“Ne zaman tuvalet molası vereceğiz?”
Cansu’nun sorusuna, Helin “On dakika önce benzin almak için durduğumuzda gitseydin prenses,” diyerek cevap verdi.
Cansu “Ateş, hadi gidip sor.”
“Ben senin oyuncağın değilim prenses,” dedi Ateş, ‘prenses’ derken Helin’in taklidini yaparak. Cansu ofladı ve ardından ayağa kalkıp otobüsün ön taraflarına, şoförün olduğu yere gitti. Uğraşları işe yaramış olmalıydı ki birkaç dakika sonra otobüs otoyolun kenarında, otoparkında hiç araba olmayan bir restoranın önünde durdu. Cansu haricinde aşağı inen olmadı. Hepimiz yola devam etmek için onun hızlı bir şekilde geri dönmesini bekliyorduk. Helin sıkıntılı bir ses tonuyla “Lütfen biri konuşabilir mi artık?” diye bağırdığında, hepimiz dönüp ona baktık. “Sessizlik beni daha da mahvediyor, lütfen birileri bir konu açsın,” dedi, otobüsün bizim oturduğumuz kısmına.
Ateş “Tamam, tamam. Haklısın,” diyerek Helin’e destek olduğunda, Doğukan “Helin, hangi üniversiteye gideceğiz?” diye sordu.
Helin “Teşekkür ederim, en sıkıcı konu ama yine de bir şey. Doğukancığım, bu sene bir üniversiteye girebileceğimi sanmıyorum.”
“Helin, saçmalama,” diye döndüm ona. “Güneş, hiç de saçmalamıyorum, bir kere ders çalıştık mı?”
Okuldaki sınavlardan geçmeye çalışmak haricinde ekstra pek ders çalışmamıştık ve Helin bu konuda haklıydı. Üniversite sınavı yakındı ve bizim okulda çalışmak, sürekli ertelenen ve hatta yapılmayan bir şeydi. Bizim sınıfta hakkıyla çalışan bir tek Esma vardı.
Helin, Doğukan’la sohbete başladığı zaman arkama yaslandım ve Demir’e baktım.
“Biz ne yapacağız?” diye sordum.
Demir kendinden emin bir şekilde “Ben sanat okuluna gitmek zorundayım,” diyerek kendini ifade etti.
“Ne demek zorundasın? Gayet iyi basketbol da oynuyorsun. Ayrıca her zaman soyadından sıyrılıp kendi başına bir şeyler başarmak istedin. Üniversite konusunda özgürsün,” dedim.
Demir’in dersleri genel olarak çok kötüydü ama bence okuldaki o ‘dersleri takmayan çocuk’ imajını bozmamak için bilerek sınavlardan kötü alıyordu. Bir keresinde okulun başında ona nerede olduğunu sorduğumda bana, matematik dersinde olduğunu söylemişti. Bence pek çalışmıyordu ama zekiydi. Sadece onun için ön planda olan şey dersler değil, spor ve müzikti. En çok da müzik.
“Ben Erkan olduğum için piyano çalmıyorum, sevdiğim için piyano çalıyorum. Basketbola başlamamdaki sebepse, üniversiteye başvururken derslerimle oluşacak açığı kapatmak,” dedi.
“Gerçekten bütün hayatını planladın, değil mi?” diye sorduğumda, Demir “Hayatımızı,” diyerek bize vurgu yaptı.
Ne dediğini anlamamış bir şekilde ona bakarken sözü tekrar aldı ve “Senin başvurunu da gönderdim,” dedi.
Benim başvurum mu? “Sen ne yaptın?”
“Aslında New York’taki en iyi sanat okuluna gidecektim, tüm hayatım planlanmıştı. Babamın hayatım üzerinde el attığı şeylerden tek onay verdiğim bu olmuştu. Daha ilkokuldayken oranın yöneticileriyle tanıştırmıştı beni ve orada okuyacağımın hayalini kurardım,”
Demir’in sözünü kestim ve “New York mu? Demir ne diyorsun sen, ben yurt dışında bir gün bile kalamam, kafede yirmi yıl çalışsam karşılayamam,” dedim. Benim adıma hem üniversite başvurusu yapmış, hem de başvuruyu yurt dışındaki en iyi sanat okullarından birine mi göndermişti? Eski Demir Erkan yine buradaydı. Fikir sormayan, sadece eylemde bulunan mavi gözlü otoriter…
“Güneş, dur da dinle. Geçen seneye kadar oraya gitmeyi planlıyordum ama seninle tanıştıktan sonra düşüncelerim de değişmeye başladı,” dedi.
