Karanlık Lise 2 – Bölüm 41


“Merhaba, nasıl yardımcı olabilirim?”

Demir’le beraber Esma’ya uygun, hafif ve sade bir gelinlik; Burak için de Demir’in tek seferde görüp “Bu iş görür,” diyerek seçtiği bir damatlık almıştık. Öğle yemeği yedikten sonra şimdi ise sıra yüzükteydi.

“Yüzük bakmak istiyoruz,” dediğimde son derece şık giyinmiş, gözlüklü kuyumcu adam gözlerini saçımdaki tokadan ayırmıyordu.

Demir “Alyans bakacağız ve biraz acelemiz var,” diyerek adamın dikkatini kendisine çekti.

Gelinlikçilerde fazlasıyla zaman kaybetmiştik ve Demir sıkıntıdan patlamak üzereydi. Adam, “Hangi fiyat aralığında düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda, ben Demir’e bakıp “Çok pahalı olmamalı,” dedim. Demir ise aynı anda kuyumcu adama “Fark etmez, çabuk alalım yeter,” diye cevap vermekle meşguldü.

“Şuna bakabilir miyiz?” diye sorduğumda, işaret parmağımla önümde duran cama dokunmadan altın renkli ve işlemeli bir çift yüzüğü işaret ediyordum.

“Tabii.”

Kuyumcu adam yüzükleri çıkarıp az önce iz bırakmamak için dokunmadığım cama bıraktığında, yüzüklere daha yakından baktım. Demir “Güneş, ikisi aynı olmak zorunda mı? İkisi aynı tip olur ama Burak’ınki biraz daha düz olur?” diye önerdiğinde, kuyumcu adama dönüp “Evet, bence de güzel olabilir. Gümüş renkli ve anlattığımız gibi bir çift gösterebilir misiniz?” diye sordum.

“Alyansları kendinize bakmıyor musunuz?”

“Hayır, arkadaşlarımız için alacağız.” Demir, Burak’ın ismini konuşmada geçirdiğinden beri bu soruyu beklediğim için adamın sorusuna hızlıca yanıt verebilmiştim.

“Peki yüzük ölçülerini biliyor musunuz?”

Kuyumcunun bu sözüne karşılık cevapsız kaldığımda Demir’e baktım. Demir de bana baktı. Ardından kuyumcuya dönüp “Hayır, ama kızın parmakları benimkilerden biraz daha ince. Oğlanınkileri de açıkçası hiç incelemedim,” dedim. Demir “Burak’ı arayıp öğreniyorum, sen yüzüklere bakmaya devam et,” deyip telefonunu cebinden çıkardı. Kuyumcuya giren birkaç yeni müşteri oldu ve bu sırada Demir, Burak’la daha rahat konuşabilmek için dışarı çıkma gereği duydu. Aslında orada da konuşabilirdi ama sanırım kuyumcuya giren gürültülü ve takı almak için fazla heyecanlı olan kadınları gördükten sonra dışarı çıkmanın daha iyi olacağını düşünmüştü. Yeni gelen müşterilerle, kuyumcuda çalışan başka bir adam ilgilenmeye başladığında, ben de vitrine göz atıyordum. Esma üzerinde taş olan bir alyans mı isterdi? Rengi nasıl olmalıydı? Fotoğrafını çekip ona atabilirdim ama şu anda onun kendi işi zaten başından aşkındı. Daha en başta gelinliği, damatlığı ve yüzükleri bizim alıyor olmamızın sebebi de buydu. Gözlerimi Esma ve Burak’a uygun olabilecek başka yüzüklerin üstünde gezdirmeye devam ediyordum. “Acaba tokanıza bakabilir miyim?” Kuyumcunun sorusunu hiç beklememiştim ama olumsuz bir cevap vermedim. Ellerimi saçımın arkasına götürdüm ve yavaşça tokayı saçımdan ayırıp kuyumcu adama verdim. Gözlüğünü düzeltti ve yakından incelemeye başladı. “Tek kelimeyle mükemmel işçilik. Kesinlikle el yapımı ve Türkiye’de yapıldığını sanmıyorum. Bu taşlar ülkemizde maalesef yok, getirtmek de son derece zorlu ve maliyetli bir iş olurdu.”

