Şu ana kadarki tüm imza günlerimde o kocaman gülümsemelerinizle beni desteklemeye geldiniz… Hepinize çok teşekkür ediyorum. İmza günleri belki de inanmayacaksınız ama kendimi çok iyi hissetmemi sağlıyor. Her birinizle tanışmak, adını öğrenmek ve ufak bir fotoğraf karesi bile olsa birer anı yaratmak tarif edilemez bir mutluluk benim için… Sanırım kitaplarımın basılması en çok bu yönden bir artı sağladı. Basılmadan önce sosyal medyada yani Wattpad’de yine iletişim kuruyorduk fakat yüz yüze olduğumuz zaman her şey gerçekten çok daha farklı ve daha güzel. Bazılarınız heyecandan konuşamıyor, elleri titrediği için fotoğraf çekemiyor fakat ben o parlayan gözlerinizde bana neler anlatmak istediğinizi anlıyorum.
Binlerce teşekkür borçluyum hepinize, beni her kalem tutuşumda mutlu ettiğiniz için.
Gerçekten aylardır aklımda olan kelimeleri sonunda final bölümünde somutlaştırdığımda ortaya tahmin ettiğimden daha güzel bir şey çıktı ve tepkilerinizi, okuduktan sonraki düşüncelerinizi ve en en en en en merak ettiğim olarak da duygularınızı öğrenmeyi gerçekten çok istiyorum.
”Gölge Ailem”
Söylemesi bile beni mutlu ediyor.
❤ 43
“Eğer bir dakika daha soyunma odasında kalsaydın gelip öldün mü diye bakacaktım,” diyen Arda, arkamdan Demir’in geldiğini görünce açıklama duyma ihtiyacını gidermişti.
Demir bizi eve bırakırken arabada yaşanabilecek tüm tatsızlıkların önüne geçmeye çalıştım fakat ne yaptıysam olmadı. Tanıdığım Demir, böyle saçma olaylara hiç girmezdi fakat konu Arda olunca, sanki tüm o soğukkanlılığını kaybedip on yaş gençleşiyordu.
Demir’in birilerine laf yetiştirmeye çalıştığını, cevap verdiğini görmek farklı geldiği için onları izlerken eğleniyordum fakat tartışmaları ne zaman müzik ve seçmeler konusuna gelse, oynadığım oyun ortaya çıkacak diye korkuyordum. Bu yüzden hep konuyu başka yönlere çekmeye çalışıyordum.
Araba bizim evin önünde durduğunda Arda alaycı bir şekilde teşekkür etti, ardından indi ve apartmanın girişine yürümeye başladı. Demir’le arabada yalnız kaldığımızda bana yarın ne yapacağımızı söyledi.
“Seçmeler dört gün sonra ve o zamana kadar bir gün benimle söyleyeceğin şarkıya, bir gün de Arda’yla gitarda çalacağın şarkıya çalışsan iyi olur. Yarın benimlesin.”
Demir’le olan provalarımızın nerelere kayacağını tahmin edebiliyordum.
“Yarın sizin evde mi çalışacağız?” diye sorduğumda, Demir “Aslında seni bizim eve götürmek istemiyorum ama başka bir yere de götürmek istemiyorum. Hele okul hiç olmaz, çok tehlikeli,” dedi.
“Diğer söylediklerinde haklısın ama neden eve götürmek istemiyorsun?” diye sordum.
“Annem var.”
“Avrupa seyahatinden geldi demek, durumu nasıl? İyi mi görünüyor?” diye merak ettim. Annesi, Gökhan Erkan’ın öldürülmesinden sonra biraz tatile ihtiyaç duyduğunu düşünüp Avrupa’ya gitmişti. Birkaç ayın sonunda geri dönmüş olması kendini iyi hissettiği anlamına geliyordu.
“İyi ama eskisi kadar evden çıkmıyor, bu yüzden sorun yaratır.”
“Neden sorun yaratsın ki? Hem eskisi kadar evden çıkmaması gayet normal, ben kazadan sonra haftalarca camdan dışarı bile bakmamıştım,” dedim, Dilan Erkan’la empati kurmaya çalışarak.
“Ya işte rahat olamayacağız, sürekli gelip bizi dinlemek isteyecek, şunu şöyle yap bunu şöyle söyle diyecek, ben ailemin bana müzik hakkında karışmasına çocukluktan beri alışkınım ama sen sıkılacaksın,” dedi ve nedenini açıkladı.
“Merak etme, sıkılmam. Annenle tanışmışlığım var ve o kadar da insanı sıkan biri gibi görünmüyordu. Ayrıca bize bir iki şey bile söylese bence yararımıza olur, sonuçta o Dilan Erkan…”
“Sıkılmak demişken, bugün duşta yaptıklarımız hoşuna gitti mi?”
Gülümsedim. Demir şu ana kadar belki de onlarca kızla birlikte olmuştu ve bu sayede kızların nelerden hoşlandığını veya nelerden hoşlanmadığını biliyordu ama yine de kendinden emin olamayarak bana soruyor olması çok hoşuma gitmişti.
“Evet,” dedim.
“Rahatladım, çünkü hiç senin gibi daha önce kimseyle birlikte olmamış bir kızla o olayı yapmadan bu kadar yakınlaşmamıştım,” diyerek itiraf etti.
Güldüm. Gerçekten yaptıklarımızın hoşuma gidip gitmediği konusunda kendini düşünmeye zorlamıştı.
“Peki senin hoşuna gitti mi?”
“Ne?”
“Yani, ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Yeterli gelememe düşüncesi beni…”
“Güneş, bir kere daha bana yeterli gelmediğini düşündüğünü söylersen asla senin için bestelediğim şarkıyı dinleyemezsin,” dedi.
“Tehditleriniz güçlü beyefendi.”
“Onu bırak da anlamadığım şey, neden enişten benimle bir yerlere gittiğinde koruma tutuyor ama Arda’yla gittiğinde sizi bırakıyor?”
“Ona daha çok güvendiği için dolayı olduğunu sanmıyorum. Seninle alışverişe gitmiştik ve toplum içine bugün çıktığımızdan daha fazla çıkmıştık. Herhalde ondan olsa gerek, yarın da koruma tutmayabilir,” dedim.
“Tutmasın. Zaten annem sevişemememiz için yeterli bir engelken bir de korumaya ihtiyacımız yok bence.”
Arda, gitarlarından kendi çaldığını aldı ve bana yarın sabah geleceğini söyledi.
“Yarın olmaz, öbür gün çalışalım. Demir’leyim,” dedim.
“Güneş, sen olayın ciddiyetinin farkında değil misin? Senin seçmelerde gönderdiğin videoyu beğenmiş olabilirler ama gitar çalışını, daha doğrusu çalamayışını gördükleri anda seni eleme ihtimalleri de var. Sevgilinle dört gün sonra yiyişmeye devam edersin, bu aralar sıkı çalışmamız gerekiyor.”
“Orada da çalışacağım!” dedim, kendimi savunma amaçlı olarak.
“Demir’le mi?” diye sorduğunda, hemen aklıma ilk gelen şeyi söyledim ve “Dilan Erkan bana yardım edecek. O yüzden gidiyorum,” dedim. Sanırım iyi toplamıştım.
“İyi de müzik? Ben de gelebilirim istiyorsan.”
“Hayır, hayır. Sadece şan dersi gibi bir şey olacak ve açıkçası Demir’in evine gerçekten gitmek isteyeceğini sanmıyorum,” dedim vazgeçmesini umarak.
“Tabii ki o her gün siyah kargalar gibi giyinen adamın evine gitmek istemiyorum ama burada önemli bir iş yapıyoruz ve eğer gerçekten gelmemi istiyorsan o karga tarafından gagalanmaya göz yumabilirim,” dedi.