Demir’in, hem ailesinin adı, hem parası, hem de bende olmayan o muhteşem yeteneği vardı. Kesinlikle istediği herhangi bir akademide okuma hakkına rahatlıkla sahip olabilirdi. Yurt dışında çok daha iyi okulların bulunduğunu biliyordum ve Demir, sırf ben oraya gidemem diye Türkiye’de kalmaya karar vermemeliydi. Geleceğini benim yüzümden mahvetmesine izin veremezdim. “Demir, lütfen benim yüzümden o okula gitmekten vazgeçtiğini söyleme,” dedim.
“Hayır bal, fikrimi değiştirmemdeki tüm neden sen değilsin,” diyerek açıklama yaptı.
Ona gözlerimi devirerek baktığım zaman “Gerçekten tüm neden sen değilsin. Rahat ol,” dedi ve elini omzuma koyup beni kendine çekti.
Bana bal demişti. İlk kez “sarı” veya “civciv” dışında bir lakapla anılmıştım. Demir’in bana bal demesi o kadar hoşuma gitmişti ki ona sarılmak istedim. Kolumu beline doladım. Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çekince ondaki tanıdık sigara kokusunun çok daha az olduğunu fark ettim. “Peki ben ne yapacağım?” diye sorduğumda, Demir “Sözümü kesmeseydin anlatacaktım güzelim,” dedi.
“Kendi hayatını planladığın gibi benimkini de planlamış olamazsın, değil mi?” diye sordum.
Demir “Ben hayatımı planlamadım, hayatım bana göre planlandı fakat ben her günümü o planların dışına çıkarak yaşamayı tercih ettiğim için seçeneklerim çoğaldı. Sen iki yıldır her adımını o kadar dikkatli ve üç kere düşünerek atıyorsun ki, karamsarlığın böyle büyük bir konuda seni hiçliğe düşürecek. Bu yüzden hazırda bir taslağının olması iyi olur diye düşündüm, üstelik o taslak gerçekleşirse, gerçekleştirmek istersen de gözümün önünden ayrılmamış olacaksın,” diyerek, beni mutlu etmeye mi çalışmıştı anlamamıştım.
Sanırım Demir’in amacı bana iyilik yapmaktı ama ben nedense kendimi, daha uçmayı öğrenemeden kanatları kesilmiş bir kuş gibi hissetmiştim. Bana sormadan hayatımı planlamış olması, üstelik ben sormasam hiç de haber vermeyecek olması beni sinirlendirmişti.
Ama Demir’in haklı olduğu bir nokta bana kalsa gerçekten de doğru dürüst bir karar veremeyeceğimdi.
Eski ben olsaydım, gözüm kapalı bir şekilde tercihlerimi yapar ve geleceğimi düşünürdüm ama hayatımda sırayla yaşadığım olaylar bana o kadar ileriyi düşünmenin bir hata olabileceğini, sürekli kendimi boşuna yorduğumu ve ne yaparsam yapayım yolda yürürken bile başıma düşen bir saksı ile ölebileceğimi söylüyordu.
Geleceği düşünmek önemliydi, üstelik benim gibi on sekiz yaşındayken ve üniversite sınavına bu kadar az zaman kalmışken… Ama kafamdaki, o her an her şeyin olabileceği riski sürekli olarak bir çekiç gibi düşüncelerime vuruyorken, yarın için plan yapmak bile zor geliyordu. Sanırım bu karamsarlıktan ve korkaklıktan kurtulmamın tam sırasıydı. Yaşayacaktım ve üniversiteye gidecektim. İki yıldır sadece günü atlatmaya ve sağ salim eve dönebilmeye odaklanmıştım ama artık bitmişti. Herkes gibi sınava girecek, elimden geleni yapacaktım.
Esma gibi. Esma da yaşayacaktı ve o sınava girip istediği tıp fakültesine gidebilecekti. Burak özünde onun kadar çalışkan bir öğrenci değildi ama Esma nereye girerse o da onunla birlikte olmak istediği için en az onun kadar çalışıyordu. Burak’ın gösterdiği bu emekler boşa gitmeyecekti.
Esma yaşayacaktı. Bundan emindim.
“Plan diyorum.”
