Karanlık Lise 3 – Bölüm 10


༯ 10 ༯

ARDA

En eski anınız nedir? En çok ne kadar geri gidebilirsiniz?

Ortaokul, beşinci sınıf müsameresi, birinci sınıfın ilk günü, yuva?.. Hangisi?

Bende hiçbir şey yok. Ne ilk defa okul forması giydiğim günü hatırlıyordum ne de ondan önceki çocukluğumu. Fotoğraf da yok. Annem gittikten sonra babam atmış hepsini. Nasıl ayrıldıklarını tam olarak bilmiyorum ama olaylı bir şekilde olduğu kesindi, akrabalarımdan dahi bir anı duyamıyordum kendime ait.

Adımı, yaşımı söyleyebilsem de eskiden kim olduğumu bilmemek ister istemez kişiliğimi de etkiliyordu. Kendi hafızanıza güvenemediğinizi düşünsenize… Bir kelime, bir renk ya da koku aynı anda binlerce şey çağırıştırırken bir tanesini bile yakalayamamak beni kimi zaman hiçliğe sürüklüyordu. Geçmişimle saklambaç oynarken diğer çocukları unutuyor, onlarla arkadaş olamıyordum. Bu beni hayata çekingen biri olarak başlatmıştı. “Ya yanlış biliyorsam,” şüphesiyle iki dinler hiç konuşmaz olmuştum.

Hiçbir kelime benden dışarıya adım atmayınca içimde biriktiklerini sandım. Ne kadar birikirlerse biriksinler asla beni tamamlayabilecek kadar yetemediler.

Anıları olmayan insan eksik kalıyormuş.

Sanki hiç yaşamamış, sevmemiş, sevilmemiş gibi…

Babam vardı, kafe vardı ama her sonbaharda o da sonbahardı.

“Annen bizi sonbaharda terk etti Arda.”

Kumral saçlı ve uzun boylu bir kadın anımsıyorum hemen. Saçını hep arkada, başının yukarısında toplayan, şık giyinen biri gibi. Benim gibi yeşil gözleri vardır büyük ihtimalle, öyle düşünüp öyle hayal ediyorum. Hemen bir kapı koyuyorum hayalime. Beyaz, dar bir gömlek ve kahverengi kumaş pantolonuyla boyuma kadar eğiliyor annem. Ellerimi tutuyor, gözlerimin içine bakıyor. Yeşil gözleri dolu, hüzünlü sanki. Gitmek istemiyor gibi ama gitmek zorunda. Çünkü öyle yapmış.

Genelde gitar çalarken düşünürdüm. Birbiri ardına gelmesini istediğim notaları sıralarken bunun gibi daha pek çok anı yaratırdım kendime. Pes ettiğim saklambaç oyununa yeni kurallar ekleyerek kendi sorularıma kendi yanıtlarımı uydururdum.

Ama bir anım vardı ki; diğerlerinin aksine öylesine güçlü, hafızama kazınmış ve dilediğimde gözlerimin önüne getirebildiğim tek anı.

Eski evimizdeki odamda Güneş’le ayakta duruyorduk. Birbirimizi asla yarı yolda bırakmayacağımıza dair söz vermiştik. O kadar net bir hatıraydı ki uydurduklarımdan olmadığını biliyordum. Hâlâ birbirimizin en yakın arkadaşıydık.

Güneş’le vakit geçirmeyi çok seviyordum. Eğlenceliydi. Diğer kızlar gibi teneffüslerde sınıfta oturup sadece oyuncak bebeklerle oynamıyordu. Bahçeye çıkıyor, ip atlıyor, koşuyor, C sınıfındaki çocuklara bulaşmaktan çekinmiyor ve hatta onlara basketbolda bile meydan okuyordu.

“Civciv sen basketboldan ne anlarsın?”

Bankta yanıma oturdu. Nefes nefeseydi yine. Bu sefer üç kız birbirlerine çarpmadan atlamışlardı ipi.

Gülümsedi. “Diğer teneffüs olanları duydun demek…”

“Duymaz olur muyum? Bizim sınıftaki oğlanlar sana yardım edeceklerini söylediler. Onlar da C sınıfını sevmiyorlar, biliyorsun.”

Kahkaha attı. “Bizim oğlanlarmış… Halil şimdi gittiği o basketbol kursunu anlatır durur. Onların yardımına mı kaldım ben? Ya Arda, zaten ikiye iki maç yapacağız. Üçüncüye ihtiyaç yok.”

