Karanlık Lise 3 – Bölüm 13


༯ 13 ༯

ARDA

Yorgunlukla kendimi yatak odasındaki yatağa bıraktığımda Güneş hâlâ ayaktaydı.

“Yok Arda. Çekmeceler, dolaplar… Mahvettik ortalığı. Ne aradığımızı bilseydik işimiz daha kolay olabilirdi.”

Elindeki kafeyle ilgili saklanması gereken bir belgeyi, dağınık odada nereye koyacağını şaşıran Güneş’e baktığımda yaklaşık bir buçuk saat önce topladığı saçlarının dağıldığını fark ettim.

Yatakta doğruldum. “Özür dilerim.”

Yatağa ulaşmak için geçmek zorunda olduğu yere fırlatılmış kazakların ve pantolonların üstünden atlayarak yatağa zıpladığında yorgunluktan ölüyordu. Yüzüstü şekilde yatarken söylediği kelimeler yorganın içinde boğuklaşıyor, ayakta duran bana ancak ulaşıyordu.

“Özür dilemen gerekmiyor.”

“Nasıl gerekmiyor? Cuma gününü daha güzel şekilde geçirebilirdin.”

“Daha güzel şekilde mi? Ne yapacaktım, o kızlarla alışveriş merkezine gidip torbalarımı güvenliğe mi taşıtacaktım?”

“Biraz daha öyle durursan nefes almayı unutacaksın.”

Oflayarak yavaşça yana döndüğünde bana baktı. “Özür dileme. Semih Amca’yı ben de uzun zamandır tanıyorum ve bugün kafedeyken bir şeyler sakladığı ortadaydı. Asıl ben özür dilerim, yeterince yardımcı olamadım.”

Ayağa kalktım. Ortalığı toplamaya başladım. Boşuna uğraşıyorduk. Her yeri dağıtmıştık ve elimize hiçbir şey geçmemişti.

“Ne bulacağımızı sanıyorduk ki? Birinin bana gitar çalmayı öğretirkenki fotoğrafını mı? Ya da…”

“Annenle ilgili bir şey olmasın?”

Güneş’in sözümü keserek söylediği, bir anda mantıklı gelmişti ama hâlâ bir eksik vardı sanki.

“Annem çok uzun zamandır yok.”

O da uzandığı yerden kalktı ve yere oturarak kazakları katlamaya başladı. “Uzun zamandır olmadığını biliyorum ama hayatının bir döneminde mutlaka vardı. Sonuçta seni o doğurdu, öyle değil mi?”

Başımı yana eğip ona gözlerimi kısarak baktığımda “Hey, yemin ederim dalga falan geçmiyorum,” dedi.

“Babam annem hakkında hiç konuşmaz. Hiçbir zaman konuşmadı.”

“Evet! İşte tam da bu yüzden onunla ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum.”

“Yanılıyorsun.”

“Nereden biliyorsun?”

“Çünkü…”

“Çünkü ne?”

Bir cevap vermek için ağzımı açtığımda neyime güvenmiştim? Annemle ilgili hangi anıma ya da hafızama güvenerek cevap vermeye çalışmıştım bilmiyordum. Sustum. Sustum çünkü söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Güneş de üstüme gelmedi zaten. Sessizce kazakları katlamayı bitirdikten sonra çekmecelere geri yerleştirmeye başladı. Ben de pantolonları dolaptaki askılara asıyor, odayı eski haline geri çevirmeye çalışıyordum. Yatağın çarşafını da düzleştirdikten sonra komidinin üstündeki dağınıklığı da hallettim. En son da sırtımı odanın köşesine verip her şeyin eski yerinde olduğundan emin oldum.

Güneş telefonuna bakarak saatin altı buçuk olduğunu söylediğinde çoktan ayaklanmıştı. “Eğer istiyorsan anneme burada olacağımı söyleyebilirim. Hemen gitmem gerekmiyor.”

“Hayır, zaten yapılacak bir şey kalmadı. Salonda hiçbir şey yoktu, benim odamda zaten saklayamaz…”

“Banyo ya da mutfak?..”

“Eh sen de iyice abarttın Civciv. Benim sık sık girdiğim odalarda bir şey saklayamaz işte. Bulma ihtimalim hep olur çünkü.”