Demir’in sesi beni düşüncelerimden ayırdı. “Efendim?”
“Merak edip dinleseydin,” dedi her zamanki ifadesiz ses tonuyla.
“Özür dilerim, yine senin saçma olarak sıfatlandırdığın kendi içimdeki çatışmalardan birindeydim, ama şimdi dinliyorum.”
“Güneş.”
“Evet?”
“Bana sarılırken kendi içindeki o saçma çatışmalara girmeni yasaklıyorum,” dedi gözlerime bakarak.
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve ardından ister istemez gülümsedim.
“Anlat hadi,” dedim.
Göz ucuyla Helin’le Doğukan’a baktığımda, arkalarında oturan Savaş ve Alperen’le sadece birkaç ülke adı duyabildiğim bir konuşmaya başlamışlardı. Helin dün geceden beri felaket durumdaydı ve sonunda birilerinin onu konuşturması gerektiğini idrak edebilmişti. Aklını dağıtması gerekiyordu. Aslında hepimiz aklımızı dağıtmalıydık ve iyi şeyler düşünmeliydik. Esma’ya inanmalıydık. Tıpkı, onun biz aynı durumda olsaydık inanacağı gibi.
Demir “Şimdi, dediğim gibi, yurt dışı fikrimden vazgeçmemin sebebi yüzde yüz sen değilsin. Burada birkaç iş kovalıyorum. Erkan Otel Zinciri de bunlardan bir tanesi. Plana gelirsek de öbür yakada olan Özel Hayal Sanat Akademisi’ne gönderdiğimiz başvuruların yanıtları bu cuma gelecek.”
“Özel Hayal Sanat Akademisi mi? Sen şaka mı yapıyorsun? Oraya girebileceğimi mi sanıyorsun Demir?” dedim.
Giremezdim.
“Parası mühim değil, bunu sen de biliyorsun ama gerek dahi kalmayacak. Burs alacaksın,” diyerek cevapladı. “Demir, ben burs falan alamam. Yetenek sınavını geçebilir miyim onu bile bilmiyorum. Tamam sesim fena değil ama oraya girebilecek kadar güzel bir sese sahip olduğumu sanmıyorum.”
Demir başımı öptü ve ardından “Sektörü bilmiyorsun. Sendeki ışığı anında fark edecekler. Neleri başarabileceğinden haberin yok, ufak bir şan eğitimi ve gerisi sende olacak,” dedi.
Daha bir müzik aleti bile çalamazken, hayatta oraya giremezdim.
Arda’dan sadece birkaç gitar akoru öğrenmiştim. Demir’le ise bana piyano çalmayı öğretmesi konusunda hiç konuşmamıştım. Çekinmiştim sanırım.
“Müzik aleti çalamıyorum,” dedim, ona sarıldığım kolumu geri çektim ve yerimde doğruldum.
“Öğrenirsin.”
“Yetenek sınavı ne zaman Demir? Bir ay sonra falan mı? Sence bir ayda nasıl bir müzik aleti çalmayı öğrenebilirim?” diye sorduğumda, Demir “Benimle tanıştın mı?” dedi.
Tamam, bu iyiydi.
“Duman mı o?”
Önümüzde oturan kızın sesini duyduğumda onun baktığı yere baktım. Önünde durduğumuz restoranın açık olan camlarından bir tanesinden duman yükseliyordu.
Demir “Evet,” dedi.
Alperen “Ne pişiriyor olabilirler ki, bu kadar duman çıkmaması lazım…” derken bir anda baktığımız cam patladı ve alevler yükselmeye başladı.
Ateş “Cansu orada!” dedi ve yerinden fırladığı gibi şoförün yanına gitti.
“Kapıyı aç! Çabuk ol!” diye bağırırken, Demir de ayağa kalktı.
Doğukan, “Siktir, çok duman var,” dediği anda, Demir ayağa kalktı ve ardından Ateş’in arkasından gitmek için otobüsten indi.
Helin “Biri itfaiyeyi arasın!” diye bağırdı ve Doğukan’ın ayağa kalkmasıyla beraber o da ayaklandı.
Yaklaşık on kişi otobüsten indik ve restoranın girişinde duran Demir’in yanına koştuk. Demir telefonla konuşuyordu. Sanırım itfaiyeyi aramıştı. Konuşmayı bitirdiği anda ona “Ateş nerede?” diye sordum.
“Güneş, otobüse dön,” dedi ve henüz alevlerin görülmediği camlardan birinden içeriyi görmeye çalıştı.