“Nerede yaptırıldığını veya taşların nereden geldiğini bilmiyorum, benim değil,” dedim.

“Ama harfler size ve beyefendiye göre yazılmış,” dediğinde Demir’le benim baş harflerimizi nereden bildiğini sormak istedim. Daha sonra kuyumcuda geçirdiğimiz zaman süresince aramızda geçen konuşmalarda yanımızda bulunduğu için isimlerimizi duymuş olabileceğini anladım. Gülümseyerek “Hayır, o sadece tesadüf. Toka Demir’in ailesine ait,” dedim. Yüzüklerin bulunduğu camekânın altındaki çekmeceden bir büyüteç ve bez çıkardı. Tokayı camekânın üstüne bıraktığı beze koydu. Adam, elinde tuttuğu büyüteçle beraber tokayı, inceleme konusunu farklı bir boyuta geçirirken, merakıma yenik düştüm ve ona taşların nereden gelmiş olabileceğini sordum.

“Söylemek zor, beyaz-gri olanlar büyük ihtimalle gerçek kristal ve Avrupa’da, fakat mavi olanların nereden geldiği konusunda tahmin yürütemiyorum. Otuz iki yıldır bu işteyim ve bu türdeki orijinal taşların mavi renginin tükendiğini sanıyordum,” diyerek soruma yanıt verdiğinde, neden Dilan Erkan’ın böylesine değerli bir tokanın bende kalmasına izin verdiği konusunda aklımda soru işaretleri oluşmuştu.

“Belki o bahsettiğiniz türdendir, ama boyanmıştır?” diyerek yardımcı olmaya çalıştığımda kuyumcu adam bana “Hayır, kesinlikle orijinal rengi. Boya olsaydı kolayca anlaşılırdı ama bu mavi kesinlikle kendi rengi. Şimdi, asıl merak ettiğim bir şey var,” dedi. Tokayı yavaşça bezin üzerinden kaldırıp tartının üstüne koydu. Gördüğü sayılar karşısında anlayamadığım bir nedenden ötürü gözlüklerini çıkardı ve hızla bana döndü: “Tokanızın değerinin ne kadar olduğunu biliyor musunuz?”

Sorduğu soru ve ses tonundan Demir’in annesinin tokasının tahmin ettiğimden de değerli olduğu izlenimini çıkarıyordum.

“Dediğim gibi, toka benim değil. Ben sadece…”

“Size iki katını teklif ediyorum, tokayı yaptırdığınız paranın tam iki katını nakit olarak sunabilirim,” dedi sözümü keserek.

Kibarca “Bakın, toka her ne kadar çok değerli olsa da benim paraya ihtiyacım yok,” dedim ve kuyumcunun birazdan edeceği ısrarlara kendimi hazırladım.

“Ama birgün olabilir. Fırsatı kaçırmayın derim.”

“Kusura bakmayın. Paraya ihtiyacım olsa bile satma kararı bana ait olmazdı.”

Demir “Güneş, ne oluyor?” diye sorarak yanımıza geldiğinde, kuyumcu adama açıklama yapmayı bıraktım.

“Bir şey yok, sadece annenin tokası hakkında…”