Telefonunu pantolonunun arka cebine koydu. “Haklısın.”

Saçlarını açtı ve odadan çıktı. Sırt çantasını portmantodan almadan önce montunu giydi. Gri çantasını sırtına takarken onu durdurdum ve elinden çantasını aldım. “Yine çantan sırtındayken ayakkabılarını giymeye çalışacaksın ve sonra bir dahakine önceliği ayakkabılarına vermeye yemin edeceksin,” dedim.

“Biliyor musun, tam da aynısını düşünüyordum,” dedi ve gülerek ayakkabılarını giydi.

Çantayı ona uzattım.

“Tuttuğun için teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun.”

Güneş gittikten sonra salona geçtim. İkili yeşil koltuğa oturdum. Gün boyu yaşadığım endişe anlarını düşündüm. Önce okuldayken iş görüşmesine gideceğim için heyecanlanlıydım. Ardından iş görüşmesindeyken ayrı bir telaş faslı geçirmiştim. Görüşmenin sonlarına doğru Şevket Bey’in sorduğu sorular cevabını bilmediğimi fark edince kendimi kötü hissetmeye başlamıştım. Hissettiğim o kötü his, kafeye kadar beni takip etmiş ve neredeyse kusmama neden olmuştu.

Sonunda kafede babamın açık ve net yardımını beklerken karşılaştığım uydurma yanıt, beni sadece şaşırtmıştı. Hafızamla ilgili en ufak bir yanlışta ya da boşlukta çıldırdığımı bilmesine rağmen belirsiz yanıt vermesi Güneş’i de en az benim kadar şüphelendirmişti. Normalde herhangi bir konuda bunu bana asla yapmazdı. Neden en basitinden bir soruya doğrudan cevap vermek yerine gitar çalmayı gittiğim kursta öğrendiğimi bana yutturmaya çalıştırmıştı?

Yıllardır televizyonun hemen yanında duran, dedemden hatıra olan gitara baktım. Koyu kahverengiydi. Rengi bazı yerlerde solmuştu. Telleri eskiydi ama hâlâ iş görüyordu. Birkaç kez denemişliğim vardı ama bizim için anısı olduğunu bildiğimden zaten eski olan gitarı daha da eskitmemeye çalışmıştım. Neredeyse hiç dokunmamıştım. Onu çalıyor olmam büyük ihtimalle babamın da hoşuna gitmezdi zaten.

Güneş’in gitmeden önce söylediğine göre saat altı buçuk civarlarındaydı. Babamın kesin bir eve geliş saati asla olmamıştı ama hafta içleri genelde sekiz gibi gelirdi. Madem istediğim cevapları ondan alamıyordum, o zaman o gelene kadar kendi yöntemlerimi denerdim.

Koltuktan kalkıp televizyona yaklaştım. Televizyon sehpasına ve duvara yaslı olan gitarı durduğu yerden alarak odanın dekorasyonunu bozdum. Alt tarafı gitarı yerinden almıştım ama odaya içinden üç ayrı mobilya çıkmış gibi bir hava hâkim olmuştu. Gitarın salonu bu kadar doldurduğunu hiç fark etmemiştim.

Yeşil koltuğa geri döndüm. Tozlu gitarı bir kez kendi etrafında döndürdüm. Markası haricinde üstüne elle bırakılmış herhangi bir iz ya da yazı yoktu. Gövdesindeki girintili yeri sağ dizimle doldurduktan sonra sol elimin parmaklarını klavyenin perde aralıklarındaki toza aldırmadan yerleştirdim. Bir akoru çalmayı denedikten sonra hemen bıraktım. Akordu o kadar bozulmuştu ki iyi bir ayara ihtiyacı vardı. Yine de yapmadım. Teller fazla eskiydi ve germeye çalışırsam büyük ihtimalle koparlardı.

Sol elimi klavyenin arka tarafına geçirdim ve sapı kavradım. Gitara dokunarak parmaklarımı sağa doğru kaydırdım. Gözlerim yeniden tellerle buluştuğunda gitarla tanıştığım ilk günü aklıma getirdim. Müzik sınıfındayken tellerin bana tek tek kendilerini tanıtlamalarını dinlemiştim.