“Ertesi gün zaten seninleyim, yarın oraya gidip sesle ilgili prova yapacağım zaten, gelmene gerek yok.”
“Peki, sen bilirsin. Bu akşam ve yarın gitarla çalışmayı unutma sakın,” dedi giderken.
“Tamam, merak etme. Çok çalışıp ona gözüm gibi bakacağım,” dedim ve ardından derin bir nefes alıp verdim. Şimdilik her şey iyi gidiyordu.
Akşam vücudum bugünkü antrenmanı yaptığımı bana ağrılar ile hatırlatırken, bir yandan da gitar çalmaya çalışıyordum. Parmaklarım her tellere bastığımda biraz daha acıyordu fakat dört günden iki günümü Demir’le çalışmaya ayıracağım için, gitar konusunda elimden geldiğince çabalamalıydım.
Sabah olduğunda, eniştemi koruma tutmaması konusunda ikna etmek tahmin ettiğimden daha kolay olmuştu. Demir’le piyanoyla çalışmaya başladığımızda, önce bana şarkı üzerinde yapmış olduğu değişiklikleri gösterdi. Çalışını görmek istediğim için yanına oturmuştum. Şarkıyı orijinal ve güzel halini çok bozmayacak şekilde değiştirdiğini söylemişti. “Kısacası piyanoda değiştirdiğim bu yerler senden bağımsız. Sen normal, bildiğin gibi söylemeye devam edeceksin. Sadece piyano beni biraz daha zorlayacak o kadar,” dedi. “Neden zaten kolayca çalabildiğin bir şarkıyı üstüne eklemeler yaparak zorlaştırmaya çalışıyorsun ki?” diye sordum. Bir yandan da annesinin nerede olduğunu merak ediyordum. Geldiğimde hemen piyanoya geçmiştik ve onu hiç görmemiştim. “Kolay olanı herkes çalıyor, seçmelerde fark yaratmamız lazım. Şarkıyı iyi açıdan değiştiriyor olmam ikimize de yarayacak. Hem değiştirdiğim yerler senin sesine daha uygun olarak düzenlenmiş notalardan oluşuyor, hem de ben orada seninle çalarken, jüridekiler aynı zamanda benim bir başka aday olduğumu bilecekler ve bu bana ekstra puan getirecek,” dedi.
“İyi de ekstra puana ihtiyacın var mı ki?”
“Herkesin ihtiyacı var. Başvuru yaparken gönderdiğin videoda çok iyisindir fakat sahneye çıkınca hiçbir şey yapamayıp kalabilirsin de.”
“Ben senin öyle bir durumda kalacağını zannetmiyorum,” dedim güven vermek için.
“Ben de zannetmiyorum ama yine de olasılıklar dahilinde,” dedi.
Tam şarkıyı bir daha çalmaya başlayacakken, ona annesinin nerede olduğunu sordum.
“Uyuyor, dün gece geç yattı,” dedi.
“Piyano sesi onu uyandırmaz mı?”
“Hayır, uyumak için uyku hapı alıyor ve ayrıca duvarlarla kapılar sırf bu amaçla, daha bu ev yapılırken yalıtımlı yapılmış.”
Bir an “Ev o kadar büyük ki üst kattaki son koridora ses ulaşamaz” diyebileceğini sanmıştım. “Söylemeye hazır mısın?” diye sordu. Sabah saatleri olduğu için sesimi tam istediğim gibi kullanabileceğimi sanmıyordum ama gittikçe açılır diye düşündüm ve ona çalmaya başlaması için işaret verdim. Buraya gelmeden önce Youtube’dan dinlediğim piyano versiyonlarının hepsinden daha güzel ve sesime çok daha uygun bir melodi ile söylemiştim. Demir’e “Ben senin yanında değilken şarkıyı nasıl benim sesime göre düzenleyebildin?” diye sordum.
“Sesini biliyorum Güneş. Okuldaki ilk müzik dersinde söylediğin şarkıdan beri sesinin rengini biliyorum,” dedi.
Bu söylediği karşısında erimeye başlamışken, Demir “… bir de belki birkaç kere ‘Say Something’ videomuzu izleyip kendime sesini hatırlatmış olabilirim tabii,” diyerek cümlesine ekleme yaptı. Tatlılığı karşısında dayanamayıp onu öpmeye başladım.
Bir anda dudaklarına yapışmamı beklemiyordu fakat bir-iki saniye sonra o da bana karşılık vermeye başladı. Önceki gün duştayken bize yeterli gelmeyen dakikaların acısını çıkarır bir şekilde beni öpüyordu.
İkimizin ancak sığdığı piyano koltuğu, ona yakınlaşmak konusunda bana yardımcı olmuyordu. Demir bunu anlayınca dudaklarını geri çekti ve bana “Ayağa kalk,” dedi.
Kalktıktan sonra koltukta ortaya kaydı. Ardından kucağına oturmamı sağladı. Bu sefer o öpmeye başladı. Öpüşmemiz hızlanırken duyduğum bir öksürük sesi durmama neden oldu. Arkamı dönüp, merdivenlerin bitişiyle bulunduğumuz salona bağlanan duvara yaslanmış olan kadını gördüm.
“Günaydın, demek misafirimiz var,” dedi, Demir’in annesi.
“Piyano çalışıyoruz,” dedi Demir, ben hâlâ kucağında otururken.
Demir’in annesi gülümseyerek “Onu görebiliyorum,” dedi.
Ruhumdan ayrılıp başka bir beden bulabilecek kadar güçlenmiş utanç duygumu da görebiliyordu, bence.
Kalktım ve Demir’i iterek onun yanına, eski yerime oturdum.
“Nasılsın Güneş?”
Demir’in annesi az önce bizi oldukça uygunsuz bir şekilde görmüştü ve ardından bana nasıl olduğumu soruyordu.
“İyi-iyiyim teşekkür ederim, siz nasılsınız?”
Yaslandığı duvardan ayrılıp bize yaklaşmaya başladı. “Daha iyiyim demek sanırım yerinde olacaktır. Demir, Güneş’in geleceğini söyleseydin hazırlık yapardım. Neden söylemedin oğlum?” dediğinde onu inceledim. Kâkülleri önde kalacak şekilde, kahverengi saçları atkuyruğu şeklinde topluydu. Yüzünde hiç makyaj yoktu. Yaşına göre çok güzel ve genç görünüyordu. Üstünde ipek olduğunu tahmin ettiğim rahat ve çiçek desenli bir bluzla beyaz, kumaş pantolon vardı.
Demir “O kadar güzel uyuyordun ki uyandırmak istemedim desem ve kurtulsam?” dediğinde, annesi gülümsedi ve tekrar bana döndü.
“My Immortal’ı söyleyeceğini duydum. Ya da en azından Demir sabaha kadar parçayla uğraştı ve iyi iş çıkardı bence,” dedi. Ardından piyanonun karşısında kalan rahat, beyaz ve deri koltuklardan birine oturdu. Saçlarını açtı. “Bence de eklediği şeyler şarkıyı güzelleştirdi,” dedim ona katılarak.
“Anne…”
“Hadi dinleyelim sizi.”
“Anne, hava çok güzel. İstiyorsan arkadaşlarından biriyle buluşabilirsin veya birini eve çağırıp arka bahçede çay partisi verebilirsin…”
“Sizi dinlemek istiyorum.”
“Güneş çekinebilir, değil mi Güneş?”
Demir annesinin orada bulunmasını istemediğini bana önceki gün de söylemişti fakat bana göre orada bulunması sorun yaratmıyordu.