“Satılık değil.” Demir, cümleyi bitirmemi beklemeden kuyumcu adama dönüp söylemek istediğini söylemişti. Kuyumcu “Ama efendim, siz az önce Güneş Hanım’a yaptığım teklifi duymadınız,” derken, Demir, adamın söylediğini hiç takmadan camekânın üstündeki tartıya uzandı ve tokayı alıp bana döndü. Sabah o tokayla saçımın önden iki tutamını arkada tutturduğum halimi gözünün önüne getirerek, aynı şekilde toplamak istedi ve nazikçe bana yaklaşarak saçımı sabahki gibi yaptı. Parmaklarını saçlarımın arasından geçirmesi ve tokayı çıkarmadan önceki haline getirmek istiyor oluşu gülümsememe yetmişti. Tokayı tutturduktan sonra benden uzaklaşmadı, aksine kulağıma eğilip “Bir daha tokanın senin olmadığını söylersen bozuşuruz,” diye fısıldadı. Sonunda yüzükleri seçtiğimizde, kuyumcu adam “Yüzükler için size özel bir indirim daha yapacağım,” dedi, tokamı alamayacağını anlamış, fakat bir gün alabileceğini uman ve bu yüzden iyi davranmaya çalışan bir ifadeyle. Demir’le alışveriş tahmin ettiğimden daha normal geçmişti.Üstelik yaptığımız alışveriş de bir nevi düğün alışverişiydi ve her ne kadar gelinlik için dükkânları gezerken o sıkılmış olsa da, bunu onunla tanıştığım zamanlardaki gibi açık ve sert bir şekilde belirtmemeye dikkat etmişti. Hatta onunla zaman geçirmekten yine her zamanki gibi zevk almıştım. Her ne kadar on adım arkamızda bir korumanın varlığını bilsem de…

Korumanın bize göz kulak olması kesinlikle iyi bir şeydi. Bunu biliyor olmama rağmen, ne zaman Emre Bey’i görsem, dışarıda hayatımı tehdit eden gerçekleri hatırlıyordum. İşte her güldüğümde kendimi durdurmama neden olan bu hatırlatıcılardan sadece bu yüzden hazzetmiyordum.

Arabaya bindik ve hastaneye doğru yola çıktık.

Hayatın sihirli anlarından biriydi yaşanacak olan.

Tüm engellerden sonra Burak Esma’sına, Esma da Burak’ına kavuşmuştu. Evet, her şey bir çiftin hayal edebileceği kadar mükemmel değildi ama sonuçta herkes mutluydu. Kısa ve öz bir törenin ardından artık evlilerdi. Burak’ın şahitliğini Arda, Esma’nınkini ise ben yapmıştım. İlk defa bir düğünde şahit olmuştum ve gerçekten çok güzeldi. Sevdiğiniz kişilerin mutlu olma yollarında bir parçaya sahip olmak mükemmeldi. Arda da aynısını düşünüyordu. Emre’nin gelişi, Demir hariç herkesi olumlu etkiledi. Demir her zamanki gibi nötr ve mesafeli davranmayı tercih etti. Emre de ona sadece selam vermekle yetindi. Sanırım olması gereken de buydu. Öbür türlüsü gerçekten fazla garip kaçardı. Cansu ve Ateş’in gelmesi gerilimli bir ortam yaratmak yerine hoş karşılanmıştı. Helin “Uğraşmayacak kadar mutluyum,” diyerek sorun çıkarmamıştı.

Eniştem, halam ve Mert de törenin en önemli kısmında orada bulunmuşlar, sonra gitmişlerdi. Esma ve Burak’ın yakın akrabaları da bugün onları yalnız bırakmamışlardı. Zaten Burak’ın ailesi Esma’yı, Esma’nın ailesi de Burak’ı uzun yıllardır tanıyorlardı. Arda, gitarıyla akşama renk katarken, herkes içeceklerin ve sohbetlerin tadını çıkarıyordu. Gitarın hoş melodisi ve sohbetlerin uğultularının karışımı hastane odasının kapalı kapısının ardına pek taşmadığı için hastane yönetimi bizi uyarmaya gelmemişti.

“Bence yakıştı,” dedi Demir, ben odanın bir köşesindeki duvara yaslanıp tüm mutlu yüzleri incelerken. Yaklaştı ve beni yaslandığım duvardan çekti. Arkama geçip iki saniye önce yaslanıyor olduğum yere kendisi yaslandı ve ardından beni kendine yaklaştırdı. Bu arkadan sarılma olayı gün geçtikçe daha da hoş bir hal alıyordu.

