Karanlık Lise 2 – Bölüm 46


Esma “Çok güzel oldun,” dedi.

Helin “Elbise de giyebilirdin ama bu da çok yakıştı,” dediğinde, Helin’in odasındaki uzun boy aynasına baktım. Önceki gün aldığım siyah, bisiklet yakalı, kısa kollu tulumu inceledim.

Helin “Ayakkabı numaramız aynı olduğu için şükretmelisin,” dedi ve bana yüksek topuklu siyah ayakkabılarını verdi.

İtiraz etmeden giydim ve ardından Helin’in yatağına oturdum.

Esma’ya bakarak “Biliyorsun değil mi, baloyu Arda’ya ithaf etmemiş olsan gelmezdim,” dedim.

Esma yanıma oturdu ve elimi tuttu.

“Arda bizim okulda değildi fakat tüm o müzikal yolculuğunda, neredeyse herkesle arkadaşlık kurmuştu. Atagül Lisesi onu tanıyor ve ona ithaf etmesem olmazdı,” dedi.

Helin ortamın havasını değiştirmek için Esma’ya hangi şapkayı takacağını sordu.

Ameliyatlar için, Esma’nın başının arkasındaki saçlarından bir bölümü kazımak zorunda kalmışlardı ve bu yüzden bir şapka takarak dikişleriyle kazıtılan bölgeleri kapatabiliyordu.

Keşke benim yaralarım da bu kadar kolay gizlenebilseydi.

Okulun spor salonuna gelene kadar beni gören bir kişi bile Arda veya kaçırılmam hakkında soru sormamış, başsağlığı dilememişti. Verecek cevap sayımın oldukça aza inmiş olması beni mutlu ederken, spor salonunun kapısında bekleyen Demir de bana göz kırpmıştı.

“Demek okula önceden gelmek istemenin nedeni insanları susturmaktı,” dedim ona sarılırken.

Demir “Bir şey değil, hadi içeri girelim. Gitmek istediğin anda çıkacağız,” dedi ve elini belime koyup centilmence yanımda durdu.

İçeri girdiğimizi gören Burak, hemen yanımıza geldi ve Esma’ya “Bitebilecek tüm içecekleri tekrardan sipariş ettim, müzik sistemindeki sorun için tamirci çağırdım ve gitarı da sahnenin sağına sabitledim,” dedi.

“Gitar mı?” diye sorduğumda, Esma bana döndü ve “Sana söylemedim ama,” dedi ve sahnenin yanında, gitar askılığında duran tamir edilmiş gitarı gösterdi. En son Özel Hayal Sanat Akademisi kampüsünün çıkışındaki otoyolda kırılmış ve terk edilmiş bir şekilde durduğunu sanıyordum. Geri dönüp aradığımda bulamamıştım, demek ki onlardaymış. “Bu Arda’nın gitarı, nereden buldunuz? Kaybolduğunu sanmıştım,” dedim gitara doğru ilerlerken.

Doğukan sahnedeki birazdan çalmaya başlayacak olan grupla bir şeyler konuşurken, geldiğimizi gördü ve sahneden indi.

“Demir’le tamir ettirdik,” dedi.

Gülümsedim ve Doğukan’a sarıldım. Ardından Demir’e dönüp tekrar elini tuttum.

“Teşekkür ederim,” dedim.

Esma “Akşamdan sonra gitar senindir,” dedi.

Birilerini anmak için büyük boy posterlere, fotoğraflara, sözlere, gösterişe ihtiyacınız yoktu. Tek ve sembolik bir eşya her şey için yeterli, hatta fazlaydı bile.

Saatler ilerledikçe okulun balo için süslenmiş ve düzenlenmiş olan spor salonu kalabalıklaşıyordu. Bu arada Savaş ve Cansu kapıda nöbet tutup her gelen kişiye benimle Arda hakkında konuşmamalarını rica ediyorlardı.

Savaş’ın Ateş’in yaptıklarıyla hiçbir alakası yoktu ve temizdi. Ateş, her şeyi Savaş’tan gizli yapmıştı ve onu olaylara katmak istememişti. Polis tarafından uzunca bir süre sorgulandıktan sonra hem polis ona güvenmişti hem de ben güvenmiştim. Savaş’a inanıyordum.