“Çalmaya başla,” dedim.
Demir, ona karşı gelip annesiyle birlik olmama karşı gözlerini kısarak bana baktı. Ona gülümseyerek baktım.
Dilan Erkan, şarkının sonuna kadar hiç kesmeden bizi dinledi. Şarkı bittiği zaman ona “Uyandığımdan beri sadece iki kere söyledim, bu yüzden sesim henüz tam olarak açılmadı,” dedim.
“Sabah veya akşam fark etmez. Ses açma egzersizi yaparsan her zaman daha rahat olursun. Provaya başlamadan önce yaptın mı?”
Hayır anlamında başımı salladım.
“Demir, neden kızımıza ses açma tekniklerini göstermedin?”
“Anne, yine başlama lütfen.”
“Tamam, tamam. Kızma, karışmıyorum. Sadece oturup dinlemeye devam edeceğim,” dediğinde “Hayır, lütfen bana o egzersizleri nasıl yapacağımı gösterin,” dedim. Bu sefer amacım Demir’e karşı çıkmaktan çok, gerçekten sesimi açabileceğim teknikleri öğrenmekti. Demir’in annesi piyanonun önüne geldi ve bana da ayağa kalkmamı söyledi. Onun yanına gittim ve bana anlattıklarını dinlemeye başladım. Ses açma egzersizlerini yapmaya başladığımızda bana hep destek oldu ve yardımcı olmaya çalıştı. Gökhan Erkan, ülkenin en ünlü piyanistlerinden biriydi fakat piyanonun yanında gitar ve çello da çalıyordu. Dilan Erkan ise piyano, arp, yan flüt, keman ve viyola çalıyordu. Annem eski albümlerini hep saklardı ve küçükken uyumadan önce hep onların bestelerini bana dinletirdi. “Egzersizler bitti. Şimdi şarkının bir kısmını söylemeyi dene,” dediğinde, direkt olarak en zor yer olan, sesin yükseldiği kısımdan söylemeye başladım. Rahatça, sanki sabahtan beri çalışıyormuşum gibi rahatlıkla söylediğimde mutlu oldum ve ardından Demir’in annesine teşekkür ettim.
“Önemli değil, provalardan önce ve özellikle seçmelerden önce mutlaka bu egzersizleri yap. Sana faydası olacaktır,” dedi.
Demir, şarkıyı iki kere daha çaldı. Gözleri hep nota kâğıtlarında çalıyordu ve neredeyse hiç parmaklarına bakmıyordu. İlk çalışın ardından Demir’in annesinden ve Demir’den aldığım tavsiyelerle, ikinci çalışta daha dikkatli söylemeyi denedim ve başardım.
Şarkı bittiğinde Demir de annesi de alkışladı.
Demir “Bu iyiydi,” dedi.
“Teşekkürler.”
“Güneş, bu şarkı sence ne anlatıyor?”
Demir’in annesinin sorusu karşısında şaşırmıştım.
“Hmm, şarkının sözlerinde, giden bir kişinin ardından kalınan ikilem…”
“Hayır, sana neyi anlatıyor? Neyi çağrıştırıyor? Sadece şarkıyı yazan kişinin duygularıyla kalamaz bu, çünkü o kadar içten ve hissederek söylüyorsun ki, mutlaka başka bir şeyler de olmalı,” dediğinde, şarkının bana neyi çağrıştırdığını anlaması gerektiğini düşündüm.
Demir “Bence biraz ara verelim,” dediğinde, annesine dönüp “Ailemi,” dedim.
Dilan Erkan bana yaklaştı ve “Seçmelerde söylerken gözlerini kapat ve ona tutun. Söylerken seni saran düşüncelerde kendini bul ve bu şekilde söyle. İnan bana, seni kabul etmeyecek olan okula dava açarım,” dedi.
“Arkadaşım Arda da aynı şeyi söylemişti,” dedim, sanki tanıyacakmış gibi.
Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovaladı ve seçmelerden önceki dört gün çok hızlı geçti.
Zaten üniversite sınavına çoktan girdiğimiz için, çoğu kişi okula artık uğramıyordu bile. Bu kişilerden biri Arda’ydı. Okuldaki son sınavlara kadar iyi bir tatili hak ettiğini düşünüyordu ve zamanını genellikle sporda geçiriyordu. Benim müzik seçmelerim bir anda ortaya çıkınca, gitarını eline almış ve ne kadar özlediğini hatırlamıştı.
Esma taburcu olmuştu ve sağlığı konusunda hızlı gelişmeler kaydediyordu. Doktorları onunla çok ilgileniyordu ve ailesi çok destek veriyordu. Burak da neredeyse bütün zamanını eşiyle geçirmek için günlerini onun evinde geçiriyordu. Ailesine, Esma’ya bakma konusunda yardımcı oluyordu ve ortamı rahatlatma görevini üstleniyordu.
Ben zaten evden zor çıkıyordum, okul benim için bir hedef tahtası olurdu.
Demir de “Senin olmadığın okulu ben ne yapayım” düşüncesiyle hareket edip otel ve şirket işlerine ağırlık veriyordu. Cansu ve Ateş’in nelerle uğraştıklarını bilmiyordum ama çoğu zaman beraber olduklarını düşünüyordum. Helin bana, onları iki kere spor salonunun arka tarafında sevişirlerken gördüğünü söylemişti. Sanırım buradan anlayacağımız kadarıyla ilişkileri iyi gidiyordu. Cansu sık sık Esma’yı ziyaret etmeyi unutmuyor ve arada bana da mesaj atıp seçmeler için başarılar diliyordu. Halam, bu eylül ayından itibaren Mert’i kesin olarak yuvaya vereceğini söylüyordu ve tekrar işe başlamayı düşünüyordu. O iş ilanlarına bakarken bense son zamanlarda kafeye gitmeyi ne kadar aksattığımı düşünüyordum ve kendimi kötü hissediyordum. En azından orada çalışırken kendi harçlığımı ve masraflarımı çıkarabiliyordum, fakat eniştem tarafından koyulan ev yasağıyla beraber bir parazitten farkım kalmamıştı. Eğer bu okulu kazanırsam ve önümüzdeki dönem gitmeye başlayacak olursam, eniştem ne diyecekti? Seçmelere girmeme zor izin vermişti fakat ya okula kayıt olursam? O zaman ne yapacaktık? Okulda yan sandalyede oturan bir Hodor istemiyordum. Polisler o seri katili bulmadığı sürece asla eski yaşantımıza dönemeyecektik. En azından ben dönemeyecektim. Her ne kadar hayatımla ilgili yeni adımlar atmayı planlasam da o tehdit her zaman orada bir yerde olacaktı ve o dürtü her seferinde yürürken arkama bakmama yol açacaktı.
Biz müzikle, seçmelerle ve antrenmanlarla uğraşırken bir yandan da bunlar vardı.
Arda ve Demir’e, sahneye birlikte çıkacağımızı ne zaman söylemem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum çünkü söylediğim anda kavga çıkacağını biliyordum. Orada ikisinin de müziğine ihtiyacım vardı ve bunu kavga etmeden anlamalarına imkân yoktu. Son anda sahneye çıkarken de söyleyemezdim çünkü ikisinin en az bir kere oturup konuşmaları ve müziği senkronize etmeleri gerekiyordu.
Şarkıyı orijinal halinde çalsalar bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti fakat ikisi de lanet olsun ki işlerinde fazla iyiydiler.