“Gelinlik mi, damatlık mı, yoksa yüzükler mi?” diye sordum.

“Hayır balım, senin elbisen.”

Bir insan milyonlarca şekilde iltifat edebilirdi. Milyonlarca değişik pozisyonda, milyonlarca farklı kelime kombinasyonuyla ve ses tonu ayarlamalarıyla bunu yapabilirdi. İltifatı aldığınız kişi size, o her duyduğunuzda gözlerinizi kapatma isteği uyandıran kokusunu bulaştıracak kadar yakınınızda duruyorsa, o kişi daha ilk duyduğunuz andan itibaren kalbinize kazınan ve aynı anda size pek çok duyguyu çağrıştıran ses tonuyla içinizi ısıtan, kendi yakıştırmış olduğu “Bal” kelimesiyle hitap eden Demir ise…

Sanırım bir anda kızarmış olmam doğal karşılanırdı. Belki de sadece basit bir cümleden bu kadar etkilenmem çok çocukça ve saçmaydı. Ama açıkçası bu benim hiç umurumda değildi. Demir’i iyi tanıyordum ve eski halindeyken ondan iyi olan tek bir şey bile duyamazdınız. İşte ben daha o zamanlarda beklentilerimi en aza indirebilmeyi başarmıştım. Her ne kadar özellikle son zamanlarda hep ‘iyi kalpli Demir’ halinde olsa da, ben asla alışmayıp, beklentimi azda tutmaya devam edecektim.

Sonunda cevap verebildiğimde “Esma’nın gelinliğini alıp rahatladıktan sonra kendi giyeceğim elbiseyi ayarlamak aklıma bile gelmemişti,” dedim.

Helin’in kıyafetleri genellikle gri, siyah, beyaz ve lacivert ağırlıklıydı. Biz tüm işlerimizi halledip buraya gelirken Helin’in mesajı ile yanıma düzgün bir kıyafet almadığımı hatırlamıştım.

Gönderilen: Helin

Lacivert mi beyaz mı? Çabuk söyle, evden çıkıyorum.

Laciverti seçtiğimde, elbise giymenin aslında çok da önemli olmadığını düşünüyordum. Zaten gelen herkes bugünün sembolik, küçük ama kâğıt üzerinde bir düğün olduğunu biliyordu ve ona göre rahat, çok da resmi olmayan kıyafetler giymişlerdi.

“Güneş! Gelin, fotoğraf çekiliyoruz.”

Esma’yı ayakta, düne ve ondan öncesine göre daha canlı haliyle gülümserken, bana seslenirken görünce, Demir’in kollarını vücudumdan ayırdım fakat bir elini bırakmayıp onu peşimden gelmeye zorladım. Herkes hastane odasında birkaç koltuğun arkasında kalan duvarın önünde bir araya gelmeye başladığında, Esma ve Burak ortada duruyorlardı. Tüm kalabalık onların çevrelerinde yerlerine geçiyorlardı. Arda, fotoğrafta gitarıyla birlikte çıkmak istediği için en kenarda durmaya karar vermişti. Tavandan süzülen beyaz-mor süs kâğıtları ortamı bir düğünden çok altıncı yaş doğum günü partisi havasına soksa da en azından odayı eski kasvetli halinden kurtarıyorlardı. Esma’nın doktoru ve Demir, tüm kalabalığın karşısında fotoğrafı çekecek kişiler olarak dururlarken, Esma’nın babası, doktora “Erol Bey, lütfen fotoğrafta siz de olun. Siz olmasaydınız bugün bu oda böyle neşe dolu olmayacaktı,” dedi ve onu davet etti. Erol Bey, fotoğraf makinesini Demir’e bıraktıktan sonra gülümseyerek bize yaklaşırken, Burak “Demir, davetiye mi bekliyorsun?” diyerek, Demir’e kızdı. Kalabalığın arasından, Ateş “İstiyorsanız ben çekebilirim…?” diye önerdiğinde Burak “Ateş, sen de dur durduğun yerde kardeşim. Demir, makinede zaman ayarlayıcıdan on saniyeyi seç ve makineyi küçük masanın üstüne koy,” dedi.