Ateş işlediği cinayetlerden dolayı hapse girmişti.

Cenk ise Gökhan Erkan’ın ölümünde rol oynadığı için sorgulanmak üzere Amerika’dan çağrılmıştı. Sorgulandıktan sonra Ateş’in yanındaki yerini almıştı.

Cansu ise yine yanlış kişiyi sevmişti. Hayatı boyunca sürekli yanlış kişileri sevmenin cezasını ağır bir şekilde ‘Hak ettim,’ diyerek çekiyordu. Ateş’ten sonra psikolojik yardım almaya başladı ve Helin dahil olmak üzere hepimiz ona destek olduk. Onu aramıza almaktan asla kaçmadık.

Yüksek müzik kulaklarımı tırmalıyordu fakat diğer herkes eğleniyormuş gibi görünüyordu. Yemeklerin servis edilmesiyle birlikte ayakta duran insan sayısı azalmıştı. Beyaz örtü, mor kurdele ve şamdanlarla donatılmış yuvarlak masalardan birine oturduktan sonra bizimkiler de beni takip etti ve masaya oturdular.

Ayhan Hoca sahneye çıkıp mikrofonu eline aldı.

“Selam! Biliyorum, baloda öğretmen pek istenen bir şey değil fakat Çağatay Bey bu okulda öğrencilerin en katlanabildikleri öğretmenin ben olduğumu söyledi,” derken büyük bir alkış koptu. Alkışa katıldım.

“Teşekkürler, teşekkürler gençler. İyi kötü dört sene geçirdik. Tabii, bazılarınızla beş, bazılarınızla altı ve bazılarınız ise okula gelmeye tenezzül bile etmedi. Neyse, bitti gitti diyoruz ve mezun olan arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Yine sınıfta kalanlarlaysa eylülde görüşmek üzere,” dediği zaman komik “Yuh” sesleri salonu doldurdu.

Yanımda oturan Esma bana döndü ve “Birazdan beni çağıracak, ben konuşmamı yaparken seni de sahneye davet etsem çıkar mısın?” diye sordu.

Hayır anlamında başımı salladım.

“Konuşma yapmak istemez misin?”

“Hayır, gerçekten istemiyorum Esma,” dedim.

Esma “Tamam, seni anlıyorum,” dedi ve bana sarıldı.

Ayhan Hoca güldü ve ardından “Her şey bir yana, değinmek istediğim bir konu daha var. Bu harika baloyu her ne kadar biz yardım etsek de büyük ölçüde düzenleyen Esma Hilaloğlu’nu konuşma yapması için sahneye davet ediyorum,” dedi.

Esma, masadan kalkıp sahneye doğru ilerlemeye başladı. Bizim masadakiler bağırarak ve ıslık çalarak tezahürat yaparlarken Demir ve ben sadece gülümseyerek ve alkışlayarak yetiniyorduk. Demir, aynı ciddi Demir’di ve sadece alkışlıyor olması alışılmadık bir durum değildi.

Bense duygularımı dışarıya yansıtmak konusunda hâlâ eski halime dönmeye çalışıyordum.

Esma, tüm dekorasyonla uyumlu mor renkteki mini elbisesi ve elbisesiyle aynı renkteki şapkasıyla sahnede duruyordu. Ayhan Hoca’ya sarıldı ve ardından mikrofonu eline aldı.

“Öncelikle yalan söylemeyeceğim. Atagül Lisesi berbat bir okul ve hiç kimse bu okulda okumak istemez,” diyerek konuşmaya başladığında herkes alkışlamaya başladı. Esma güldü ve ardından “… ama bu, rezalet okulda berbat insanların arasından harika dostluklar kurduğum gerçeğini değiştirmiyor,” dedi.

Bizim masaya baktı ve gülümsemesini büyüttü.

“Kurduğum dostluklardan biraz bahsetmek istiyorum. Her okuduğunuz kitaptan bir şeyler öğrendiğiniz gibi, her tanıdığınız insandan da öğrendikleriniz olur. Ben, dostlarımdan çok şey öğrendim ve hele bir tanesi var ki… O kişi bana herkesin ikinci bir şansı hak ettiğini kanıtladı. Hayatınızın herhangi bir evresinde ne kadar dibe battığınızı düşünürseniz düşünün, yüzmeyi biliyorsanız her zaman nefes almak için yukarı çıkabilirsiniz. Güneş’in yeri benim hayatımda çok büyük ve o, bir arkadaştan bekleyebileceğiniz her şeye sahip. O benim hayatımda tanıdığım en güçlü insan. Güneş Sedef’i bir kez alkışlayabilir miyiz?”