“Beni takımına mı alıyorsun?”

“Herhalde seni alıyorum akıllı, başka kimi alacağım?”

Şaşırmıştım. “Basketbol dedin, yanlış anlamadım değil mi?”

Gülümseyerek başını hayır anlamında salladı. Maç ne zaman olacaktı? Hazırlanabilir miydik ki?

“Güneş biz basketboldan ne anlarız?” diye sordum ona. Yanıma geldiğinden beri sahip olduğu güler yüzünü bozmadı. Ayağa kalktı.

Ellerini iki yana açarak “Hiçbir şey!” dedi ve kızların ip atladığı yere geri döndü.

Aklına koyduğunu yapardı da… Asla ezdirmezdi kendini. Tören zamanları sınıftaki sıralar taşınacağı zaman öğretmen en güçlü beş erkeği seçeceğini söylerdi, Güneş de elini kaldırırdı. Bunu ilk yaptığında herkes ona gülmüştü ama sonraki törenlerde her seferinde sıraları taşıyan ekibe seçildiğini gördüklerinde sonunda alışmışlardı.

Bakın, benim de anılarım vardı!

X

Normalde veli toplantıları haftasonu yapılırdı. Öğrenciler katılmazdı, benim de sadece babam giderdi ama Güneş’le anlaşmıştık ve ikimiz de o haftasonu okula gidecektik. Okul boşken nasıl gözüküyordu merak ediyorduk.

Babam sabah toplantı için kafeden çıkarken garson Mustafa Abime selam verdi. Bu selam; biz yokken kafenin selam verilen kişiye emanet olduğu anlamına geliyordu.Üstüne en şık siyah pantolonunu ve yeşil gömleğini giymişti. Gömlek sanki gözleriyle aynı renkte olsun diye özenle seçmişti.

Okula vardığımızda heyecanla arabadan indim. Adımı duydum. Başımı giriş kapısının olduğunu yöne çevirdim. Babasıyla annesinin yanında duran Civciv’i gördüm. Elbise giymişti, yakışmıştı ama bir sorun vardı. Hızlı adımlarla yanına gittim.

“Ya hafta sonları okul boşken laboratuvarın olduğu bodrum kattan canavarlar çıkıyorsa ve bizi yakalamak isterlerken koşmak zorunda kalırsak?”

Bunu sessiz bir şekilde söylediğimi sanıyordum ama Güneş annesi ve babasıyla birlikte kahkaha atmaya başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp başımı öne eğdim. Öne eğmemle birlikte burnumdan birkaç santim aşağıya kayan gözlüğümü işaret parmağımla yerine ittim.

“Nasılsın Ardacığım? Bu hafta basketbol maçı yaptığınızı duydum. Dizin nasıl?”

Güneş hâlâ gülmeye devam ederken başımı kaldırıp annesine baktım. “İyiyim Hale Teyze. Dizim aslında hâlâ acıyor ama iki gün önceki kadar değil. Babam sabah yine kafede buz koydu.”

Güneş’in kahkahası devam ederken gözlerimi annesinden çekip ona baktım. Aslında söylediğim şeyin ne kadar komik olduğunu ben de o anda fark etmiştim ama gülmemek için kendimi zor tutup ona çok ciddi bir şekilde baktım.

“Hahahahaha! Arda ya sen çok komiksin!”

Hâlâ gülmediğimi anladığında bir anda yüzünü düşürdü. Ciddi bir ses tonuyla “Özür dilerim, evet, haklısın. Elbise giyiyor olmam biraz sıkıntı yaratabilir,” dedi.

Birbirimize sadece dört saniye daha ciddi bakabildik ve sonunda dayanamayıp bu sefer birlikte gülmeye başladık.

Babam “Naber Hale?” diyerek Güneş’in annesini yanaklarından öptü. Güneş’in babası kollarını iki yana açtı. “Nerelerdesin be Semih?” Sarıldıklarında babam onlara kafedeki işlerin yoğun olduğundan, bir yılda tahmin ettiğinden çok daha fazla iş yaptığımızdan bahsetti.

“Ne diyorsun? Eee çok güzel bir yatırım oldu o zaman. İnancımız tamdı, tebrik ederim dostum,” dedi Vedat Amca.

Babam ona gülümsedikten sonra Güneş’e döndü. “Sen de öyle arada sırada gelip pasta yiyorsun kabul etmiyorum ama… Her gün okul çıkışı kafeye gel Arda’yla. Muhteşem hamburger yapan bir aşçı buldum. Parmaklarını yiyeceksin.”