Demir hiç beklemediği bu “Tabii ki de fotoğrafta olacaksın” mesajından sonra, Burak’ın söylediklerini yaptı. Ardından benim yanım dolu olduğu için arkama geçti. Aramızda yaklaşık yirmi santimetre fark olduğu için arada durması problem yaratmadı. Helin fısıldayarak “Demir Erkan emir alıyor. Bu bir ilk,” dedi, Esma ikimize birden bakıp “Eee, kimin kocasından emir alıyor,” göz kırptı.

Gülümsedik.

Kapıda beklediğini bildiğim “hatırlatıcımın” beni koruma amacını bilmeme rağmen gülümsedim.

Cansu “Sıra bizim hediyemizde,” dediğinde şaşırdık. Zaten bugünün organize edilmesinin başlı başına hediyelerle dolu olduğunu söyleyen Burak, ekstra hediye işine hiç bulaşmamamızı söylemişti. Cansu, Ateş’le birlikte iyi niyetini göstermeye çalışırken, Helin beni kolumdan çekip koltuklardan birine oturmamı sağladı, ardından yanıma oturdu. Helin yanımızda, ayakta Demir’le Doğukan’a bir şeyler anlatan Savaş’ın sesini bastırdıktan sonra, bana “Bak şimdi, yeni teorim: Cinayetleri işleyen kişi, Demir’in zamanında birlikte olduğu ve ardından adını bile hatırlamadığı bir kız olabilir,” demeye çalıştı. Sözünü kestim ve “İyi de bunu zaten düşündük,” dedim.

“Hayır, yani, aslında evet. Düşündük, ama o kişinin yakınımızdan olabileceği ihtimalini konuşmadık.”

Bakışlarını Cansu’ya çevirdiğinde, ellerimi Helin’in yanaklarına koyup yüzünü tekrar kendime çevirdim.

“Helin! Cansu katil değil,” dedim belki de yirminci defa.

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?” diyerek çıkıştığında, sadece Esma’yla beni değil, herkesi kastediyordu.

Doğukan “Ben de Bodrum’dan Emre bugün geldi ya, Kayhanların falan olaya karıştıklarını düşünmeye başladığını sandım. Tamam, yine aynı yerdeymişiz. Cansu’ya sinir olduğunu biliyorum fakat konuya objektif bakmıyorsun güzelim,” dediğinde, Helin cevap vermeden önce sinirlendiğini belli etmek için derin bir nefes alıp verdi. Doğukan’a döndü:

“Objektif bakmamı sağla o zaman sevgilim, elimden geleni yapıyorum.”

Demir, “Onun oyunları genellikle istediğini almaya yöneliktir ve kafaya takarsa o istediğinden asla vazgeçmez,” derken, Helin onun sözünü kesti. “Tamam! Aynen söylediğin gibi işte, sen de kabul ediyorsun.” Demir, “Cümlemi bitirmemiştim,” dedikten sonra bir saniyeliğine gözlerini Helin’den ayırıp bana baktı. Sonra tekrar konuşmaya devam etmek için Helin’e döndü ve “Dediğim gibi. İstediğinden asla vazgeçmez. Geçen yıl Cenk’le olan olay, onun bulaşabileceği en büyük boyutlu olaylardan biriydi. Tüm bu olanlar Cansu için bile çok fazla. Üstelik benimle ilgili duygularını da daha Ateş’le tanışmadan önce bastırmıştı,” dedi ve Helin’in önünden geçip benim yanımdaki koltuğa oturdu.

Savaş “Aynen, Demir’e sahip olamayacağını uzun zaman önce anlamıştı ve ne zamandır siz kızlara veya okuldan kimseye de bulaşmadı,” dediğinde, Savaş’a destek çıktım.

“Hatta arkadaşımız olmaya bile çalışıyor.”