Salon, Ayhan Hoca’nın aldığı alkış ve ıslıkların iki katıyla coştuğunda şaşırdım. Esma’nın benim için söyledikleri beni zaten duygulandırmıştı ve herkesin bana bakıp beni alkışlıyor olmasıysa, gözlerimin dolmasına neden olmuştu.

Demir beni yanağımdan öptü ve ardından alkışlamaya devam etti.

Esma, dikkatleri tekrar kendi üstüne çektiğinde “Dostlarımız diyorduk… Çok değerli birini yaklaşık bir buçuk ay önce kaybettik ve balo davetiyelerinin üstünde adını gördüğünüz üzere, balomuzu ona ithaf ettik,” dedi. Burak, masada Esma’nın yerine, yanıma geçti ve bana “Videoyu burada oynatmamıza izin vermiştin fakat eğer fikrini değiştirdiysen…”

“Hayır, onu dinlemek istiyorum,” diyerek, Burak’a cevap verdim.

Burak arkasını dönüp Esma’ya onay verince Esma konuşmasına devam etti. Burak eski yerine oturdu.

“Arda Akal, Atagül Lisesi’nde okumadı fakat çoğumuz onu müzikal ekibimize yaptığı katkılardan ve arkadaşlığından tanıyoruz. Kendisini kaybetmeden üç gün önce Özel Hayal Sanat Akademisi’nde Demir ve Güneş’le sahne almıştı. Söyledikleri şarkının videosunu izleyerek dostumuzu bir kez daha anmak ve onu bu güzel günde yaşatmak istiyoruz,” dedi. Sahnenin üstünden beyaz bir perde indi ve projeksiyon çalışmaya başladı.

“Evanescence – My Immortal’ı mı söyleyeceksin?”

“Evet.”

“Seni dinliyoruz.”

Dev perdedeki yüzümü gördükten sonra kameranın sahneyi komple alacağı saniyeyi bekledim. Arada jüriyle yapmış olduğum gereksiz konuşmalar da geçince şarkı başladı ve Arda, gitarıyla birlikte kadraja girdi.

Dudaklarım aralandı.

Bu şarkı hep kaybettiklerimi hatırlatmıştı fakat bir gün bana Arda’yı da hatırlatacağını asla bilemezdim.

Bu videoyu ikinci izleyişimdi. İlk izlediğimde Burak bana getirmişti ve balo günü bunu perdeye yansıtmak istediklerini söylemişti. Videonun yarısını izledikten sonra ona onay verip bilgisayarı kapattırmıştım. Videoyu tam şarkının son sözlerinin bittiği yerde kesmeleri gerektiğini tembih etmiştim ve daha fazla karışmamıştım.

Videonun geri kalan yarısını izleyecek gücü kendimde hiç bulamamıştım. O günün gecesi bir polis aracıyla eve giderken halamla telefonla konuşmuştum ve ondan odamda Arda’ya dair fotoğraf, resim, kıyafet ne varsa bir kutuya koyup kutuyu dolabıma kaldırmasını istemiştim.

Bu beni bir süre idare etmişti fakat onu deli gibi özlediğimi biliyordum. Eninde sonunda bir gün fotoğraflara, ses kayıtlarımıza ve anılarımıza ihtiyacım olacağını biliyordum. Gücümü toplayacağım günün balo günü olduğuna karar verip kendimi kontrol etmiştim.

Şimdi, videoyu sonuna kadar izleyip, şarkıyı sonuna kadar dinleyip onu yaşamam gerekiyordu.

Video, tam da kesilmesini tembihlediğim yerde bittiğinde salondaki herkes susuyordu. Kimse konuşmuyordu veya alkışlamıyordu.

Burnumu çektim ve masada duran peçeteyi alıp yanaklarımı sildim. Kimse hiçbir şey söylemiyor veya alkışlamıyordu. Herkes bana bakıyordu.