Hale Teyze “Kıskandık ama…” derken Güneş beni kolumdan dürttü. “Gerçekten artık hamburger de mi var?” diye sordu.

“Tabii var, babamı ne sandın?” dedim gururla.

Babam gülümsedi ve Vedat Amca’ya döndü. “Ufaklığı nereye bıraktınız?”

“Halasında, eniştesiyle birlikte.”

“Serkan Bey pratik yapıyor desenize…”

Hale Teyze konuya girdi. “Ebru’nun karnı burnunda. Bebek sekiz buçuk aylık oldu ama hâlâ isim bulamadılar.”

Yavaş yavaş okulun içine doğru ilerlerken babam “Şöyle yiğit ve mert bir isim olmalı. Serkan Bey komiser adam sonuçta,” diyerek yorum yaptı. Onlar sohbetlerine devam ederek konferans salonuna girdiklerinde biz de Güneş’le merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştık.

Önce kendi sınıfımıza girdik. Şu an anlatırken çok saçma ve komik geliyor ama o gün gerçekten çok eğlenmiştik, her bir sıraya tek tek oturduk. Her sırada abartısız en az otuz saniye geçirdik. Amacımız neydi bilmiyordum ama müzik sınıfına gidene kadar o günün en güzel yanı bu olmuştu.

Müzik sınıfında enstrümanlara normalde öğretmenimizin izni olmadan dokunmamız yasaktı ama tüm öğretmenlerimiz o anda veli toplantısında sıkıcı konuşmalar yapmakla meşgullerdi.

Dolaptan önce çelik üçgeni aldım. Çubukla üçgenin içine her dokunduğumda çıkan tatlı ses hoşuma gitti ama yan flüt tam da karşımda duruyordu. Üçgeni ve çubuğunu dolaba aldığım şekilde geri koyduktan sonra yerdeki davula yaslanmış flüdü elime aldım. Tişörtümün ucuyla ağız kısmını silip flüdü dudaklarıma yaklaştırdım. Parmaklarımı rastgele bir şekilde gri tuşların üstünde gezdirdikten sonra davulun yanındaki darbukayı fark ettim. Öğretmenimizin gürültü çıkartmamızdan en çok nefret ettiği aletti.

Darbukanın ince derisinin üstüne birkaç kez vurduktan sonra duvara yaslı şekilde bırakılmış gitarlara yöneldim.

“Adı neydi?” diye sordu Güneş.

“Gitar,” dedim kendimden emin bir şekilde. “Bizim evde de var. Görmüştün.”

Başını yana eğerek duvara bakmaya devam etti. “Evet, sanırım haklısın.”

Üç gitardan bana en yakın olana uzandım. Bir elimle darbukayı yere bırakırken diğer elimle de gitarı havaya kaldırmaya çalışmıştım, ağır gelmişti. Bu sefer iki elle deneyip gitarı duvardan ayırdım ve kendime çektim.

Yere oturup bağdaş kurdum. Gitarı kucağıma indirmek istedim ama biraz büyük gelmişti. Güneş’in yardım isteyip istemediğimi sormasına gerek kalmamıştı. Gitarı dikkatlice tutup aşağıya, bana doğru indirmeye başlamıştı bile.

“Altında ezilmeyeceksin değil mi Arda?”

Güldüm. “O kadar da değil Civciv.”

Elbisesine aldırmadan yere oturup bacaklarını sağ tarafından arkaya doğru yerleştirirken “Nasıl tutulduğunu biliyor musun?” diye sordu. Emin değildim. Gitarı sapından tutup önce önce sağ tarafa yatırmayı denedim. Sağ elimle sapını kavradım, sol kolumu da gitarın üstünden ön tarafına atıp tırnaklarımı tellerde gezdirdim. Henüz sap değil klavye dendiğini bilmiyordum ama öğrenmeme çok yoktu.

“Yaptın!”

Hayır, bir şeyler ters gibiydi. Ses nedense kötüydü. Sanki bozuk bir gitarı çalmaya çalışıyor gibiydim.

“Emin değilim ama…” derken gitarı kucağımda diğer tarafa yatırdım. Bu sefer sol elim tellerin üst kısmında, sağ elimse büyük yuvarlağın olduğu yerdeydi. İşaret parmağımı yuvarlak boşluğun üstündeki tellerde yukarıdan aşağıya yavaşça indirmeye başladım. Parmağımın her değdiği tel sanki kendini tanıtıyormuşçasına adını söylüyordu.