Kalın mi telini nazikçe bir kez aşağı doğru çektikten sonra çıkan bozuk sese kulak kabarttım. Ardından aynı şeyi diğer beş tele de yaptım. Hepsini, güçlerini kaybetmiş olmalarına rağmen hoş karşıladım. Anlatmak istediklerini dinlemeye çalıştım ama bozuk fısıltılarının Atlantis’ten farkı yoktu. Denizin dibine, kumların altına gömülmüş notaların bana; yani yeryüzündeki bir gökdelenin tepesine seslenmesi gibiydi elimdeki gitarı çalmak.

Gitarı kucağımda yatırıp yukarı kaldırdım. Ses deliğini, boşluğun içini incelerken sıkıştırılmış gizli bir not bulacağımı falan mı sanıyordum bilmiyordum. Ümitlerim boşa çıkmıştı, içinde hiçbir şey yoktu. Başımı ses deliğinden uzaklaştırırken bir şey fark ettim. Tellerin deliğin üstünde kalan kısımları çiziklerle doluydu. Pena izleri vardı. Tellerin ne kadar eski olduğunu ve hiç değiştirmediğimizi hesaba kattığımda, gitarın asıl sahibinin her kimse gitarı penayla çaldığını fark ettim. Eğer tellere yakından bakmasaydım bunu asla fark edemeyecektim

Gitarı kucağımdan kaldırıp ayağa kalktım. Televizyonun yanındaki yerine koydum.

Evde daha önce benim penalarımın haricinde herhangi bir pena görüp görmediğimi hatırlamaya çalışırken olduğum yerde kalakaldım.

Bunu daha önce neden düşünememiştim?

Ben gerçekten de aptalın tekiydim. Katıksız, beceriksiz ve aptaldım. Nasıl gözümden kaçırmıştım?

Kapının çalışıyla irkildim. Babam erken gelmişti. Yavaş adımlarla kapıya ilerledim. Az önce hatırladığım şeyi belli etmeden “Erkencisin,” diyerek kapıyı açtım. Elinde bir pastane poşeti vardı.

“İş görüşmenin iyi geçmiş olmasını kutlarız diye düşündüm.”

Şimdi de bugün ona sorduğum soruyu kurcalamamam için rüşvet teklif ediyordu, öyle mi? Her ne yaparsa yapsın, ne derse desin bir an önce evden çıkmam gerekiyordu. Kafeye gitmem ve geçen sene babamın yokluğunda kasanın başında dururken masada bulduğum penayı görmem gerekiyordu. Tabii bunu ona belli etmeden, onun haberi olmadan yapmak zorundaydım. Kim olsa, sakladığı şeylerin açığa çıkacağı tehditiyle karşılaşınca saldırganlaşır ve ortaya çıkmasının önüne engeller koymaya çalışırdı.

O eve girerken ben de elindeki poşeti aldım. “İyi düşünmüşsün.”

Normalde hiçbir konuda ısrarcı olmazdım. Diretmek ya da haklı olduğum bir şeyi savunmak konusunda hep pasif kalırdım. Normalde bu görevi benim yerime Güneş üstlenirdi zaten. Bu nedenle babamın eve girdiği saniyeden itibaren evde gösterdiğim her bir davranışın normal ve sakin Arda olmasına dikkat ettim. Pastayı yedikten sonra salona televizyon izlemeye geçtiğimizde babam ekrandaki haberleri izliyor, bense hemen yanında duran gitara bakıyordum.

O uyuyana kadar beklemek zorunda olmak beni çileden çıkartıyordu ama yine de planladığım gibi sakin kalmaya çalıştım. Ödev yapmak için odama girdiğimde saat dokuzdu. İki ihtimal vardı; birincisi babamın izlediği diziyi sonuna kadar takip edip ancak o bittikten sonra uyumasıydı. İkincisi ise dizisini izlerken uyuyakalmasıydı. Bu, genelde yorgun olduğu günler için geçerliydi ki bugün cumaydı ve işten erken çıkmış olması bu ikinci olasılığı daha ön plana çıkartıyordu.

Şansıma güvenip uyuyakalacağına inanırken odamda saati kovalamaya başladım. Ödeve konsantre olacak kafada değildim. Rahatlamak için gitar da çalamazdım çünkü zaten babamın uyumasını istiyordum, evde fazladan ses yaratmak aleyhime olurdu.