Şöyle bir plan yaptım; daha çok aday olduğu için piyano, keman ve gitar seçmeleri sabah dokuzda başlayacaktı ve Demir ilk çıkan kişi olacaktı. Bu yüzden erkenden akademide olacaktık. Vokal seçmeleri saat 11’de başlayacaktı. Demir’in planı saat 09.10’dan itibaren prova için kullanabileceğimiz bir piyano bulup prova yapmaktı. Zaten erkenden orada olacağımız için prova amaçlı kullanılabilecek piyanolardan birini kapmak zor olmayacaktı. Yaklaşık bir saat ses egzersizleri ve parça ile çalıştıktan sonra mola verecektik. Sıcak bir şeyler içecektik ve ardından tekrar gelip son iki kere şarkıyı tekrar edecektik. Arda’nın bana gitarla prova yaptırmasının ardından da benden önceki adayları izleyip kendimi psikolojik olarak hazırlayacaktım.
İşte, Demir’in planındaki çalışma kısmını eğer ben kenarda otururken Arda’yla ikisinin çalışması olarak değiştirirsek, benim planım oluyordu. Ne kadar harika, değil mi?
Sabah yediye doğru Arda’nın beni aramasıyla uyandım.
“Alarmdan önce ötmeye başlıyorsun,” dedim bir elimle gözlerimi ovuştururken.
“Heyecandan uyuyamadım, sen ne diyorsun… Ölmek üzereyim çabuk kalk, iyi bir kahvaltı et. İstiyorsan senin mafyayı da çağır, beraber kafede kahvaltı edin.”
“Sevgilime mafya demeyi kesersen çok daha mutlu olacağım Ardacığım,” dedim yataktan kalkarken.
“Saat kaç gibi oraya gideceksiniz?” diye sorduğunda, ona “Sen dokuz buçuk gibi akademide ol, sonra beni ara. Buluşuruz ortak bir yerde,” diyerek cevapladım.
Telefonu kapattıktan sonra aynaya baktım. Önceki günlere göre neredeyse hiç heyecanım yoktu.
Yüzümü yıkadıktan sonra daha dalgalı olsun diye önceki geceden örüp uyuduğum saçlarımı açtım. Helin’in Esma ve Burak’ın evlendiği akşam bana ödünç verdiği lacivert askılı elbise hâlâ bendeydi. Demir, bana yakıştığını söylemişti ve ben de güzel bir elbise olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden onu giydim. Bana uğur getirmesi için de Demir’in hediye ettiği değerli tokayı taktım.
Telefonumun uyandırma alarmı çalmaya başladığında kapattım ve ardından My Immortal’ı açtım. Şarkıyı dinlerken bir yandan da saçlarımın dalgasını istediğim şekle sokuyordum. Makyaj olarak sadece rimel sürdüm.
Kahvaltı ettikten sonra odama dönüp yanıma almam gereken şeyleri düşündüm. Küçük çantama Ipod’umu, kulaklığımı, telefonumu, cüzdanımı ve anahtarımı koyduktan sonra fermuarını kapattım. Elbise askılıydı ve uzunluğu dizlerimin hemen üstüne kadardı. Muhtemelen üşüyecektim. Kot ceketimi giydim ve çantamı omzuma astım.
Odamdan çıkmadan önce gözüm, üstüne bir sürü fotoğraf astığım mantar panoma takıldı. Genellikle arkadaşlarımla olan fotoğraflarımın tam ortasında ailemle olan büyük bir fotoğrafım vardı.
“Bana şans dileyin,” diye onlara fısıldadıktan sonra odamdan çıktım.
Demir, aşağıda beni bekliyor olduğuna dair mesaj atınca şık ve çok sık giymediğim güzel ayakkabılarımdan birini giydim. Evdeki başarılar dileme faslı bittikten sonra tam kapıdan çıkarken, Mert “Gitar,” dedi.
Gitarı unutmuştum.
Ona baktım ve “Az önce hayatımı kurtardın. Arda Abin bana ne yapardı, biliyor musun?” dedim, onu öptüm. Halam “Sen asansörü çağır,” dedikten sonra hızlıca odama gitti ve içi dolu gitar kılıfıyla geri döndü. “Notaların, her şeyin içinde mi?”
“İçinde halacığım, içinde. Çok sağ ol,” dedim.
Eniştem “Güneş, seninle gelirdim ama…” diyecek oldu.
“Biliyorum, işlerin var. Hiç sorun değil. Merak etmeyin, orada yalnız olmayacağım. Arda da Demir de benimle geliyorlar,” dedim. Hatta benimle sahneye çıkacaklar.
Vedalaştıktan sonra aşağı indim ve Demir’i, arabasının dışında, arabanın kapısına yaslanırken gördüm. Geldiğimi görünce yaslanmayı bıraktı ve bana doğru bir adım attı.
“Günaydın!” dedim ve sırtımda kocaman bir gitar taşıyor olmama aldırmadan kendimi onun kollarına attım.
“Sabah sabah nereden geliyor bu enerji fıstık?”
“Seçmeleri geçeceğiz!” dedim büyük bir rahatlıkla. Önceki gece geç saatlere kadar gitar çalışmıştım ve en sonunda Arda, ona ses kaydı atmamdan bıkıp beni üç dakikalığına telefonundan engellemişti.
“Bu kadar emin olman çok güzel,” dedi sırtımdan gitarı alırken.
“Neden? Sen nasılsın?”
Demir, gitarı arabanın arka koltuğuna yatay bir şekilde koyduktan sonra kapıyı kapattı ve bana baktı.
“Bir sigaraya ihtiyacım var,” dedi.
“Hayır, yok. Bir öpücüğe ihtiyacın var,” dedim kararlılıkla. Ben hayatta olduğum sürece Demir bir daha asla sigara içmeyecekti. Bana söz vermişti.
“Her sigara içmek istediğimde senden öpücük alsaydım şu anda dudaklarını hissetmiyor olurdun,” dedi.
“Tamam, hissetmemi sağla o zaman,” dedim ve onu öpmeye çalıştım. Beni itti ve yukarıyı gösterip “Eniştene saygılarımı iletmekle meşgulüm,” dedi.
Arkamı dönüp yukarıya baktığımda üçünün de tam takım olarak bizi izlediğini gördüm. Son kez el salladım ve arabaya bindik.
“Şimdi benim için bestelediğin şarkıyı çalacaksın?”
“Evet.”
“Sonunda dinleme şerefine erişebileceğim yani?”
“Aynen öyle.”
“Güzel.”
“Güzel.”
Özel Hayal Sanat Akademisi’nin otoparkına arabayı park etmeden önce Demir, kampusun içinde bir tur atmayı önerdi. Camdan tüm kampusu izlerken burada okumanın ne kadar güzel ve eğlenceli olabileceğini düşündüm. İnternet sitelerine boş yere “Konservatuvardan öte…” yazmazlardı herhalde.
Büyük ve tellerine bir sürü çiçek dolanmış olan Özel Hayal Sanat Akademisi, Kuruluş 1963 yazısını geçtikten sonra ilk gri binayı gördük. Binanın altında onlarca büyük bisiklet duruyordu.
“Kampus o kadar büyük ki bu ana binadan çıkıp en uçtaki resim-sanat binasına yürümek istesen en az on beş-yirmi dakika sürer,” dedi Demir.
“Buraya kaç kere geldin?”
“En son sanırım üç yıl önce geldim ama küçükken zamanımın çoğunu burada piyano çalarak geçirirdim,” dedi.
“Evinizde piyano varken neden onca yolu geliyordun?”
“Evde bana karışan iki müzik dehası vardı, ne kadar iyi çalarsam çalayım, sürekli onların yorumlarını dinlemek zorunda kalıyordum. Eğer kaçacak bir yer bulup yalnız çalmanın bana ne kadar iyi geldiğini anlamasaydım belki de sıkıntıdan piyanoyu bırakırdım,” dedi.