“Efendim?”

Başımı kucağımdaki gitardan kaldırıp Güneş’e baktım. “Bir şey mi dedin?”

Yanakları şişecek şekilde gülümsedi. “Ben değil sen dedin. Az önce merhaba dedin.”

İşaret parmağımı tellerde birkaç kez yukarı aşağı hareket ettirdikten sonra diğer parmaklarımı da onunla birlikte oynatmaya başladım. Dört parmağım yuvarlağın üstünde dans ederken başımı sola çevirdim. Sol elimdeki parmaklarım henüz hiçbir tele dokunmuyorlardı. Acaba onların ne yapması gerekiyordu?

“Gitarla konuştuğumu düşünmüyorsun herhalde,” dedim sol işaret parmağımı üstten ikinci tele koyarken. Değişikliği duymak için sabırsızlanırken çıkan seste fazla bir değişiklik olmaması beni üzmüştü.

“Arda şu anda gitar çalıyorsun! İnanamıyorum!”

Belki de bir tek üstten ikinci tele dokunuyor olmam yetmemişti. Orta ve yüzük parmağımı da rastgele elime kolay gelen şekilde yerleştirdim. İşe yaramıştı. Ses artık farklıydı ve sanırım deliriyordum çünkü kendimi yeni bir şey icat etmiş gibi hissediyordum.

Güneş “Duydun mu? Nasıl yaptın?” diye sorduğunda tek heyecanlanan kişinin ben olmadığını anladım.

“Bilmiyorum. Sadece orta parmağımı en üste, yüzük parmağımı da en alta koydum.”

Gitarın diğer tarafında hareket ederek tellerin sohbet etmelerini sağlayan parmaklarıma baş parmağımın da katıldığını gördüm. Artık dört yoldaş telde yukarıdan aşağı inerlerken baş parmağımsa aşağıdan yukarıya çıkıyor ve daha sade bir sesi kulaklarıma getiriyordu. Çalarken baş parmağımı ne zaman kullanmaya başladığımı anımsayamıyordum.

“Şu an ciddi ciddi bir öğretmen gibi gitar çalıyorsun!”

Hâlâ yanlış olan bir şeyler vardı. Ne olduğunu çözmek için parmaklarımla bastırdığım noktaları aklımda tuttuktan sonra birkaç farklı yere basmayı daha denedim ama en sonunda yine ilk güzel ses çıkartan pozisyona döndüm.

“Neden yüzünü buruşturuyorsun? Çalıyorsun işte.”

Sorusuna cevap vermek için gözlerimi artık gitardan alıp ona baktığımda sol elim biraz bana doğru kaydı.

“Sanki bir şey… Bir dakika…”

Gitarın sapındaki çizgilerin, daha sonra öğreneceğim ismiyle perdelerin ilkini aşarak bana yaklaşmış parmaklarım bu sefer istediğim sesi bana çalmaya başlamışlardı. İçim bir anda huzurla doldu. Yani, huzur bu olmalıydı. Ben öyle düşünüyordum. Güneş, yüzünü hareket eden parmaklarıma yaklaştırarak gitarın içindeki boşluğa bakmaya başladı. Artık çıkan bu güzel sese alışmış olmalıydı ki az öncekinden daha normal bir şekilde “Bak böyle daha güzel oldu. Hep böyle çal,” dedi. Yeni sesi o da sevmişti.

Birkaç saniye daha aynı şekilde gitarı çaldıktan sonra durdum. “Sıkılmıyorsun değil mi?” diye sordum. Sanki benim yüzümden hala müzik odasındaymışız gibi hissediyordum. Güneş’i bekletmek istemiyordum.

“Arda az önce sana böyle çalmaya devam etmeni söyledim. Neden sıkılayım ki? Gitar ustası bir arkadaşım var!” dedi ve ayağa kalktıktan sonra duvara dayalı ikinci gitarı aldı. Kolayca oturduğum yere getirip bağdaş kurarken aynı anda kucağına da yerleştirdiğinde onu izliyordum. Benden kat be kat güçlü olması normal miydi?

Şaşırmamalıydım aslında, basketbolda da benden daha iyiydi. Hele görmekte… Herkes benden daha iyiydi. Bu yüzden bu aptal gözlükleri takıyordum.

“İyi gidiyor muyum?”

