gülüyordu. Ben de gülümsedim.

O cevap vermeyince konuşmaya devam ettim:

“O yaşayacak. Düzenlemesi gereken etkinlikler var, lise bitmeden alması gereken iki takdir belgesi daha var. Ezberlemesi gereken yeni yemek tarifleri ve bu boktan lisede hiçbir şeyi takmayan öğrencilerin bile adamakıllı müzikaller yapması gerekiyor,” diye saymaya başladığımda, her söylediğim şey gülümsememi iki katına çıkarıyordu.

Burak sözümü kesti.

“Hiç tanımadığı daha birçok insana o tatlı sesiyle yardım etmesi, gülmesi, güldürmesi ve beni her yılın her ayının her gününün her dakikasında tekrar ve tekrar kendine âşık etmeye devam etmesi gerekiyor,” dediğinde hâlâ Burak’ın gözleri kapalıydı ve gülümsemeye devam ediyordu.

Burak’ın o anda gözleri kapalıyken yanağından süzülen bir damla gözyaşı gibiydi Esma’nın içerideki savaşı.

O anda ya hiç sağlıklı düşünemiyordum, ya da fazla olgun düşünüyordum çünkü Esma’nın benim üzerimde bıraktığı, herkesin üzerinde bıraktığı o tatlı ve masum etki dışında başka hiçbir şeyi hissetmiyordum.

Sanırım hayatımda kayıpların olmasına alışıyordum ama Esma o kayıplardan biri olmak için fazla gençti.

Ama bir şeyi ihmal ediyordum ki,bu ihmal ettiğim şeyin üzerinde kafa yormak konusunda kalbimle beraber işbirliği yapıp bunu sürekli erteliyordum:

Kardeşim Atakan çok genç değildi sanki!

error: Bu içerik koruma altındadır.