Demir’in ses tonundan Ateş’in içeriye girdiğini anlamıştım.
“Bu çok tehlikeli! Nasıl içeriye girmesine izin verdin?” diye ona kızdığımda, Demir “İçerideki sen olsaydın biri beni durdurabilecekmiş gibi konuşmayı kes ve otobüse dön Güneş! Tekrar söylemeyeceğim! Enişteni ara,” dedi ve ardından restoranın duman yükselen ve açık kalan kapısından Ateş’e seslenmeye çalıştı. O sırada otobüsün şoförü bagajdan aldığı yangın söndürücüyle, birazdan tam anlamıyla yanmak üzere olan restorana doğru ilerlemeye başladı.
Hızlı adımlarla otobüse döndüm ve çantamdan telefonumu çıkardım.
“Alo.”
“Burada yangın çıktı ve…”
“Kızım, iyi misin?”
“Yangın çıktı ve Cansu içeride kaldı. Ateş de onun için…” diye açıklama yapmaya çalışırken, otobüste oturanlardan biri “Ateş, Cansu’yu mu taşıyor?” diye sordu.
Onun bu sorusuna karşılık camdan baktım ve Ateş’in Cansu’yla beraber içeriden çıkmış olduğunu gördüm. Hızlı bir şekilde enişteme olanları anlatırken öbür yandan da otobüsten iniyordum. Demir herkesi otobüse yönlendiriyordu. Doğukan, Ateş’e yardım etti ve Cansu’yu onun kucağından aldı. Cansu bir şeyler mırıldanıyordu ve tüm vücudu kül kaplıydı. Ateş öksürüyordu ve hırkasının kolunun bir kısmı yanmıştı. Herkes hızlıca otobüse bindiğinde şoför de sürücü koltuğuna geçti ve gaza bastı. İtfaiyeyi arayıp haber verdiğimizde, geride kalan kimse yoksa yola çıkmamızı, yangınla kendilerinin ilgileneceğini söylediler. Otobüste en arkadaki dört kişilik koltuğu tamamen boşalttık ve Cansu’yu oraya yatırdık. Çantamdan çıkardığım su şişesini ona uzattığımda, Ateş hırkasını çıkardı ve koluna baktı.
“Ateş,” dedim kolundaki yarayı görünce. Bana baktı ama cevap vermedi.
Doğukan “Neden bizi gönderdiler ki oradan? İtfaiye ve ambulans ekipleri gelseydi daha sağlıklı olmaz mıydı?” diye sorduğunda, Demir “Hayır, orası eskiden benzinciymiş ve patlama tehlikesi varmış. Bu yüzden bir an önce oradan uzaklaşmamız gerekiyordu,” diyerek, Doğukan’ı yanıtlamış oldu.
Savaş “Ateş, sen iyi misin?” diye sordu.
Ateş “Evet,” dedi ve yine öksürdü. “Sanırım sigarayı bırakacağım,” diyerek cümlesini tamamlamış oldu.
Yaklaşık on kişi, otobüsün en arka tarafında ayakta duruyorduk ve hepimiz Cansu ve Ateş için endişeleniyorduk. Zayıf bir ses, adımı söylediğinde Cansu’ya baktım. “Güneş iyi mi?” diye sorarken gözlerini açabilmişti.
Cansu’nun yanına gittim ve ona iyi olup olmadığını sordum. Bana cevap vermek yerine “Buradasın,” dediğinde şaşırdım.
Helin “Sanırım kendinde değil,” dedi.
Cansu onu duymuş olmalıydı ki yavaşça yerinden doğrulmaya çalıştı. Bana tutundu ve koltukta oturur pozisyona geçti ama hâlâ bacaklarını uzatıyordu. Ateş’in de yüzünün gri ve siyah tonlarına büründüğünü görünce, Cansu “Ateş!” dedi ve ona sarılmak için ayağa kalkmaya çalıştı. Ayağa kalktığı zaman otobüsün hareketine ayak uyduramadı ve geriye, oturduğu yere düştü. Ateş öksürdü ve derin bir nefes alıp verdikten sonra “Seni ayağa kalkıp düş diye oradan kurtarmadım. Uzanır mısın lütfen?” dedi ve ardından Helin’in verdiği ıslak mendille yüzünü sildi.