Elini hızlı şekilde tellerin üstünde hareket ettirirken, sesler boş müzik odasında yankılanıyor, ortaya büyük bir uğultu ve gürültü çıkıyordu ama Güneş eğleniyor gibi gözüküyordu. Bozmadım.

“Süpersin.”

Müziğime döndüğümde, az önce düşündüğüm şeyin sıkıntıdan çok, tekrar yüzünden olduğunu fark ettim. Sürekli aynı sesi çalmaktan şikâyetim yoktu ama sanki başka bir şeye geçersem daha güzel olacakmış gibi geliyordu.

“Güneş, Güneş bir dursana.”

Gitarı kucağından kaldırıp yana, yere yatırdı. “Oh be, sonunda! Adımı unuttuğunu ve sonsuza dek bana civciv diyeceğini sanmıştım.”

“İstersen oturup saatlerce geçen seneki hayvanat bahçesi gezisini konuşup gülebilirim yani. Seçim senin…” derken sözümü kesti. “Tamam. Civciv benim. Devam et.”

“Anlaştığımıza sevindim. Şimdi, sana sormak istediğim bir şey var. Az önce çaldığım sesi hatırlıyor musun?”

Başını evet anlamında salladı. “Notayı mı?”

“Evet, hayır… Emin değilim. Nota mı deniliyor?”

Akor olduğunu öğrenmeme de fazla zaman kalmamıştı.

“Bence evet.”

“Peki, şimdi bir şey deneyeceğim. Mesela bu şekilde az önce çaldığım gibi başlasam…” derken sol elimin parmakları ben daha bakmadan üç ayrı telde yerlerine geçmişlerdi. Sağ elimi üst üste iki kez aşağı yukarı hareket ettirdikten sonra durdum. “… sonra da gitarı elime ilk aldığımdaki gibi hiçbir şeye dokunmadan çalsam,” dedim ve sol elimi gitardan kaldırıp iki kez üst üste çaldım.

“Tekrar çal bakayım.”

Anlattığım şeyi bu sefer duraksamadan yaptıktan sonra tepkisini görmek için ona baktım. Devam etmemi istediğini parmağını havada çevirerek belirttiğinde keyifle gitarıma döndüm. Peş peşe devam eden düzen Güneş’in hoşuna gitmişti. Ayağa kalktı.

Her bir sonraki ses için sol elimi yeniden gitara getirdiğimde ellerini birbirine vurmaya başladı. Yabancı gelmeyen bu harekete babam “ritim tutmak” diyordu.

Parmaklarımı tellerin üstüne bakmadan yerleştirebildiğimi gördüğümde kendimle gurur duydum. Az önce baktığımda aklımda çok iyi tutmuş olmalıydım.

Gözlerimi kapattım. Nasılsa bakmadan da çalabiliyordum. Bu güven hissi benim için çok yeniydi. Sanki ilk defa yapabildiğim, gerçekten yapabildiğim bir şey bulmuştum. Neyle ya da kimle ilgilenmeye çalışsam sonunda beceremiyor, kırıyor, üzüyordum. Kucağımdaki gitara bunları istesem de yapamazdım. Becerip becerememek bana bağlıydı. Hayatımda ilk defa bir gitarı elime almıştım ve benim hoşuma gittiğinin yarısı kadar Güneş’in hoşuna gittiyse bu işi kıvırmış sayardım kendimi!

Bir tek kucağımda kocaman bir dünya oturuyormuş gibi hissediyordum, o kadar. Parmaklarım son dakikada istediğim yerlere yetişiyor, tırnaklarım kalından inceye giden telleri kıpırdatmaya yetmeyecekmiş gibi hissediyordum ama iyi tarafından bakacak olursam gitarı asla kıramazdım.

Hiçbir oyuncağa ya da oyuna benzemiyordu, onlar gibi hassas değildi. Benden büyük, taşımakta zorlandığım bir şeyi nasıl kırabilirdim? Kırmayı bırakın, üstüme düşse altında kalırdım.

En, en, en sevdiğim özelliği ise canlı olmamasıydı. Hayvanat bahçesi gezisinde kötü vakit geçiren tek öğrenci Güneş değildi. Nedense hiçbir hayvanla iyi anlaşamıyormuş gibi hissediyordum. Köpeklerden korkmuyordum ama yanlarından geçerken bana havlıyorlardı. Kedileri seviyordum ama okşamak istediğimde benden kaçıyorlardı. Babamın tüm ısrarlarımın sonucu eve aldığı balıksa üç yıl bizle kaldıktan sonra ölmüştü. O da beni sevmemişti işte. Onu da bilmeden, bir şekilde üzmüştüm.