Yüzümü sildiğim peçeteyi masanın üstüne bıraktım ve ardından ayağa kalkıp yavaşça alkışlamaya başladım. Büyük, beyaz perdenin üstüne Arda’nın müzikal ekibiyle olan bir fotoğrafı yansıtılmıştı. Fotoğrafta yine otuz iki diş gülümsüyordu ve onu hatırlayacağım hali hep bu olacaktı.

Benden sonra Demir ayağa kalktı ve alkışlamaya başladı. Tüm salon, perdedeki fotoğrafa bakıp alkışlamaya başlayınca orada görevimin bittiğini anladım ve rahatlayarak yerime oturdum. Esma sahneden indi ve tekrar masamıza oturdu.

Konuşması benim için de geçerliydi.

Sağımda oturan mor elbiseli tatlı kıza baktım. Kendinden önce başkalarını düşünmenin önemini ve masumiyetini bana öğretmişti.

Onun yanında oturan Burak; bana ölümle hayat arasındaki ince çizginin bile üstünden yürünebileceğini öğretmişti. Sevdiğimden asla vazgeçmemem, asla ümidimi yitirmemem gerektiğini bana o öğretmişti.

Karşımda oturan kırmızı elbiseli, kahverengi saçlı, seksi kıza baktım. Cansu bana hatalarımı kabullenmeyi öğretti. Geçmişteki davranışlarımın farkında olup eğer istersem o hatalarımı düzeltmek konusunda hiçbir zaman çok geç olmayacağını gösterdi.

Doğukan bana iyi bir sırdaş olmayı öğretti. Arkadaşının ne kadar karanlık ve kötü sırrı varsa hepsini sakladı ve hiçkimseye anlatmadı. Demir, ben ve hepimiz böyle bir dosta sahip olduğumuz için şanslıydık.

Siyah, uzun saçlı güzel kıza baktım. Güzelliği, karizması ve kendine güveniyle rahatlıkla istediği konuma gelebilecek, çeteye girebilecek ve istediğini elde edebilecek potansiyele sahipken, diğerleri gibi sahte olmak yerine kendisi olmayı tercih etmişti ve bana daima kendim olmam gerektiğini öğretmişti. Vücudumla ilgili rahat olmayı ve sırtım dik bir şekilde ilerlemeyi o bana göstermişti.

Sahnenin yanına, Arda’nın gitarının durduğu yere baktım. Bana tüm hayatım boyunca kattığı şeyleri anlatmaya kalksam herhalde bir kitap yazardım, öyle değil mi?

O bana gerçek dostluğu ve gerçek sevgiyi öğretti. Destek olmayı, kollamayı ve savunduğum şeyin arkasında durmayı öğretti. Bana cesareti, ayakta kalmayı ve müziği öğretti. Sekiz yaşındayken, onun gitarın tellerini boş boş çekişini izlemekten zevk almasaydım belki de müzikle ilgilenmeye asla başlamayacaktım.

Arda bana fedakârlığı öğretti. Nefret ettiğim bir insanın hayatını sevdiğim insan uğruna nasıl kurtarabileceğimi gösterdi. Tereddüt etmemeyi ve değer verdiklerim için savaşmam gerektiğini öğretti. Kendi canım pahasına olsa bile pişman olmamayı öğretti.

Ve Demir… Soluma dönüp onu izlemeye başladım. Kirpiklerinden, kollarında görünen damarlara kadar âşık olduğum ve kendimi sesinin her tonunda kaybettiğim Demir, bana gerçek aşkı öğretti. Engeller ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar aşılamayacak gibi görünse de mavi gözlerinde gördüklerimin bana yaşattığı duygulara tutunup o engelleri aşabileceğimi gösterdi. “Özel” olmanın ve kendini özel hissetmenin nasıl olduğunu gösterdi ve aşkın tüm o kalıplara sığdırılmaya çalışılmış cinsellikten ibaret olmadığını öğretti.

Demir, ona baktığımı fark edince bana “Sana bir şey söylemem gerekiyor,” dedi ve beni yoğun düşüncelerimden çekti.

“Dışarı çıkalım,” dedim ve beraber spor salonunun dışına çıktık.

“Sana âşığım, iyi idare ettin,” dedi.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve ardından “Artık zamanı gelmişti, videoyu izleyebildim,” dedim.