“Ne kadar zaman önceden bahsediyorsun?”
“Ortaokuldaydım sanırım. Sana babamla çalıştığını anlattığım Doğan Abi’den yardım alırdım. O beni buraya getirirdi ve işim bittiğinde de eve geri götürürdü. Kendim kaçıp geldiğimdeyse beni her zaman çalıştığım piyano sınıfında bulacağını bilirdi,” dedi.
Girişteki binanın ardından biraz ilerledikten sonra karşılıklı duran iki gri bina daha vardı. İkisi de üç katlıydı ve birbirlerinin aynısıydı.
Araba yolunun ve binaların bulunduğu metrekarelerin haricinde her yer çimenlikti ve ağaç doluydu. Ağaçlar ve çiçekler görüntüyü hoş kılarken, karşıdan gelen iki bisikletliyi izledim. Bisikletlerin büyük sepetlere sahip olmasının avantajından yararlanıyorlardı. Bir tanesi tuvalini koymuştu, diğeri ise kemanını.
Karşılıklı iki binayı da geçtikten sonra büyük bir süs havuzuyla karşılaştık. Süs havuzunun çevresinde bir tur attıktan sonra sağa dönüp kampusun devamını görmeye başladık.
“Soldaki ufak binada sergi salonları var,” dedi Demir. Bahçe bir sürü gençle doluydu. Çoğu, çimenlerin üstünde oturmuş sohbet ediyorlardı. Zaman zaman enstrüman çalan öğrenciler de görmüştüm.
“Sağdaki büyük, kahverengi bina ne?”
“Orası oditoryum.”
“Büyükmüş.”
“Fazla büyük. Müzikalde sahne aldığımız yerin iki katı falan sanırım.”
Kampusun içindeki diğer binaları, kafeleri ve mekânları bana tanıttıktan sonra, otopark için tüm yolu geri dönmeye başladık. Bu sefer binaların yanlarından geçerken, piyano seçmelerinin yapılacağı bina ile ses seçmelerinin yapılacağı binaları da gösterdi.
Piyano seçmelerinin başlamasına, yani Demir’in sahneye çıkmasına yirmi dakika kala çoktan kulisteydik. Neredeyse öğleden sonraya kadarki tüm adaylar erkenden gelmişlerdi. Hepsinin amacının rakiplerini dinlemek olduğunu tahmin etmek zor olmamıştı.
“Son kez prova yapmak istemediğinden emin misin?” diye sordum.
“Hayır. Dün gece dörtte son ve net olarak sıfır hata ile çaldım. Bunun özgüveni ile duruyorum. Eğer şimdi bir kere prova yaparsam ve o provada da bir notayı bile yanlış çalarsam, beste kendi bestem olduğu için kendime yediremem ve işler hiç de istemediğim bir hale gelir,” dedi.
Mükemmeliyetçi olmaktan da öteydi bu.
“Tamam, haklı olabilirsin. Peki özgüvenini aynen bu seviyede tutabilmek için ne yapabilirim?” diye sorduğumda, beni kendine çekti ve “Öpebilirsin,” dedi.
Demir, saat tam dokuz olduğunda elimi bıraktı ve yürümeye başladı. Cebinde kalmasın diye telefonunu, anahtarlarını, cüzdanını, onu rahatsız edebilecek ne varsa her şeyini aldım ve çantama koydum.
“İyi şanslar.”
Fısıldayışımı duyduğundan emin değildim ama heyecandan bacaklarım titriyordu. Demir ise on saniye önceki halinden tamamen sıyrılmış ve son derece profesyonel bir role bürünmüştü. Ciddi ve kararlı ifadesi yüzündeydi.
Büyük ve parke zeminli sahnenin tam ortasında siyah bir piyano duruyordu. Demir, kıyafetlerinden benliğine kadar her şeyiyle piyanoyla uyum sağlıyordu. Piyanonun tam yanında durduktan sonra ellerini ‘rahat’ pozisyonunda arkada birleştirdi. Kulisin kapısı açıktı ve en önde ben olmak üzere, beş-altı kişi daha ayakta durarak onu izliyordu.
Gitarımı kulisteki koltuklardan birine yasladım ve ardından tekrar eski yerime döndüm.
“Demir Erkan, yirmi bir yaşındasın. Öyle değil mi?”
Jüridekilerden biri Demir’in adını söyledikten sonra kulisten bir kız “Erkan mı? Demir Erkan mı?” diye sordu.
Kapıda, tam yanımda duran oğlan da arkasına dönüp “Ben de birinci sırada kim var diye merak ediyordum, tamam. Şimdi anladım,” dedi.
Biri “Şş, dinliyorum!” diye diğerlerine kızdıktan sonra, tekrar dikkatimi sahneye verdim.
“Babanın kaybı müzik camiasını derinden sarsan bir olaydı. Başınız sağ olsun,” dedi beş jüri üyesinden en sağdaki kadın.
Demir teşekkür etti.
“Kendi besteni çalacağın doğru mu?”
“Evet.”
“Bir adı var mı?”
“Karanlıktan Aydınlığıma.”
“Seni dinliyoruz.”
Demir, piyano koltuğuna oturdu ve koltuğun yakınlığını alışkın olduğu şekilde ayarladı. Yanında kâğıt getirmemişti, ezberinden çalacaktı. Parmaklarını çıtlattıktan sonra, her provamızdan önce ısınma amaçlı olarak yaptığını tahmin ettiğim tüm tuşlara kalından inceye kadar basıp sonra aynı merdiveni geri inme işlemini yaptı.
Parçaya başlamadan önce kulise, bana baktı ve ardından tekrar önüne dönüp bestesini çalmaya başladı.
Demir’in bestesinde yazı, kışı, siyahı, beyazı, iyiyi ve kötüyü yaşadım. Kuliste yaklaşık otuz kişi vardı fakat bir tek kişi bile konuşmuyordu. Demir notaları, kendi savaşında silah olarak kullandığı karanlık zamanlarından, kendini ilk defa maskesiz durabileceği kişiyi bulduğu anda ulaştığı aydınlığa kadarki duygularını anlatırken birer araç olarak kullanıyordu. Bestenin kırılma noktası ise çok ince notaların harmonisinin kulaklarımda bıraktığı yakıcı ama zevk veren etkisiydi. Tüylerim diken diken olmuştu ve bu adamın çaldığı, yazdığı, düşündüğü, hissettiğini notaları sonsuza kadar dinlemek istediğime karar verdim.
O notalar olmak istedim. Kalbinden geçen ve gözleri kapalı çalarken kendini kaybetmesine rağmen, asla ritmin elinden kaçmasına izin vermediği notaların yerinde olmak istedim. Onunla uyum içinde, ama aynı zamanda hırçın… Melodinin dengesizliğine rağmen sanki mükemmel bir döngü içerisinde hapsolmuşuz gibi dinliyorduk onu. Demir tüm korkularını, nefretini, heyecanını, asiliğini ve soğukluğunu notalarla birleştirmişti ve şarkının yarısından sonrası için hazırlık yapmıştı. Şarkının ikinci yarısının ise adından anlaşıldığı üzere ‘Aydınlığı’ olduğu belli oluyordu. Az önceki hızlı ritim yerine, daha sakin ve narin bir ritim sarmıştı her yeri. Kırılgan ama bir o kadar da kalın notalara kafa tutan ince sesler, kanatlarını açmış birer kelebek veya melek gibi piyanodan dışarı yayılıyorlardı.
Herkes Demir’in bestelediği bir şarkıyı dinliyordu. Bense onu, kendimi ve bizi dinliyordum.