Kulaklarıma incecik bir ses geldiğinde gözlerimi açtım. Güneş arkasına geçtiği büyük siyah kutunun tuşuna basmıştı. Gülümsüyordu. Heyecanla “Çok güzel değil mi?” diyerek biraz önce ellerini birbirine vurarak yaptığı ritim tutma işini, yeni keşfettiği tuşlarla yapmaya devam edeceğini gösterdi. Çıkan ince ses çok hoşuna gitmişti.

Her bastığında çıkan ses onu güldürüyordu, adeta kıkırdıyordu. O kadar komik gözüküyordu ki gülmeden edemedim. Çok eğleniyordum.

Birkaç kez aynı tuşa basarak aynı sesi çıkarttıktan sonra diğer tuşları keşfetmeye başladı. Aynı aralıklarla devam ettirdiğim tempoyu bozmadan her seferinde farklı bir tuşa basıyor ve müziğimize yeni bir ses katıyordu.

Rastgele üstlerine dokunarak keşfettiği tuşların içinden neredeyse hepsinin söyleyeceği şeyi dinledikten sonra iki tanesi arasında kaldı. Seçtiği bu iki ses, dakikalarca denediği tüm seslerden, benim gitarımdan çıkanlara en güzel uyanlardı. Hatta tek uyanlardı diyebilirim. O kadar tuşun arasından bu iki notayı nasıl bulabilmişti?

Yukarı aşağı giden elimi hızlandırdım. Her şey daha eğlenceli gelmeye başlamıştı. Sanki içinde bulunduğumuz müzik odası etrafımızda dönüyordu. Hızlandığımı fark eden Güneş’in notalara benim gitarı çalış hızımla basıyor olması müziği güçlendiriyor, daha keyifli hale getiriyordu.

“Hey!”

Aynı anda ikimiz de çalmayı bırakıp kapıya baktık. Murathan Öğretmenimiz de diğer tüm öğretmenler gibi bugün okuldaydı tabii. Müzik dersi de sonuçta programda olan bir dersti ve velilerle mutlaka görüşmesi gerekiyordu. Özellikle de bizi müzik odasında asla kurcalamamıza izin vermediği aletleri çalarken gördükten sonra…

Güneş benim önümde otururken çalıp ardından yere bıraktığı gitara doğru ilerledi. Onu yerden kaldırırken açıklama yapmaya çalıştı.

“Öğretmenim siz toplantıdayken… Biz sessizce…”

Güneş çoktan gitarını aldığı gibi yerine bırakmış, Murathan Öğretmen’in karşısına geçmişti. Bense hâlâ yerimden kalkmamıştım. Gitarı bırakmak istemiyordum.

“Sessizce mi? Çocuklar, okulda toplantı yapıldığının farkındasınız değil mi? Bu arada Arda, sol majör akorunu iyi kavramışsın, elin alışınca alttan ikinci teli de kullanarak doğru versiyonuna geçersin. Nerede kursa başladın?”

Eliyle gitarı işaret ettiğinde parmaklarıma baktım. “Major mü?”

“Evet, o gitar sana çok büyük ama yine de parmaklarını doğru yerleştirmişsin,” diye yanıtladıktan sonra saatine baktı. Takım elbisesi, normalde okula gelirken giydiği gömlek ve pantolonundan çok daha şık duruyordu. “Benim gitmem gerekiyor. Bir dahakine kaçak bir şekilde müzik sınıfına girecekseniz en azından kapıyı kapatmayı unutmayın, olur mu?”

Bize göz kırptıktan sonra kapımızı kapatan Murathan Öğretmen’in arkasından bakakaldım.

Güneş “Oh, ucuz atlattık,” dedikten sonra darbukayı da bıraktığım yerden aslında durması gereken yere taşıdı.

“Duydun mu? Akor dedi.”

Güneş başını salladı. Ne olduğunu o da anlamamıştı ama en azından öğretmenimizin gerçekten de bir kursa gittiğimi düşündüğünü duymuştu.

“Sence de garip değil mi?” diye sorduğumda yeniden piyanoya ilerledi. “Parmaklarını öylesine koyduğun yerlerin sol masöj çıkması mı?”

“Sol majör dedi.”