Demir, takım elbisesinin ceketinin cebinden katlanmış bir kâğıt parçası çıkardığında çıkardığı şeyin ne olduğunu fark ettim.

“Bunu sana bir buçuk ay önce vermem gerekiyordu fakat kaldıramayacağını biliyordum. Bugün de veremeyeceğim diye şüphelerim vardı fakat artık yok,” dedi ve elinde tuttuğu katlanmış kâğıt parçasını bana verdi.

Kâğıdı elime alınca dokusundan dolayı aslında bir kağıt değil,bir fotoğraf olduğunu anladım. Dörde katlanmış fotoğrafı açtım.

Arda’nın onuncu doğum gününde çektirdiğimiz fotoğraf vardı. Arda, ellerini açmış bir şekilde “on” sayısını göstermeye çalışıp poz verirken, ben de gülerek onun boynuna sarılıyordum.

“Bu fotoğraf o gün Arda’nın cebindeymiş,” dedi.

Gülümsedim ve ardından fotoğrafın arkasını çevirdim. Benim el yazımla fotoğrafın çekildiği tarih yazıyordu.

“İyi de benim odamdaki panoda olması gerekiyordu bu fotoğrafın,” dedim.

Demir “Belki de aynısından onda da vardır?” diye sorduğunda ona arkasında yazılı olan tarihi gösterdim ve “Hayır, bu direkt panomdaki fotoğraf. Oraya astığım her fotoğrafın arkasına tarih yazardım,” dedim.

“Oradan ne zaman almış olabilir?”

“Sorun da orada, almış olamaz. Seçmelerin olduğu günün sabahında bu fotoğraf o panoya asılıydı. Adım gibi eminim,” dedim.

Demir “Üç günlük sürede genelde benimle karakoldaydı fakat fotoğrafı almışsa sizin eve uğramış olmalı,” dediğinde, koşarak Demir’in arabasına doğru ilerlemeye başladım. Topuklu ayakkabılardan nefret ediyordum.

“Hey, nereye gidiyoruz?”

“Eve, ben yokken odamdaymış!”

Demir, arabasının kilidini açtı ve ardından o da bindi. Emniyet kemerimi takarken arabayı çalıştırdı. Ardından o da kemerini taktı ve yola çıktık.

“Sana bir şey bırakmış olabileceğini mi düşünüyorsun?”

“Düşünmüyorum, öyle umuyorum.”

Apartmana vardığımızda asansörün en üst katta olduğunu görünce küfür ettim. Gelmesi zaman kaybına neden olacaktı ve bu yüzden ayakkabılarımı çıkarıp hızla merdivenlere yöneldim.

Demir, arkamdan yedi kat çıkarken tek kelime etmemişti.

Hızla kapıyı çaldım ve halam karşısında beni görünce şaşırdı. Onun yanından geçip odama girdiğimde Demir, halama neden eve döndüğümüzü anlatıyordu. Çalışma masama baktım, tüm kalemliklerimi boşalttım ve çekmeceleri karıştırdım. Değişik bir şey yoktu. Yatağımın altına ve arkasına baktım fakat oradan da bir şey çıkmadı. Kütüphanemdeki kitapların arasında başka ve tanımadığım bir kitap var mı diye bile baktım fakat sonuç alamadım. Halam ve Demir, odamın kapısında durmuş beni izliyorlardı.

Duvarlara ve tavandaki fosforlu yıldızlara dikkatle bakarken yine bir şey bulamamanın verdiği hüznü yaşıyordum. En sonunda yatağıma oturdum ve “Hiçbir şey yok,” dedim.

Halam dolabımı açtı ve bir buçuk aydır dokunmaya korktuğum kutuyu çıkardı.

Demir “Fotoğrafı panodan aldıysa belki de panoya bakmalıyız,” deyip yanıma oturdu.

Halamdan kutuyu aldım ve yatağımın üstüne koydum. Açmadan önce yatağımın üstünde bağdaş kurdum ve derin bir nefes alıp verdim. Elimi kutunun üstüne koyduktan sonra yavaşça açtım.

Arda’ya dair ve bana onu hatırlatan her şeyin bulunduğu, hatta başvurmasa bile bizimle birlikte kabul edildiği Özel Hayal Sanat Akademisi mektubunun bile olduğu kutudan en altta duran mantar panoyu çektim ve kutudan çıkardım.