Savaş konuşmaya daha rahat devam etmek için oturmaya karar verdi ve Demir’in öbür yanındaki koltuğa oturup bize döndü:

“Demir konusundaysa gerçekten söylenecek bir şey kalmadı. Ateş’i çok seviyor. Ne Cansu’nun ne de abimin bu kadar uzun ve iyi geçen ilişkileri olmuştu. Yazdan beri çıkıyorlar ve Ateş de çok ilgili görünüyor,” dedi.

Helin “Ateş senin abin, neden “İlgili görünüyor” dedin? Cansu hakkında hiç konuşmadınız mı?” diye sordu.

Savaş “Aslında hayır. O yıllardır kendi başına yaşıyor. Arkadaşlarıyla tuttuğu bir apartman dairesi var. Ortaokuldan beri onu yılda dört-beş kere görüyordum. Öz abim miydi? Evet ama kendi ayakları üstünde durma konusunu kafasına takmıştı ve ayrı yaşamaya daha çok küçükken başlamıştı. Her ne kadar kardeşimi az görsem de kararına saygı duyuyordum. Ben iki yıldır Atagül Lisesi’ndeyim, o ise bu yıla kadar bir devlet okulunda okuyordu. Bir gün Cansu onu ‘Sizi biriyle tanıştıracağım,’ diyerek bara getirdi. Gayet mutlu ve neşeliydi. Cansu’nun atlattığı bebek ve Cenk olaylarından sonra sonunda mutlu olduğunu ve bir şeyler hissettiğini görmek güzeldi,” dedi.

Doğukan “Evet, o günü hatırlıyorum. Sonra Ateş yeni geldiği için içkileri ısmarlayan kişi olmak istediğini söylemişti ve içkilerle masaya oturmuştu. Sonra sen şaşırdın, fakat Ateş daha çok şaşırmıştı. İkiniz de birbirinizle karşılaşmayı beklemiyordunuz. Cansu, sen ve Ateş arasında gece dörde kadar koyu bir sohbet döndü,” dedi.

Helin “Sen ne yaptın o saate kadar orada bakalım?” diye sorduğunda, Doğukan “Senin mesajlarına cevap verebilmek için prizin yakınında oturmak zorunda kalmıştım sevgilim. Size şarj dayanmıyor,” diyerek cevapladı. Doğukan hariç hepimiz oturuyorduk.

“Sohbete katılamamış olman seni çok üzmüş gibi görünüyor.”

“Hayır, o hafta sonu Bodrum’a geldiğimde neler yapacağımızı konuşuyorduk.”

Helin gülümseyerek “Yaptık da,” dediğinde, Arda gitarını koltuklardan birinin yanına yasladı. Konuşmaya son anlarda duyduğu cümlelerden yola çıkarak katılmak istedi.

“Hastanede pek çok boş oda olduğundan eminim sevgili ikinci favori çiftim,” dedi.

Savaş “Favori birinci çiftin Demir’le Güneş mi?” diye sorduğunda, Arda sahte bir şekilde kahkaha atmaya başladı ve sonra anında yüzünü ciddileştirdi:

“Hayır. Bir saat önce tam bu odada evlenmiş bir çift,” dedi.

Demir bana “Seçmelerde kesin gitar mı çalacaksın?” diye sorduğunda evet anlamında başımı salladım.

Arda “Evet, Güneş, o konu hakkında…Yarın size gelirim, önceden bildiğin birkaç şey vardı zaten, onlara bakarız, sonra arpej olarak da…” Demir, Arda’nın sözünü kesmekten çekinmedi: “Ben de geleyim o zaman.” İşte başlıyoruz.

“Piyano yeterli gelmedi galiba.”