“Evet, bence hiçbir şey o kelimeyi söylemekten daha garip değil ama yine de ilginç. Belki de evdeki gitarla oynarken öğrenmişsindir,” dedi ve iki eliyle üst üste dört kez tuşlara basarak korku filmi müziği yarattı. Bunu yaparken aynı zamanda “DI DI DI DINN!” demesine gerek yoktu ama yine de yapıyordu.

“Bu imkânsız. Evdeki gitara daha önce hiç dokunmadım.”

“Dokunsan iyi edersin.”

Neden böyle söylemişti ki? “O, dedemden kalan bir hatıra. Babam izin vermez.”

“DI DI DI DINN! Semih Amcam çok iyi kalpli biri. Bence ne istesen sana alır ya da dedesinden kalan gitarı sana verir.”

“Benim dedem onun babası oluyor.”

“Özür dilerim, hâlâ masöjü düşünüyordum.”

“Majör!”

Güldü ve yeniden yanıma geldi. “Laboratuvarın olduğu kata inecek miyiz? Haftasonları oraya uzaylıların geldiğini duydum. Bence yalan söylüyorlar ama yine de bakabiliriz.”

Kollarımı önünde dahi kavuşturamadığım gitara sarılarak “Sanırım ben biraz daha burada kalacağım,” dedim. Benim nasıl çaldığıma, tuttuğuma göre her seferinde yeni bir şeyler sunan bu aletle tanışmak istiyordum.

Onu çok sevmiştim.

Güneş, müzik sınıfından dışarı çıkmayacağımı duyduğunda karşıma, yere oturdu. Bu sefer elinde gitar yoktu ve bana bakıyordu.

“Hadi çal o zaman.”

Çalmak için ellerimi eskisi gibi yerleştirdikten sonra durdum ve ona “İstiyorsan gidebilirsin. Benimle burada kalmak zorunda değilsin,” dedim.

“Hayır, hayır. Gerçekten çok güzel geliyor. Sanki annemin yemek yaparken radyodan dinlediği şarkılar gibi ama onlardan daha canlı. Bilmiyorum, ilginç yani… Ayrıca tek başıma uzaylılarla yüzleşmek istemiyorum.”

“Şimdi anlaşıldı Civciv!”

“Şaka yapıyorum, gerçekten seni dinlemek istiyorum ama önce bana bir söz vermelisin.”

Benden nasıl bir söz istediği konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.

“Bir gitar kursuna başlayacağına dair bana söz ver.”

Daha ilkokuldayken bile insanları nelerin mutlu edebileceğini, nelerin üzebileyeceğini anlayabilen bir kızdı. O anda benden istediği şey onun için belki de hiç önemli değildi. Çünkü düşünsenize, benim gitar çalacak olmamın, öğrenecek olmamın ona nasıl bir faydası dokunacaktı ki?

Bireysel yarar sağlayan bir eylemin, onu yapan kişiyi mutlu edeceğine dair o özel his, ona daha küçüklüğünden bahşedilmişti işte. Çocuk gibi göründüğüne, giyindiğine, konuştuğuna, davrandığına bakmayın. Güneş her zaman yaşından olgun biri olmuştu. Aynı yaşta olmamıza rağmen bana hep ablalık yapmıştı. Güçlü bir kızdı ama hiçbir zaman bunu kendi çıkarları için kullanmazdı.

Benim onun kişiliğine olan hayranlığım daha o yaştayken başlamıştı. Şefkatli kalbi, bir annem olmadığı için bana şefkati öğretiyor, ona normal bir arkadaştan daha derin, bir babanın bir anneyi sevdiğinden daha farklı bağlanmama sebep oluyordu.

“Söz veriyorum.”

Biz Güneş’le birbirimize neyin sözünü verdiysek hep tuttuk. Dost, sırdaş, aile… İhtiyacımız olan her şey olduk birbirimize ama o bana verdirdiği sözle tüm bunların bir fazlasını verdi:

Müziğim oldu.

Bana cesaret verdi. O gün orada öylece kalabilirdi. Müzik öğretmenim bana okulda en fazla ne kadar enstrüman eğitimi verebilirdi ki?