Bilgisayarıma düşen bildirim sesiyle klavyedeki herhangi bir tuşa basarak bilgisayarın uyku modundan çıkmasını sağladım. Güneş beni görüntülü arıyordu.

Odamın kapısını kapattıktan sonra masama geri oturdum. Bilgisayarımın hemen yanında duran kulaklığımı alıp bilgisayara taktım. Konuşmayı başlattığımda kulaklıkları daha yeni kulaklarıma yerleştirmiştim.

“Benden sonra bir şey buldun mu?”

Elimden geldiğince sessiz konuşmaya çalıştım. “Sayılır, babamın uyumasını bekliyorum. Sonra kafeye gideceğim.”

“Yalnız bu çok mantıklı! Kafeyi de aramayı düşünmeliydik! Sonuçta baban evden çok orada vakit geçiriyor.”

Güneş’in bağırarak konuştuğunu gördüğümde kulaklık takmayı akıl ettiğim için kendime teşekkür ettim. Sesi babamı yüzde yüz ayağa kaldırırdı.

“Kafeyi evi aradığımız gibi aramama gerek yok, orada bir şey olduğunu zaten biliyorum.”

Söylediğimi duyduğunda gözleri büyüyen Güneş, oturduğu sandalyeye çıkartmış olduğu bacaklarını indirdi ve ekrana yaklaştı. “Şaka yapıyorsun…”

“Hayır. Eminim. Dedemin gitarının penasını kafede gördüğümden eminim,” dedim. Üstünden belki de bir buçuk yıl geçmiş olsa da gitarın üstünde yazan markaya ait penayı kasanın olduğu masada, bir yerlerde görmüştüm. Nereden geldiğini sorgulayamadan iş yoğunluğuyla kaynayıp gitmişti.

“Bir anda bunu nasıl hatırladın? Hafızanla ilgili kendini zaman zaman kötü hissettiğini biliyorum ama aslında hiç de küçümsenmeyecek derecede kuvvetli bir hafızaya sahipsin. Ayrıca görsel zekândan ve müzik zekândan bahsetmiyorum bile…”

“Güneş, artık beni iyi hissettirmeye çalışmana gerek yok. İyiyim ben, öğleden sonraki gibi değilim. Hem ipucu yakaladım…”

“Tamam, tamam. Ben de bugün senin egonu üçe dörde katladım zaten. Susuyorum.”

“Susmak demişken, benim gerçekten de sessiz durmam lazım. Babam uyuduktan sonra nasıl televizyonu kapatıp ses çıkartmadan kapıdan çıkacağımı hiç bilmiyorum,” dedim.

“Televizyonu kapatmak mı? Arda sen daha önce hiç mi biri uyurken evde dolaşmadın? Babam televizyonun sesiyle uykuya dalınca eğer uykusu o kadar da derin değilse, alıştığı ses aniden kesildiğinde bir anda uyanıyor. Sakın televizyonu kapatma, hem kapıdan çıkarken kapının çıkartacağı sesi de böylece dert etmezsin.”

Ben bunu kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

“Güneş lütfen, neden o lisenin sana yüzde yüz burs verdiğini hatırlatma, biliyorum zaten,” dediğimde kahkaha atmaya başladı.

“İşte bildiğim Arda geri döndü!”

Güneş’le konuşurken bir yandan da televizyonun sesine odaklanıyor, kanalın değişip değişmediğini kontrol etmeye çalışıyordum. O sırada Güneş’in küçük kardeşi Atakan görüntüye girdi. Ablasının ne yaptığını anlamayarak meraklı gözlerle ekrana bakıyor, ablasının ona açıklamasını bekliyordu.

Güneş “Bak… Kiminle konuşuyorum?” diyerek Atakan’ı kucağına aldı. Kucağına oturttuğunda Atakan beni hemen tanıdı. “Arda!” dedi. Elindeki gri oyuncak arabasını sanki bana vermek istermişçesine Güneş’in bilgisayarının ekranına yaklaştırıyor, gerçekten de orada olduğumu sanıyordu.

Güneş “Oraya değil, buraya vereceksin,” diyerek Atakan’ın kolunu ekrandan kameraya doğru çektiğinde gülümsedim. “Haftasonu geleceğim, oynarız seninle.”