Fotoğraflarla dolu olan panoda, Arda’nın aldığı fotoğrafın olduğu boşluğa bir kâğıt asılmıştı.

Arda’nın yazısıyla, yarım A4 kâğıdına yazılmış notu okurken tüylerim diken diken olmuştu.

“Civcivim; her neredeysen seni bulacağım ve eve getireceğim. Yaşadığın şokun ardından, ne kadar Nutella kaşıklamak istersen bu sefer sana izin vereceğim. Dilediğinde sana gitar çalmak konusunu kendime görev edineceğim ve daima yanında kalacağım. O konuşmamız bizim son konuşmamız değildi ve asla da olmayacak. Gerekirse o mafya babasıyla bile iyi anlaşacağım, yeter ki sen güvende ol. Başka hiçbir şey istemiyorum. Her ne kadar o deri ceketliden nefret etsem de sana sonsuz bir aşkla bağlı olduğunu biliyorum. O sana hep iyi bakacaktır.

Fotoğrafımızı çalıyorum fakat yenisini çektireceğimize dair sana söz veriyorum. Seni seviyorum melek. Seni kurtaracağız.”

10 Yıl Sonra…

“Demir, sence de biraz hızlı gitmiyor muyuz?”

“Randevu on beş dakika sonra ve ben bir an önce oğlumun ‘oğlum’ olduğunu öğrenmek istiyorum,” dedi.

“Demir! Şöyle söylemeyi keser misin? Kız ya da erkek, asıl önemli olan sağlıklı olması. Sırf Arya kız diye, ikinci çocuğumuzun erkek olmasını istiyorsun,” dedim ona kızarak.

“Tamam güzelim, sakin ol. Sana takılıyorum sadece,” dedi ve ardından kırmızı ışığın yanmasıyla arabayı durdurdu.

Arabadan dışarıyı izlerken gözüm yan duvardaki büyük afişe takıldı.

“Demir,”

“Söyle fıstık.”

“Demir, bu Cansu mu?”

Camı açtım ve büyük afişe tekrar baktım. Cansu çok ünlü bir parfümün yeni yüzü olmuştu.

“Gerçekten o, helal olsun,” dedi Demir ve ardından tekrar ışıkları izlemeye koyuldu.

“Mankendi, şimdi modellik de yapıyor herhalde,” dedim ve ardından telefonumun zil sesini duydum. Arayan Helin’di.

“Gittiniz mi doktora?”

“Hayır, hâlâ yoldayız. Arya yaramazlık yapmıyor değil mi?”

“Yok, çok iyiyiz. Hatta Buğra sırf çocuk özlemini giderebilmek için işinden izin aldı,” dedi. “Süper o zaman, biliyorsun verdiğim büyük çantanın içinde bezleri, oyuncakları, yedek kıyafetleri, her şeyi var. Yemek konusunda sıkıntısı yok zaten.”

“Güneş! Sırf henüz çocuğumuz yok diye çocuk bakmayı bilmiyor değiliz, rahatla ve randevuya odaklan. Tüm bunları bu sabah da anlattın,” dedi gülerek.

“Özür dilerim, Arya’yı pek sık başka yere bırakmıyorum bu yüzden biraz paranoyaklaştım.”

“Önemli değil, seni anlıyorum. Bu arada siz gittikten sonra araba galerisinden aradılar ve artık resmen oranın genel müdürüyle konuşuyorsun hayatım!”

“Sen ciddi misin? Bu harika bir haber. Zaten bekliyordun, tebrik ederim canım.”

“Teşekkürler, teşekkürler…”

“Buğra’ya selam söyle olur mu?”

“Sen de Esma’ya söyle. Burak’la bir türlü aynı hastanede pozisyon bulamadılar,” dedi.

“Söylerim, hadi öptüm canım,” dedim.

“Görüşürüz.”

Telefonu kapattığımı gördükten sonra Demir “O adamı sevemedim,” dedi.

“Buğra’yı mı?”

“Evet.”