Eğer Güneş bana o gün müzik sınıfındaki eğlenceli kaçamağımızda o sözü verdirtmeseydi belki de ben bugün olduğum insan olamayacaktım. Kendimi müziksiz düşünemiyorum. Gitarsız, notasız…

Neye yarardım ki ben? Kendi savunmasızlığımı ve özgüven eksikliğimi gizlemek için sığındığım espriler arkadaş edinmeme ancak yetiyorlardı. Ergenliğe geç girmiş olmam her ne kadar babamın da önceden bana dediği gibi herkesten çok daha uzun, yapılı olabileceğimi sonradan bana kanıtlamış olsa da ortaokul veya lisedeyken sporda hep arka planda kalırdım. Hiç seçilmeyen, hep sona kalan tiplerden hani…

En azından “Arda, kusura bakma sonuçta takım, oyun bu… Saha dışında aynıyız yani,” diyorlardı yüzüme karşı. Acaba onları güldürecek başka biri olmadığından mı beni yanlarında tutuyorlardı?

Açıkçası ben bunlardan dolayı Güneş’in dışında kimseye güvenedim. Daha kendime güvenemezken benliğimin dışında başka hiçbir varlığın samimiyetine inanmamı bekleyemezdiniz zaten. Kendi maskemi takarken başkalarının da aynı koleksiyona sahip olup olmadığının hesabını yapıyordum. Bu benim sosyal ilişkilerimdeki performansımı düşürüyor, bazen diksiyonumu bozuyor ve nadiren de olsa depresyona sokuyordu. Her ne kadar çok fazla arkadaş edinme, ortamlara girme meraklısı olmasam da herkes hayatının bir döneminde mutlaka birileri tarafından istenilmek ister.

İstenilmek çok güzeldi. Öyle bir yer düşünün ki sizsiz tadının çıkmayacağı, yokluğunuzun hiçbir zaman varlığınızdaki kadar güzel gelmeyeceği bir yer… Sizi görmek, sizinle konuşmak isteyen insanların olduğunu, hatta sizi sevdiklerini varsayın bir de. Bunu kim istemez ki?

Ben hiçbir zaman kimsesiz olmadım ama yalnızlık hep benleydi. Benimle doğdu, benimle büyüdü ama iyi ki benimle ölmedi. Ben ölürken müziğim ve daha önemlisi bana müziğimi veren Güneş yanımdaydı.

Güneş çoğu şeyin farkındaydı. Bir kere onu ne kadar sevdiğimi biliyor, o da beni en az o kadar seviyordu. Biz hiçbir zaman birbirimizin arkadaşı olmadık. Arkadaşlar aynı çevrede, okulda, şehirde, ülkede, gezegende bulunduğunuz sürece sizinleydiler. Dostlarsa daima seni tek bir gözyaşında bulur yanına gelirlerdi. Biz arkadaş değil dosttuk, hep öyleydik. Onun farkında olmadığı şeyse benim onun dışında başka kimseye güvenemiyor olmamdı. Bunun Güneş’in iyimserliğiyle alakası yoktu. Kötümser biri değildim ama önyargılarım çoktu. Biriyle tanıştığım zaman ilk olarak ne zaman gider diye düşünüyordum. Normal olmadığımı kabul ediyordum ama iç çatışmam da bir türlü sona ermiyordu. Bunun Güneş’e özel bir durum olduğunu sanmıyordum. Duruma şöyle bakmaya karar vermiştim; en yakınınız sizden uzaklaşsa, başka biriyle daha yakın olsa bu, sizi unutacağı anlamına mı gelirdi?

Cevabım evetti çünkü tecrübelerim bu yöndeydi. Güneş’in asla böyle bir şey yapmayacağını önceden bilmem gerekirdi ama bir kez benden gitmesinin korkusunu hissettikten sonra kendimi tutamamıştım.

Çünkü hiçbir kitapta unutulmaz bir karakter olamayacağım belliydi. Hiçbir romanın son cümlesinde adımın geçmeyeceğini daha en baştan kabul etmiştim. Yitip gittikten sonra hayatta kalanlar için bir kimse olamayacağımı bilsem de en azından Güneş’in unutulmazı olmak istedim. Hayatımda en büyük yere sahip olan kişinin kalbinde ben de bir yere sahip olmalıydım. Verdiğimiz sözlerin yalan olmaması için belki de asıl bu yüzden gözümü kırpmadan düştüm, saniyeler sonra kanla boyanacak pis, beton zemine ve sonunda başardım. Yalnız ölmedim.

Yalnız ölmek kadar kötü bir şey yok şu hayatta. Neden mi?

Çünkü yalnız ölen birisini tanıyorum.

Bana ne kadar mı yakındı?

Hislerimde, tüm hücrelerimde ve kanımda hâlâ onun yarısını taşıyordum.


Instagram: alyaoztanyel

error: Bu içerik koruma altındadır.