Şarkı biter bitmez gözümden bir damla yaş, yanağımdan aşağı doğru süzülmeye başladı.
Kulisin kapısında, yanımda duran oğlan “Normalde bu tür seçmelerde ilk otuz saniyede adayın kalacağına veya gideceğine karar verirler ve onu durdururlar. Fakat böyle istisnalar da olabiliyor tabii,” dedi bana ve beni bulunduğum şoktan çıkarmaya çalıştı.
Tanıdık bir erkek sesi arkamdan “Herif cidden iyi,” dediğinde, Arda’nın dakikalardır arkamda oturduğunu ama fark etmediğimi anladım.
Jüridekilerden biri elinde tuttuğu peçeteyle gözlerini siliyordu.
Gülümsedim. Bu iş tamamdı. Demir kesinlikle bu okula girmişti.
“Besteye ne zaman başladın?” diye sordu en sağdaki kadın jüri.
Demir ayağa kalktı ve parçayı çalmadan önceki gibi durdu. “Tam olarak tarihi hatırlamıyorum ama geçen yıl okulların açıldığı gün,” dedi.
Tanıştığımız gündü.
“Bestenin üzerinde neredeyse iki yıl çalışmışsın. Bitirmen neden bu kadar uzun sürdü?”
“Bitmesini istemedim,” dedi Demir cevap olarak.
Daha yaşlı olan bir erkek jüri üyesi mikrofonuna eğilerek “Bitmesi, müzisyenlerin tüm yaşamını alan eserler var fakat sen oldukça genç bir delikanlısın. Bu süre içinde hiç sıkılıp besteyi yarıda bırakmayı düşündün mü?” diye sordu.
Demir “Asla. Bırakabilmeyi istediğim bir dönem oldu fakat hiçbir zaman aklımı bu besteyi düşünmekten alamadım. İsteğimi yerine getiremedim ve devam ettim,” dedi.
Yazın başından bahsediyordu.
En solda oturan kadın “Dilan ve Gökhan Erkan’ın oğlusun. Piyano ve müzik ile gelmek istediğin yer neresi?” diye sorduğunda, Demir cevabını önceden düşündüğünü belli edecek bir hızla “Dilan ve Gökhan Erkan’ın oğlu olarak anılmamak,” dedi.
Bu cevabı, soruyu soran jüri üyesini şaşırtmıştı. Demir’in cevabı veriş hızı kulağa sanki soruyu soran jüriye kötü bir şey söylemiş gibi gelmesine neden olmuştu ama aslında verdiği cevap gerçekten doğruydu. Bunu biliyordum.
Sözü yine en sağdaki kadın aldı ve “Teşekkür ederiz. İkinci adayımız Ayla Şentürker,” dedi.
Demir hızlı adımlarla kulise girdiğinde önümde durdu. Gözlerine baktım ve gülümsedim. Gözlerimin yeniden dolmasına engel olamadım. Ona sarıldım.
Kulağına “Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum,” diye fısıldadım.
Beni ittikten sonra “Sigara,” dedi.
“Hemen geliyorum,” diye cevapladım. Ardından Arda’ya dönüp “Beş dakika sonra geleceğiz,” dedim.
Demir “Sadece beş mi? Az önce iki yılımı alan bestemi dinledin ve sadece beş dakika mı?” dediğinde, Arda’ya döndüm ve “On beş dakika,” dedim.
Arda’nın kendini kötü hissetmemesini umarak, Demir’in beni elimden tutup kulisin boş ve karanlık giyinme odalarına çekmesine izin verdim.
Geri döndüğümüzde Arda’yı bulamadık. Büyük ihtimalle dışarı çıkmıştır diye düşünüp koridora baktığımızda, onu elinde gitarlarla yerde otururken bulduk.
“Akortlarını yaptım,” dedi sakin bir sesle.
“Tamam, nerede çalışalım?” diye sorduğumda, Arda “Burası uygundur, tabi elbiseyle yere oturabileceğini sanmıyorum, bu yüzden kulisteki sandalyelerden ikisini alabiliriz,” dedi.
Demir “Tamam, siz burada takılın, ben de boş bir piyano sınıfı bulunca sizi çağıracağım,” dedi ve hızla koridorda ilerleyip gözden kayboldu. Arda “Ne piyano aşkıymış be! Bu çocuk daha yeni seçmelerde piyanoyu ve jüriyi ağlattı, hâlâ neden çalışmak istiyor ki?” diye söylendi. Cevap vermedim ve konuyu değiştirip ona önceki gün çok çalıştığımı söyledim.
“Göreceğiz şimdi ne kadar çalıştığını, çal bakalım civciv,” dedi.
Tam iki kere Last To Know’u çaldıktan sonra, Arda bana fena olmadığımı söylüyordu ki telefonuma mesaj geldi.
Gönderen: Demir
Bulunduğunuz binada bir üst kata çıkın ve 42-H sınıfına gelin.
Arda ile birlikte gitarları alıp yukarı çıktığımızda, sınıflarda çalışan bir sürü aday gördük fakat hepsi sadece enstrüman çalıyordu, bu yüzden strese girmemi gerektirecek herhangi bir rakiple karşılaşmamıştım.
Onun söylediği sınıfa girdiğimizde Demir, sınıftaki perdeleri açıyordu. Sınıf çok küçüktü ve sadece büyük bir piyano ile birkaç sandalyeden ibaretti. Duvarlara sabitlenmiş cam dolapların içlerinde metronomlardan, ufak tefek şeylere kadar pek çok eşya vardı. Arda “Bize çalışabilmemiz için bir sınıf buldun, teşekkür ederiz,” dediğinde Demir “Ne demek, her zaman,” dedi gülümseyerek. Ardından piyanoyu açtı. Aralarındaki hoş kelimeler içeren konuşmalar bile, kullandıkları ses tonundan dolayı sanki kavga ediyorlarmış izlenimi yaratıyordu. Arda bana “Bir daha çal, sonra diğerine geçelim,” dediğinde Demir’e baktım.
Gitarla şarkıyı çalmaya başladığımda her şey iyi gidiyordu. Nakarat kısmı geldiğinde, Demir, piyanoyla bana eşlik etmeye başladı. Gülümsedim. Şarkının sonuna kadar hep benimle çaldı ve ilk defa birlikte bir şey çalmış olduk.
Arda “Bravo, harika, mükemmel birliktelik. Keşke tatlı halinizi videoya çekseydik de sonra Instagram’a atsaydık ama maalesef şu anda çalışmamız gerekiyor ve dikkat dağınıklığına ihtiyacımız yok,” dedi, Demir’e bakarak.
Demir “Ben mi dikkat dağınıklığıyım?” diye sorduğunda, Arda “Değil misin?” diye karşılık verdi.
Demir onu takmadan bana “Sen başla Güneş,” dedi ve My Immortal’ı çalmaya başladı.
Arda “Bir saniye bir saniye… Söyleyeceğin şarkıyı neden o çalıyor?” diye sordu.
“Ne demek neden ben çalıyorum? Güneş yaklaşık iki buçuk saat sonra ses seçmelerine girmeyecek mi?”
“Girecek ama müziği ben çalacağım.”
“Nasıl sen çalacaksın?”
“My Immortal’ı ben çalacağım. Dört gün önce aranje ettim ve gitarla harika bir versiyon yarattım, kusura bakma Demir ama Güneş sana söylemeyi unutmuş olmalı.”
“Güneş, bu ne demek istiyor?”
Demir’in Arda’ya vereceği cevabı erteleyip işin doğrusunu öğrenmek için bana sormasına şaşırmamıştım.
“İkiniz de çalacaksınız,” dedim.