Of Arda of of of of! Hayır…

“Yetmedi gibi,” dedi Demir, Arda’ya özel ekstra ciddi sesiyle. Arda,

“Kusura bakma Demir kardeşim ama senin mafya babası tavırların odayı doldururken Güneş’le olan dersimize nasıl konsantre olabiliriz, bilemiyorum doğrusu,” dediğinde, Demir ayağa kalktı ve Arda’nın üstüne yürümeye başladı. Günü mahvetme potansiyeli olan olayların önüne geçebilmek için ben de ayağa kalktım ve Demir’le Arda’nın arasına girdim. Yüzümü Demir’e döndüm ve bir elimi koluna, diğer elimi de göğsünün üstüne koyduktan sonra “Gel, hava alalım,” dedim. Demir’in telefonundan geldiğini bildiğim mesaj sesi, tam üç kere duyuldu. Arda tam bir şeyler söyleyecekti ki arkamı döndüm ve bakışlarımla susmasını sağladım. Daha sonra bana “Neden konuşmama izin vermedin Güneş? Neden kimsenin Demir Erkan’a cevap verebilme hakkı yok? Neden,” tarzında başımın etini yiyecekti, biliyordum. Ama Esma’yla Burak’ın gününü mahvedemezdik.

Demir’le odanın dışına çıktık ve kapıyı arkamızdan kapattık. Koridorda Emre Bey ve eniştem vardı.

“Gittiğinizi sanıyordum,” dediğimde, eniştem “Halan ve kuzenin gittiler. Ben de Emre Bey’le sohbet ediyordum. Aslında çok güzel bir fikrimiz var. Senin de aklına yatacağını düşünüyorum,” dedi. Demir, cebinden telefonunu çıkardı ve mesajları okumaya başladı. Ben tam o fikrin ne olduğunu soracakken, Emre Bey “Birkaç savunma tekniği öğrenmelisin. Her an her yerde birileriyle olmayacaksın. Yalnız kaldığın zamanlarda şu andaki halinden daha hazırlıklı olursun. Hemen yarın bir eğitim merkezinde derse başlamanı öneririm. Zaman kaybetmemelisin,” dedi.

Demir’in bu konu hakkında ne düşündüğünü görebilmek için ona döndüm. Demir, gözlerini telefonundan ayırıp bana baktı ve “Bence yerinde bir adım. Keşke daha önce aklımıza gelseydi,” dedi.

Eniştem “Güneş, sen ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda, ona “Bence de ama o tekniklerin geliştirilmesi için, nasıl desem, aylarca eğitim ve antrenman gerekmez mi? Bir anda her şeyi öğrenebileceğimi sanmıyorum,” dedim. O sırada bizim odanın kapısı açıldı ve elinde gitarının kılıfıyla Arda, odadan çıktı.

Emre Bey “Hayır, sadece birkaç temel savunma tekniğini öğrenmen yeterli olacaktır. Emin ol bir hareket bile bilsen,bir sıfır öndesin demektir. Bence hemen yarın bir eğitim merkeziyle iletişime…” derken, eniştem onun sözünü kesti ve o sırada Arda’nın yanına yürüdü. Elini Arda’nın sırtına koydu ve bizim yanımıza gelmesini sağladı. Eniştem “Eğitim merkezinden daha güvenilir ve sağlam bir yol biliyorum,” dedi gülümseyerek.

Demir “Hayır,” dediğinde, Arda onu duyup “Neye hayır? Demir hayır diyorsa ben evet diyorum tabii ki. Ama konu neydi acaba?” diye sordu.

Eniştem “Yarın ne yapıyorsun Arda?” diye sordu.

Arda “Güneş’le gitar dersimiz var, sonra da bilmiyorum, herhalde antrenmana giderim. Dersin uzunluğuna bağlı,” dedi.

Demir tekrar “Hayır,” dediğinde korumam Emre Bey güldü.