Cansu hâlâ zayıf olan sesiyle Ateş’e bakarak “Seni seviyorum,” diye fısıldadı ve ardından ona verdiğim suyu yavaşça içmeye başladı. Suyu içerken öksürmeye başladı. Boğulmaması için hemen içtiği şişeyi ağzından çektim ve rahatça öksürmesine izin verdim.
Hâlâ yaşadığının şokundaydı ve öksürürken bilinçsizce suyu içmeye devam edebilirdi.
Öksürüğü geçtikten sonra, Cansu bana baktı ve “Güneş,” dedi. Ona ne istediğini öğrenebilmek için baktığımda cebini gösterdi.
Pantolonunun cebine elimi soktuğumda bir kâğıt parçası hissettim. Cansu’nun cebinden o kağıt parçasını çekip açtığımda elleri titriyordu.
Sıra Güneş’te.
Kâğıtta bilgisayardan yazılmış kelimeler açıkça okunuyordu. Boğazım kurudu.
Başımı kaldırıp önce Cansu’ya, sonra da Demir’e baktım. Bir şey söyleyecektim ama daha söyleyemeden Demir elimden kâğıdı çekti ve üstünde yazılı olanı okudu. Tek eliyle kâğıdı tutuyordu. Öbür eli ise yumruk şeklinde bacağının yanındaydı ve yumruğunu o kadar sıkıyordu ki, elinin üstündeki damarlar iki kat daha fazla belirginleşmişti.
İstanbul’a döndüğümüzde, Esma çoktan kendi doktorunun bulunduğu hastaneye yatırılmıştı. İki kez Esma’nın babasıyla konuşup son durumu öğrenmek istemiştim ama yeni bir şey olmadığını ve beklediklerini öğrendiğimde, yaşadığım hayal kırıklığı büyük olmuştu. Esma’nın yaşamla olan mücadelesi, ardından yangın olayı bizi çok etkilemişti ve Cansu’nun cebine sıkıştırılan not, adeta tüm beyin fonksiyonlarımı eritmişti. Artık sağlıklı düşünemiyordum ve benim yerime düşünebilmesi için Demir’in yanımda olması beni rahatlatıyordu.
Ateş, Cansu ve Savaş otobüsten erken inmişlerdi. Şoförümüz onları hastanede bırakmıştı, ardından da Atagül Lisesi’ne dönmüştük. Ayhan Hoca bizimle orada buluştuğunda, eniştem de yanında bekliyordu.
Ayhan Hoca neler olduğunu anlayabilmek için bizimle karakola gelmek istemişti ve eniştem de gelebileceğini söylemişti. Birkaç haftadır karakola gelmemiştim fakat tekrar koridorlarda yürürken bana sanki orada hiç ayrılmamışım gibi gelmişti. Kaçırılmamız, Gökhan Erkan’ın öldürülmesi ve benim de neredeyse vurulacak olmamın anısı tüylerimi diken diken ettiğinde tekrar aynı şeyleri yaşamak istemediğimi düşündüm. Aynı korkuyu, aynı öfkeyi ve aynı hüznü tekrar yaşayamazdım. Özellikle de en yakın arkadaşım komadayken daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum.
Karakolda eniştemin odasında Demir, ben, Ayhan Hoca ve karakolda genel sekreter olan Hazal Abla’yla beraber konuşmaya başladık. Hazal Abla, Ateş’in kolundaki yanığın geçmesi için tedavi sürecine ihtiyacı olduğunu, Cansu’nun ise sol omzunun çıktığını fakat doktorların hemen ilgilendiğini haber verdikten sonra sözü bize bıraktı. Ayhan Hoca da Cansu ve Ateş’e bakmak için eşiyle birlikte hastaneye uğrayacaklarını söyleyip karakoldan ayrıldı. Bugün orada çıkardıkları yangınla amaçları Cansu’yu öldürmek ve tabii ki sırada benim olduğumu da belli etmekti.
“Kim yapıyor? Tüm bunları yapan ve bizi sanki birer hayvanmışız gibi avlayan kim?” diye sorduğumda, hiçbir cevap alamadım.
Eniştem “Güneş, beni dikkatli dinlemeni istiyorum,” dediği zaman, onun yaslandığı koyu kahverengi masanın üstündeki mavi kalemliği inceliyordum.
“Bu dakikadan itibaren, ne olursa olsun evden çıkmayacaksın. Her zaman yanında bir koruma bulunacak ve kesinlikle itiraz istemiyorum.”