Demir ayağa kalktı ama piyanonun arkasından ayrılmadı. “Şaka yapıyorsun, değil mi?” diye sordu.
Arda güldü ve “Gerçekten çok komiksin civciv ama prova yapmamız gerekiyor,” dedi.
“Hayır, ben ciddiyim. Adım okunduğu zaman üçümüz sahneye çıkacağız,” dedim.
Demir “Affedersin sevgilim ama ben bununla çalmam,” dedi Arda’yı göstererek.
Arda da “Bak bak laflara bak, asıl ben bu mafya babasıyla çalmam,” dedi.
Demir piyanonun yanından ayrılıp bize yakınlaştığında, gözlerini Arda’ya dikmişti. “Sen biraz fazla olmaya başladın,” dedi.
Arda gitarını sandalyenin üstüne bıraktıktan sonra “Asıl sen biraz değil çok fazla olmaya başladın,” diye bağırdı.
Demir “Şu saçmalığı kesiyorsun ve gidiyorsun. Şarkıyı ben çalacağım. Kaç kere prova yaptık,” dedi ve Arda’yı göndermeye çalıştı.
“Asıl biz kaç saat çalıştık, senin haberin var mı? Tüm o piyanoyu gitara aranje ettim ve Güneş de gitarla gayet iyi söylüyor.”
“Şarkının orijinali zaten piyanoyla çalınıyor, gitarla şarkıyı piç edeceksin. Ben de günün başından beri neden bu çocuk iki gitar getirdi, acaba biri yedek mi diye düşünüyordum…”
“Al işte şimdi de gitar suçlu oldu.”
“Tamam, Güneş’i çalacağı şarkıya çalıştırdın, eyvallah, ama buradan sonrası seni aşar Arda.”
“Ne demek beni aşar? Çalamayacağımı mı iddia ediyorsun?”
“Güzel olmayacak.”
“Güneş, bir kere söyler misin? Bak çalmaya başlıyorum.”
“Hayır Güneş, şu arkadaşını yolla da rahat rahat provamızı yapalım.”
“Hiçbir yere gitmiyorum saygıdeğer dominant mafya babası. Güneş, şuna söyle; para her zaman Erkan kardeşimizde olabilir ama hiçbir fiyata beni buradan gönderemez.”
“Seni o kelimeler hakkında uyarmıştım gözlüklü.”
Demir’in ses tonunun değişikliği, artık onları durdurmam gerektiği anlamına geliyordu. Demir çoktan Arda’nın üstüne yürümeye başlamıştı ve artık o ikisinin didişmesini izlemek istemiyordum.
“Yeter! İkiniz de sahnede benimle olacaksınız, konu kapandı. Kavga etmenizi veya birbirinizi dövmenizi falan istemiyorum, sadece şu son iki saatte şarkıları ayarlayın ve benimle sahneye çıkın. İkinizden de şu ana kadar hayatımda çok sık bir şeyler istemedim fakat bu sefer rica ediyorum, lütfen iki saatliğine birbirimize laf yetiştirmeyi kesin ve bana yardım edin. Senin de, senin de sahnede arkamda olduğunuzu bilmeden yapamam. Şarkı benim için çok şey ifade ediyor ve o anlamlardan bir tanesi de… Off kimi kandırıyorum ki? Özür dilerim, benim hatam.”
Sinirlerim artık konuşmaya devam edemeyecek kadar bozulmuştu ve odadan çıkmam gerektiğini hissetmiştim. Koridorun sessizliğinde sırtımı duvara yasladım ve derin bir nefes alıp verdim. Birkaç saniye sonra kapı açıldı ve Arda koridora çıktı. Kapıyı ardından kapattıktan sonra yanıma geldi.
“Birimizi seçemez misin?” diye sordu.
“Mesele birinizi seçememem değil, ikinizi de yanımda istemem. Şarkı bana hayatımda karşılaştığım tüm zorlukları aynı anda hatırlatıyor ve her söylediğimde o beni derinden etkileyen kayıplarımı tekrar hatırlıyorum. Belki inanmayacaksın ama o kaza anını tekrar yaşıyorum ve bazen şarkı beni katlanamayacağım noktalara getirip ağlatıyor,” dedim.
Arda “O zaman neden bu şarkıyı seçtin?” diye sorduğunda “Tüm zorluklarımda, düşüşlerimde yanımda olan, hayatın hızına tekrar yetişmem için yanımda olan ve beni güçlendiren iki insan sizsiniz. Şarkıyı aşabilmem ve istediğim gibi söyleyebilmem için ikinize de orada ihtiyacım var,” dedim.
“Güneş, ben kabul etsem bile Demir’in kabul edeceğini sanmıyorum.”
“Sana benim hakkımda konuşma yetkisini kim verdi?”
Arda sınıftan çıktığından beri bizi içeriden dinlediğini belli eden Demir, kapıyı açıp konuşmuştu. Ardından o da yanımıza geldi. Demir’e bakıp “Ne yani kabul ediyor musun?” diye sorduğumda, Demir “Deneyeceğim,” dedi.
Arda “Ama iki saat hâlâ ayarlamaları yapmak için çok kısa bir süre,” dediğinde, Demir “Bize göre değil, hadi gel,” diyerek karşılık verdi ve sınıfa girdi. Arkasından biz de onu takip ettik.
Bol küfürlü ve hareketli geçen dolu dolu iki saatin ardından, sonunda şarkıyı nasıl çalacaklarını biliyorlardı. Başlarda onları dinliyordum fakat sonra her beş dakikada bir yeniden başa sardıklarını görünce sıkılıp kendi gitarımla çalacağım şarkıya odaklanmıştım.
Ses seçmelerinin başlamasına on beş dakika kala iki kere prova almıştık ve ikincinin sonunda Arda “İdare eder,” diyerek düşüncesini belirtmişti. Demir’in annesinin öğrettiği ses egzersizlerini yapmayı da unutmamıştık.
Demir “Daha fazlasını yapamayız zaten, diğer binaya yürümemiz lazım,” dedi ve bizi harekete geçirdi.
Ses seçmelerinin yapılacağı binaya geldiğimizde, doğruca oranın kulisine yönlendirildik. Biz kulise girip oturacak yer bulduğumuz anda ilk aday sahneye çağrıldı.
“Şimdi görürsünüz,en az üç tane I Will Always Love You dinleyeceğiz, her yarışmada olur,” dedim.
Arda “Bugün seçmelere katılacak olan elli kişi var,” dediğinde “Tamam düzeltiyorum, on üç,” dedim.
Demir “Sonuna kadar kalmak mı istiyorsun?” diye sordu.
“Hayır, öylesine söyledim. Bizim sıramız geçtikten sonra birkaç tane daha dinler çıkarız,” dedim.
Sahneyi göremiyorduk ama çok net bir şekilde orayı duyabiliyorduk. Birinci olarak çağrılan aday, Bruno Mars’ın When I Was Your Ma’ şarkısını söylerken, Demir duyduğundan anladığı kadarıyla “Piyanoyu kendisi çalıyor,” diyerek bizi bilgilendirmişti.
Oğlan daha şarkısının ikinci nakaratına geçemeden jüri onu durdurdu ve teşekkür etti.
Arda “Gayet güzel söylüyordu,” dediğinde, Demir “Evet zaten alındı. Bazen gerisini dinlemeye ihtiyaç duymuyorlar,” dedi.
Sanırım ayların ardından ilk defa aralarında düzgün birer cümle kurmuşlardı.
Öbür beş aday da birbirinden muhteşem seslere sahiplerdi ve hepsi zor şarkılar söylemişlerdi. Onları dinledikçe heyecanım artmış ve karnımda bir alev topuna dönüşmüştü.