Atakan oyuncak arabasını kameranın üstüne vurmaya başladığında Güneş “Aaa… Sanırım kamerayı kıracak,” dedi. Atakan sadece gülüyor ve arabayı kameraya vurmaya devam ediyordu.

“Haberleşiriz sonra.”

Güneş, kardeşini yanağından kocaman öperek kucağından indirdi. Atakan’ın çıkarttığı seslerin eşliğinde “Gelmemi istemediğinden emin misin?” diye sordu.

“Saatin kaç olduğundan haberin var, değil mi? Hale Teyzemden önce Vedat Amcam beni keser zaten.”

“Hiç de bile… Hatta annem geçen gün ne dedi biliyor musun? ‘Artık zamanla arkadaşlarının doğum günü partileri geç saatlerde olmaya başlayacak. Konserlere gitmek isteyeceksiniz, festivallere katılacaksınız. Bir iki sene sonra bunlara başladığında sana ilk soracağım sorunun ne olduğunu biliyor musun?’ dedi.”

“Eee ilk ne soracakmış?”

“Arda geliyor mu?’ diye soracakmış.”

Gülmeye başladığımda kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. “Hale Teyzemi seviyorum.”

“Bir de sanki bir iki sene sonra yapacağı bir şeymiş gibi anlatıyor…”

“Evet şu anda da zaten yapıyor sağolsun,” dedim ve saate baktım.

“Sanırım gitme vaktin.”

“Babamı kontrol edeceğim, ona göre de çıkacağım. Bana şans dile.”

“Mesaj at!”

“Peki Civciv, iyi geceler.”

“İyi görevler ajan!”

Bilgisayarımın ekranını aşağı indirdiğim gibi odamın kapısına yöneldim. Kapıyı yavaşça açıp odamdan çıktım ve holü geçip salona ulaştım. Stresten holde yürürken babamdan çıkan horlama seslerini duymamış olmalıydım. Onu uyurken gördüğümde büyük bir rahatlama hissettim. Hızla odama geri dönüp yaklaşık bir saat önce ceplerine fener, anahtar, cüzdan ve telefonumu koyarak hazırladığım montumu yatağımın üstünden aldım ve aceleyle giydim. Babamın uyanıp salondan doğruca odasına geçme ihtimaline karşılık yastıklarımı yorganın içindeymişim gibi yerleştirdim. Babam geçerken bakıp çoktan uyuduğumu düşünsün diye odamın ışığını kapattıktan sonra kapımı aralık bıraktım.

Evin kapısına ulaşıp kolunu indirdiğimde elimde ayakkabılarım, aklımda bir ton düşünce vardı. Gözlerimle salonu kontrol ediyor, yavaşça arkamdan kapıyı kapatıyordum.

Sokak kapısını kapatır kapatmaz derin bir nefes alıp verdim. Ayakkabılarımı yavaşça yere bıraktım ve hızlıca giydim. Sırayla her iki ayağımı da birkaç merdiven yukarı koyduktan sonra bağcıklarımı bağladım ve aşağı indim.

Açtığımız günden beri anahtarlığımda taşıdığım kafenin anahtarını cam kapıya yaklaştırdım ve üç kez çevirdikten sonra alttaki kilide eğildim. Tüm kilitleri hallettikten sonra içeri girdim. İçeri girmemle çalmaya başlayan alarmı şifresiyle kapattıktan sonra kafenin kapısını ittim.

Mutfak barının arkasında her gece açık bıraktığımız sarı ışık, boş masa ve sandalyelerin gölgelerini birbirleri ardına düşürürken yürümeye başladım. Kasanın bulunduğu uzun standın arkasına geçtim, küçük masa lambasını açtım. Geçen sene buralarda gördüğümden emin olduğum kahverengi penayı aramaya koyuldum. Kasanın altına, yanına, sağına, soluna baktım. Kalemliği tamamen boşaltıp daha sonra tüm kalemleri geri koydum. Çoğunlukla kafenin harcamalarının yer aldığı defteri açıp ters çevirdim ve sayfalarının arasından bir şey düşecek mi diye baktım.