“Üniversite sınavı?”
“Kesinlikle itiraz etmeni istemiyorum. Anladın mı?”
Eniştemin ses tonunun sertliğinden, bu konuşmanın tartışmaya açık olmadığını anlamıştım. Eniştem sonuna kadar haklıydı ve beni korumak istiyordu. Ama bunu bana ev hapsi vererek yapamazdı. Bu sabahki ben olsaydım, Demir’le o konuşmayı yapmamış olsaydım, enişteme tamam deyip kaderime boyun eğerdim ama artık daha kararlıydım ve geleceğim hakkında bir şeyler yapmak zorundaydım.
“O üniversite ve yetenek sınavına gireceğim.”
Eniştem, “Güneş, bak bir cümle daha istemiyorum,” diyerek bana kararının kesinliğini belirtirken, gözlerim odanın duvarına dayalı bir şekilde duran Demir’i buldu ve “Bir şey söylesene! Bu sabah ne konuştuk Demir? Özel Hayal Sanat Akademisi dememiş miydik?” derken, eniştem sözümü kesti ve “Özel Hayal Sanat Akademisi… Güneş, sence orayı kaldırabilecek güçte miyiz?” diye sordu. Demir’in bana olan güveni kulaklarımdaydı. “Burs alacağım,” dedim. Bursu alamasam bile yetenek sınavını geçtiğim takdirde, Demir benim okul paramı da ödeyebilecek güce sahipti ama Demir’in parasını istemiyordum. Bir şey başaracaksam eğer, kendim başaracaktım. Başkalarına muhtaç olmamayı uzun zaman önce öğrenmiştim. Eğer o okula gireceksem, ki sadece birkaç saat önce karar verdiğim bir şey hakkında bu kadar inatçı olmam ne kadar doğruydu bilmiyordum, bursu alacaktım. Onun bana destek çıkmasını bekleyerek ona baktığımda Demir aynen geçen sene barda Cansu ve Cenk’le kavga ederken yaptığı gibi “Ben karışmıyorum,” dedi ve arkasına yaslanmaya devam etti ama bu sefer yapmaya çalıştığı şey kendi ayaklarım üzerinde durabildiğimi göstermek değildi. O da istemiyordu. Sabah benim, bizim geleceğimiz için planlar yaparken Cansu’nun olayından sonra adeta en başa sarmıştı ve bu konuda enişteme hak veriyordu.
Bir şey demediğimi görünce, eniştem “Arda’yı mı çağırayım, seni ikna etmesini mi istiyorsun?” diye sordu. Demir anında yaslandığı duvardan ayrıldı ve “Yok, yok hiç gerek yok. Ben onu ikna ederim,” dedi ve gülümseyerek bana baktı. Gülümsemesi “seninle çok işimiz var küçük hanım” gülümsemesiydi.
Eniştem “Demir, Dilan Erkan ile görüşmek istiyorum,” dedi. Demir, annesinin yurt dışında olduğunu söylediğinde, hangi anne, oğlu bir seri katille uğraşırken yurt dışına çıkar diye düşünmeden edemedim fakat ardından aklıma kocasının kaybıyla çöken bir âşık gelince, Dilan Erkan’ın yaşadığı duygu karmaşasının içinden çıkamayacağımı anladım.
Hazal Abla’ya gelen mesajın sesi odada yankılandığında Hazal Abla “Cansu’nun ifadesi gelmiş,” diyerek, gelen mesajı bize açıkladı. Cansu’nun ifadesini dinlediğimizde, restorandayken neler yaşamış olduğunu öğrendik. Şokun etkisiyle otobüsteyken pek konuşamamıştı ama hastanedeyken biraz daha kendine gelmiş olmalıydı.
Cansu restorana girdiğinde hiç kimse yokmuş. Tuvaleti kullanmış, ardından çıkarken karşısına bir siyah maskeli adam çıkmış. Adam onu yere düşürmüş ve ardından sol kolundan tutup sürüklemeye başlamış. Cansu’yu restoranın ortasına getirdiğinde ise, adam, Cansu’nun karnına bir tekme atmış ve birkaç saniye daha yerde kalmasını sağlamış. Benzin döktüğü eski masaları ve sandalyeleri yakmaya başladığında, Cansu’nun üstüne eğilip önce notu göstermiş, ardından kâğıdı pantolonunun cebine sıkıştırmış. Cansu ayağa kalkmayı denemiş ve tam başaracakken, adamın ona tekme atmasıyla birlikte kafasını, henüz yanmamış olan bir masanın ayağına çarpmış. Ateş onu otobüse getirene kadar, başka hiçbir şey hatırlamadığını da belirtmiş.