“Yedinci aday; Güneş Sedef.”
“Hadi civciv, sahneye çıkalım ve diğerlerine günlerini gösterelim,” dedi Arda ve en önden o çıktı. İkinci olarak kulisten çıkıp sahneye doğru yürümeye başladığımda, Demir beni elimden tutup çekti ve öptü. “Şans öpücüğü,” dedi.
Gülümsedim.
Arda soldaki sandalyede oturuyordu, ben elimde gitarla ortada ayaktaydım ve Demir de sağdaki piyanonun başına geçmişti.
Jüridekilerden biri “On sekiz yaşındasın, doğru mu?” diye sorduğunda “E-evet,”dedim.
“Arkadaşların…?”
Gözüm, jüri masasının önünde duran büyük kameraya takıldığında, adayları sonradan tekrar değerlendirebilmek için performansları kaydettiklerini anladım.
“Piyanoyu çalacak olan Demir Erkan aynı zamanda bugün piyanist seçmelerinde de yer almıştı, yirmi bir yaşında. Gitarist arkadaşım Arda ise sadece bana destek amaçlı olarak burada. Okula hiç başvurmadı. On sekiz yaşında,” dedim.
Benimle konuşan kadın “Arda’nın soyadı nedir?” diye sorduğunda, Arda gitarı için aşağı eğilmiş mikrofonu kendine çekti ve “Arda Akal,” dedi.
Jüri üyesi “Güneş, seni dinliyoruz,” deyip arkasına yaslandığında “Önce gitar çalacağım,” dedim ve gitarın askısını boynumdan geçirdim. Last To Know’u elimden geldiği kadarıyla iyi çaldıktan sonra, söyleyeceğim şarkıya geçebilmek için gitarı boynumdan çıkardım ve yerde duran alçak gitar askısına astım.
“Sanırım gitarda o kadar da iddialı değilsin?”
Jürinin beni zayıf noktamdan yakalayacağını biliyorduk. “Evet, daha çok sesime odaklandım ve ağırlıklı olarak öyle çalıştım,” dedim, gitar hakkında başka bir soru sormamasını umarak.
“Evanescence – My Immortal’ı mı söyleyeceksin?”
“Evet.”
“Seni dinliyoruz.”
Derin bir nefes alıp verdim ve ardından spot ışıklarının sahneyi yaktığını hissettim. Kot ceketimi çıkardım ve piyanonun üstüne koymayı düşündüm fakat bu davranışımın nasıl karşılanacağını bilemediğim için “Acaba montumu bu-buraya koyabilir miyim?” diye sordum.
Sesim tüm salonun içinde yankılanırken, kulisten gelen kahkaha seslerini duyabiliyordum.
Ciddiyetlerini hiç bozmayan jüri üyelerinden biri, “Koyabilirsin,” dedikten sonra, ceketimi katladım ve piyanonun üstüne bıraktım. Ardından yeniden mikrofonun arkasına geçtim.
Arda’ya baktım, ona baktığımı görünce bana göz kırptı ve gitarını hazırladı. Ardından Demir’e döndüm ve başımı sallayarak başlayabileceğini anlattım.
Demir, şarkının ilk notasına bastığı anda gözlerimi kapattım ve kendimi evimde şarkı söylerken hayal ettim. Gözlerim kapalıyken daha iyi konsantre olmuştum ve şarkıya az önceki provalardan kat kat daha iyi başlamıştım. Sevdiğim adamın çaldığı piyano sesi, en çok güvendiğim dostumun gitarının sesiyle birleşmişken, melodi beni rahatlattı. Gelen özgüvenle birlikte gözlerimi açtım ve öyle devam ettim.
Şarkının ortasına gelmiştik fakat hâlâ beni durdurmamışlardı. Mutlu oldum ve annemin burada beni izliyor olmasını diledim. Beni dinliyor olmalıydı ve benimle gurur duymalıydı. Aynı şekilde babam da jüri tarafından çekilen videoyu alabileceğimizin garantisi olmadığı için, kendi kamerasıyla videomu çekiyor olurdu. Atakan ise küçük fotoğrafçı görevini üstlenirdi.
Şarkının sözleri kayıplarımın bana yaşattığı duygularla birleşince, etrafımda beni saran bir fırtına oluştu ama fırtınayı aşınca aileme, kaybettiklerime yeniden kavuşamayacağımı biliyordum. İşte bu yüzden o fırtınayı aşma ihtiyacı hissetmiyordum. Fırtına artık benimdi ve ben fırtınaydım. Kaybettiklerimin kazandıklarımı kovaladığı büyük ve gri bir fırtına…
Şarkı bittiğinde ben de bitmiştim. Duygularım beni tüketmişti ve ana kadar hiçbir provada bu kadar duygu yüklü söylememiştim. Asla geriye dönüp ‘Keşke seçmelerde şöyle söyleseydim’ demeyecektim, çünkü kendimle gurur duyuyordum. Arkamda sevdiğim insanların destekleri ve melodileri varken, düşmekten korkmama gerek yoktu.
Şarkı bitmişti fakat Demir, piyanoyu şarkının sonuna uygun bir şekilde çalmaya devam ediyordu. Acaba unuttuğum bir kısım mı oldu diye düşünürken, Demir, piyano ile solo bir şeyler çalmaya başladı. Arda da ona katıldı fakat Demir kendi solosunu, Arda ise kendi solosunu çalıyordu. Şarkının sonunda yavaşlayan ritim, ikisinin tekrar hızlanmasıyla değişmişti. Sanki Arda, Demir’in sesini, Demir ise Arda’nın sesini bastırabilmek için daha sert, daha hızlı ve daha yüksek çalıyordu. İkisine de bakıyordum fakat ne Arda başını gitarından ne de Demir piyanodan kaldırıyordu.
Artık yaptıkları müzik, söylediğim şarkıdan bağımsız bir hale gelince jüri üyelerinden bir kadın “Yeterli!” diye bağırdı. Demir ve Arda aynı anda çalmayı bıraktılar ve birbirlerine sinirle baktılar.
“Teşekkür ederiz. Sekizinci adayı sahneye alabilir miyiz lütfen?”
Demir hızlı bir şekilde kulise doğru yürümeye başladı. Arda da gitarını alıp peşinden gitti. Ne olduğunu anlamladıramadan, ben de çaldığım gitarla kot ceketimi alıp sahneden çıktım.
Kulise girdiğimde Arda, Demir’e “Senin sorunun ne?” diye bağırıyordu.
Demir “Asıl senin sorunun ne? Neden kafana göre işler yapıp her şeyi mahvediyorsun?” diye bağırarak karşılık verdiğinde, benden sonraki adayın performansını gürültümüzle engellememek için ikisini de koridora doğru itmeye başladım, fakat beni görmüyorlardı bile.
Kulisteki diğer adaylar kavgayı fark ettiklerinde onlardan yardım istedim. Zar zor Demir’le Arda’yı dışarı çıkarabildiğimizde hâlâ kavga etmeye devam ediyorlardı.
“Yeter! Kesin sesinizi! Her şey güzel giderken mahvetmek zorundaydınız değil mi? Bir kere benim için bir şey yapmanızı istedim ve yine çocuklaştığınıza inanamıyorum!” dedim ikisini susturarak.
Arda “Yeter ya! Sürekli peşinizde dolaşmaktan bıktım, ben gidiyorum!” dedi ve arkasını dönüp gitmeye başladı.
Demir’e baktım.
“Bana hiç bakma, ben karışmıyorum,” dedi ve kulise geri girdi. Çantamı alıp Arda’nın peşinden gitmek için koşarak onun yürüdüğü tarafa yöneldim.