Buğra, Helin’in nişanlısıydı. Demir ise hâlâ Doğukan’ın eskiden ne kadar mutlu olduğunu söyleyip duruyordu. On yıl geçmişti, mezun olduktan sonra Helin ve Doğukan aynen planladıkları gibi dünya turuna çıkmışlardı fakat döndükten sonra ayrılmaya karar vermişlerdi. Açıkçası Doğukan’ın şu anda nelerle uğraştığı hakkında pek fikrim yoktu fakat Demir bana basketbol antrenörü olduğunu söylemişti.

Sonuçta herkes lise aşkıyla evlenmiyordu.

Randevumuza on dakika geç geldiğimizde Demir geç kalmış olmanın ona verdiği utancı yaşıyordu.

“Özür dileriz Esma, bazı güzel kadınların hazırlanmaları uzun sürüyor,” dedi bana bakarak.

Esma gülümsedi ve “Hâlâ bir yerlere geç kalmayı kendine yediremiyorsun, değil mi?” diye sordu.

Yavaşça muayene sedyesine oturdum ve ardından uzandım. Esma önündeki bilgisayarı açtı ve muayene için hazır hale getirdi. Ben de karnımı açtım.

“Arya neler yapıyor? Kuzum da gelseydi keşke bugün,” dedi ve bana oldukça soğuk gelen jeli karnıma sürmeye başladı.

Demir “İyi, fazla hareketli. Sürekli piyanonun üstüne çıkmaya çalışıyor ve bir gün bunu biz yanında değilken de yapmaya çalışacak, yere düşecek,” dedi.

Esma’nın karnına dokunup “Asıl seninki neler yapıyor?” diye sordum.

“Bebek iyi de, Burak’ı görmen lazım. Bebek daha doğmadan babalık yapmaya başladı. Geceleri karnıma masal okuyor. Burak kendi hastanesindeki pozisyonunu bırakabilse buraya, yanıma gelecek fakat oradaki çevresini çok seviyor. Hatta diğer cerrah arkadaşlarıyla beraber bir futbol takımı bile kurdular, arada maç yapıyorlar,” dedi.

Demir “Şimdi siz Helin’i de kandırırsınız, o da bebek yapmaya karar verirse yandık,” dedi.

Esma güldü ve “Helin pek çocuk istiyormuş gibi görünmüyor ama Arya doğduktan sonra bu konu hakkında ne kadar yumuşadığını gördük. Belki o da yakında karar verir,” diyerek cevap verdi.

Esma ultrason cihazını karnımda gezdirmeye başladığında heyecanım iki katına çıktı. Arya’nın cinsiyetini öğrendiğimiz günkü heyecanımın aynısını yaşıyordum ve herhangi bir sağlık sorunu olmaması için dua ediyordum.

Karnımdaki cihaz hareket ettikçe ekrana bakıyorduk. Geçen ayki kontrolden bu yana daha büyümüş ve gelişmişti. Demir, elimi bırakmıyordu.

Esma “Gayet güzel. Her şey gayet iyi gidiyor. Boyun kalınlığı da yerinde, sağlığı ile ilgili bir problem de yok,” dediğinde Demir, elimi havaya kaldırıp öptü. Sonra tekrar sedyenin üstüne koydu.

“Ee cinsiyetini söylesene artık!” dediğimde Esma bize bakıp gülümsedi.

Demir “Zaten yol boyunca meraktan zor dayandık,” dedi. Esma derin bir nefes alıp verdi. Bize baktı.

“Şimdiden yine müzikal bir isim daha düşünmeye başlasanız iyi olur, oğlunuz olacak!” Esma’nın verdiği haberi duyar duymaz gülümsememi iki katına çıkardım. Çok mutluydum.

Demir “Düşünmemize gerek yok, ismi biliyoruz,” dediğinde, başımı sola çevirip ona baktım.

“Sen, sen ciddi misin?” diye sordum.

Demir gülümseyerek evet anlamında başını salladı.

Ona ne kadar teşekkür etsem azdı. Yattığım yerde doğruldum ve Demir de bana, eğildi. Alnını benim alnıma dayadı ve ardından öpüşmeye başladık.

Esma “Ama ben anlamadım! İsim ne?” diye sorunca dudaklarımızı ayırdık.

Gözlerimden süzülen yaşlar, pek çok duyguyu aynı anda barındırıyordu.

Demir’le aynı anda Esma’ya dönüp sanki önceden anlaşmışız gibi “Arda,” dedik.


İkinci kitabın sonu

error: Bu içerik koruma altındadır.