Çekmecelere geçtiğimde en üsttekinden başladım. Kâğıtlar, kâğıtlar ve yine kâğıtlar… İkincisinde ise temiz A4 kâğıtları, tel zımba, bant ve makas gibi araç gereçler vardı. Üçüncü çekmeceyi açmamla beraber karşıma çıkan büyük, mavi dosyayı elime aldım. Doğrulup kasanın yanına koydum, yüksek sandalyeyi standa yaklaştırdım. Dosyayı açıp içine düzenli bir şekilde yerleştirilmiş kâğıtları incelerken hiçbir şeffaf dosyanın içinde pena bulamadım. Alt katta da saklayabileceğini sanmıyordum. Masa lambasını kapattım.

Kasanın hemen arkasındaki dik ve dönen merdivenlerden yukarı çıktım. Penayı tam olarak nerede gördüğümü hatırlıyor olsaydım her şey daha kolay olabilirdi. Merdivenler bittiğinde ulaştığım asma katta önce abajuru yaktım. Kafedeyken ödevlerimi burada yapıyor, bazen de yandaki geniş koltukta uyuyor, televizyon izliyordum. Geceleri hiç burada kalmadığım için iyi bir aydınlatmaya da ihtiyaç duymamıştık. Neyse, yine de en azından abajur vardı. Beni idare ederdi.

Montumu çıkartıp koltuğa attım. Aramaya nereden başlayacağımı kestirmeye çalışırken, dağınık olan çalışma masasına çoktan geçmiştim bile. Masanın üstündeki hiçbir şeye dokunmadan gözlerimle yaptığım aramanın sonucu boşa çıktığında, masanın yanlarındaki çekmecelere eğildim. Açtığım ilk çekmecedeki dosyaları, dağınık masayı daha da çok dağıtmak istemediğim için odanın ortasına, yere bıraktım. Bağdaş kurarak oturduktan sonra aşağıya baktığım için burnumdan kayan gözlüğümü işaret parmağımla geriye doğru ittim. Arama işinden daha şimdiden bıkmıştım. Artık baktığım dosyalarda ne yazdığına bile bakmıyor, sadece penanın herhangi birinin içinde olup olmadığını kontrol ediyordum.

Yerdeki altı dosyadan hiçbir sonuç gelmeyince ayağa kalktım ve masadaki ikinci çekmeceye ilerledim.

“Canım sıkılmaya başladı ama artık!” diyerek sinirle açtığım çekmece yerinden çıkarak ayağımın üstüne düştü. Acıyla geriye sendelediğimde bilerek yere düştüm ve oturdum.

Durumun ne kadar kötü olduğunu görmek için ayakkabımı çıkartırken, düşen çekmecenin yere saçılan kâğıtları arasında siyah, üçgen bir şey gördüm. Çıkarttığım ayakkabımı kenara koyar koymaz öne eğildim ve penayı elime aldım. Üstünde solmuş harflerle dedemin gitarının markası yazıyordu.

Penayı cebime koyduktan sonra penayla birlikte yere düşen çekmecenin ev sahipliği yaptığı diğer kâğıtlara baktım. Hepsi karışık şekilde yere saçılmışlardı. Herhangi birini alıp yüzünü kendime doğru çevirdiğimde ayağımın acısı yerini artık bambaşka bir hisse bırakmıştı.

8. Hafta

Yaklaşık iki aydır burada olan hastamız ortama hâlâ alışamamış bulunmakta. Uyuması için ilaç verilmediği takdirde geceleri uyumuyor, dengesizlik gösteriyor. Yemek yemeyi reddediyor, ortak alanda sorun çıkartıyor. Eşyalara zarar veriyor.

Not: Zarar verilen eşyaların listesi çıkartılmış, fatura eşi Semih Akal’a gönderilmiştir.

Parmaklarımla aşağıya kaydırdığım kâğıt, ikinci bir raporla devam ediyordu.

9. Hafta

Uyku problemi çeken hastamız bize artık daha az zorluk çıkartıyor. Ailesini ve evini özlediğini söylüyor, akıl sağlığının normal olduğunu iddia ediyor. Öncesinde yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu kabul etmemesine rağmen artık ortak alanda çıkarttığı sorunlar güç kullanmayı gerektirmiyor.

Not: Zarar verdiği eşyaların tamir ücreti eşi Semih Akal tarafından karşılanmıştır.


error: Bu içerik koruma altındadır.