Eniştem “Güneş, sen başına gelebilecek tehlikenin farkında mısın?” diye sorduğunda, ona “Esma komadayken onu ziyaret etmeden nasıl evde oturabileceğimi sanıyorsun?” diye bağırdım. Aslında bağırmak istememiştim. Ona neden karşı çıktığımı bilmiyordum. Sonuna kadar haklıydı ama nedense benim davranışlarım, ona tepki göstermekten başka bir şey yapmıyordu.
Demir, annesine ulaşacağını ve ardından birkaç işi olduğunu söyledi. Eniştemin görevlendirdiği bir polis beni eve bıraktı, halam bana sarıldı ve Arda’nın odamda beklediğini söyledi.
Arda’nın bizim evde olduğunu duyunca mutlu oldum ve odama girer girmez onu ayakta görünce boynuna atladım. “Sana ihtiyacım vardı,” dedim, yüzümü omzundan kaldırmadan.
“Ben de seni özledim civciv,” dedi ve ellerini sırtımda hareket ettirdi.
Sarılmamız bittiğinde yatağımın üstüne oturduk.
“Neden geldin?” diye sorduğumda, bana “Halanla konuştum. Sen şaka mısın? Esma, Burak, Cansu… Neler hissettiğini tahmin bile edemiyorum,” dedi ve onunla konuşmamı istedi.
Arda’yla arayı kapattığımızda rahatlamıştım. Yine ve yeniden en son durağım o olmuştu. Demir’le, arkadaşlıklarımla, ailemle ve yaşadıklarımla ilgili en rahat olduğum kişi oydu ve onunlayken gözyaşlarımı saklamama gerek yoktu.
Herkese, yanında gözyaşlarını saklamaya ihtiyaç duymayacağı bir arkadaş gerekliydi.
“O yetenek sınavına gireceksin,” dedi bana, yaklaşık kırk beş dakikalık konuşmamızdan sonra oluşan sessizliği bozarak. “Şu anda ben bile bunu söylediğime inanamıyorum ama seni o sınava sokmamız gerekiyor.”
“Gireceğim, ama eniştem haklı. Açıkçası artık hayatımla ilgili ne yapacağımı bilmek istiyorum. Bir şeylere anlam yükleyebilmek ve fikir yürütebilmek istiyorum. Attığım adımı görüp, bir sonrakini işimi sağlama alıp onun yanına atmak yerine, biraz daha ilerisine atmak istiyorum. Değişmek istiyorum,” dedim.
Sanırım kendimi uzun zamandır ilk defa bu kadar iyi ifade edebilmiştim. “O zaman yapacaksın. Serkan Amca, koruman olacağını söylediyse olacaktır. Sınava girersin, izleyicilerden biri de o iri yarı tipli koruman olur işte,” dedi.
“Uludağ’a giderken de koruma ayarlanmıştı. Aslında çok can sıkıcı bir şey değil,” dedim, bardağın dolu tarafını görmeye çalışarak.
“Tamam. O zaman seçmemiz gereken mükemmel bir şarkı var,” dedi ve ardından telefonunu çıkardı.
Arda’nın benim bu sınava girme kararıma olan inancı beni mutlu etmişti. En azından birileri kararlarıma saygı duyuyordu. “Tabii her zaman sahnedeyken bir keskin nişancı tarafından öldürülme tehliken var civciv,” diyerek son cümlesine ekleme yaptığında, ona gözlerimi devirerek baktım ve olumlu düşüncelerimi sildim.
“Güneş, bana öyle bakma! Canını seviyorsan kendini korumak üzere bir şeylerden fedakârlık etmen gerektiğinin sana hatırlatılması için, daha kaç kere korkunç şeylere tanık olman gerekiyor?” diye sorduğunda, ona tek bir cevap verdim.
“Ben sırf evde oturup kendimi koruyup hiçbir şey yapmadan nefes alabileyim diye, ailemi kaybettikten sonra yaşamaya devam etmedim.”
Arda yeşil gözlerini bana sabitledi ve verdiğim cevap karşısında hiçbir şey söylemeyeceğini belli ederek kaşlarını kaldırdı.
“Noktayı koydun civciv,” dedi.