Eniştem “Peki sizin antrenman salonları kişisel olarak kiralanabiliyor mu?” diye sorduğunda, Arda “Bir kişinin antrenmanı için fazla büyük bir salon benim gittiğim yer, ama daha küçük olan ve genellikle geceleri antrenman haricinde çalıştığım yerler de var. Neden? Kim MMA’ye başlıyor?” diye sordu. Demir’in “Kimse,” diyerek cevap verdiği anda, Arda gözlerini bana sabitledi ve gülümsedi. “Sen mi?” diye sorduğunda, başımı evet anlamında salladım. Arda heyecanlandı ve “Serkan Amca, antrenöre hiç gerek yok. Gerçekten ben Güneş’e, en basitinden başlayarak öğrenmek istediklerini öğretirim. Sanırım ilk olarak birkaç basit savunma tekniğinden başlamalıyız. Onun için rahat ve faydalı olur,” dedi. Emre Bey “Güneş’le siz dönecekseniz ben gidebilir miyim?” diye sorduğunda, eniştem “Evet, evet. Size çok teşekkür ediyorum, buyrun sizi geçireyim,” dedi ve korumamla beraber koridorda ilerlemeye başladılar.

Ben de Emre Bey’e teşekkür etmeyi düşünüyordum ama nedense tam bu koridorda bir fırtına kopmak üzereymiş gibi hissediyordum. Arda önce Demir’e gülümsedi, sonra bana baktı ve “Sizlere sabah dokuz uygun mudur? Önce antrenman, sonra gitar. Civcivim, üstüne rahat bir şeyler giy,” dedi. Sırf Demir’i sinir etmek için son cümleyi söylemişti. “Dokuz iyi,” derken Demir’in tepkisiz kalmasına şaşırıyordum.

Arda “Ne oldu Demir? Çok mu erken?” diye sorduğunda, Demir “Ben yarın gelemiyorum. Uludağ’daki otelin anlaşmalarından birinde eksik maddeler varmış ve ben oraya gitmeden o sorunu çözmeyi beceremeyecekler,” dedi. Arda “Çok üzüldüm. Keşke birlikte olabilseydik. Neyse, Güneş’e çok iyi bakacağımdan emin olabilirsin,” dediğinde, bugün kaşınan tarafın Arda olduğu kesinleşmişti. Demir hiçbir şey söylemedi, sadece Arda’ya yaklaşmak için iki adım attı. Soğuk ve mavi gözlerini Arda’ya sabitlediğinde “Biliyorsun di mi? Bir şey olursa seni öldürürüm,” dedi.

Arda geri adım atmadan “Geçen yılda olsaydık haklıydın, ama şimdi ise denediğini görmek isterim doğrusu,” dedi.

Eniştem yanımıza geldiğinde, Arda, Demir’den uzaklaştı. Saat dokuz civarında tüm organizasyonu bitirmemiz gerekiyordu ve bunu bilen içerideki arkadaşlarımız, gelenlere organizasyonun bittiğini söylemeyi unutmamışlardı. Tek tek tüm davetliler odadan çıkmaya ve hastaneden gitmeye başladılar. Herkes gittikten sonra Esma ve Burak bizleri odaya topladılar. Helin, Doğukan, Savaş, Demir, Arda, ben ve hatta Cansu’yla Ateş de bizimle odadalardı. Bize çok içten bir şekilde teşekkür ettiler ve Esma mutluluktan ağladı. Bizim gibi arkadaşlara sahip olduğu için çok şanslı olduğunu söyledi ve hepimize tek tek sarıldı.

Gün, Demir ve Arda’nın arasında yaşanan gerilimli dakikalar dışında hep güzel geçmişti. Esma ve Burak’ın geleceği konusunda bolca mutluluk ve aşk dışında hiçbir şey düşünemiyordum. Harikalardı. İkisinin de gözlerinden bunları okuyabiliyordum.

Umarım bir gün ben de sevdiklerimle beraber böylesine mutlu bir güne sahip olabilirdim.


Final bölümünün kaçıncı bölüm olduğunu soranlarınız olmuştu, final 46. bölümde. Ne var ne yoksa yüklüyorum. Sonrasında hemen hemmmmen Karanlık Lise 3’ü yüklemeye başlayacağım.

Yeni kitapların duyurusu için sosyal medyada takipte kalabilirsiniz 🙂

error: Bu içerik koruma altındadır.