Karanlık Lise 3 – Bölüm 19


༯ 19 ༯

HELİN

Kendimi bulma yolunda bazı yanlış duraklara uğradım, yanlış insanlarla yanlış kararlar aldım.

Ama Cemre asla o duraklardan biri olmadı.

İlk arkadaşım, ilk dostum, ilk sevgilimdi. İlk hayal kırıklığımı onun yanında yaşadığım gibi ilk aşkımı da onunla paylaşmıştım. İkimize karşı dışarıda sanki koca bir dünya vardı ve o dünyayı keşfetmek bize düşmüştü. Geziyor, eğleniyor, seviyor, en çok da birbirimizi seviyorduk.

Yılın üç yüz altmış beş gününü de birlikte geçiriyor olmamız, sonrasında yapacak hiçbir şeyimizin kalmayacağı korkusuyla başta bizi ürkütmüş olsa da yaşımız büyüdükçe paylaştığımız şeyler de değişti. Değiştikçe arttı, arttıkça biz de değiştik.

Annemi kendimden uzaklaştıralı uzun zaman olmuştu. Onun söylediği şeyleri yapıyor gibi gözükmekte üstüme yoktu, bu nedenle sorun çıkmıyordu. Onunla tartışmaya girilmeyeceği her seferinde kendini kanıtlarken artık hiç uğraşmamayı seçmiştim. Bana saygısı yoksa da en azından kemanıma vardı, küçüklüğümden beri uyguladığım taktikle her akşam işten eve geldiğinde odama kapanıp keman çalıyordum.

Keman derslerime son vereli henüz birkaç ay olmuştu. Uzun zamandır zaten istediğim parçaları notaları elimde olduğu sürece öğretmen yardımı olmadan çıkartabiliyordum. Tabii bu, hâlâ öğrenecek çok şeyim olduğu gerçeğini değiştirmiyordu ama yine de konservatuvara girmek gibi bir planım olmadığı için derslere ekstradan para harcamak artık mantıksız geliyordu.

Okulda işler değişmişti. Ortaokuldayken benim derslerim daha iyiydi, şimdiyse Cemre bu konuda öne geçmişti. Annesi onunla gurur duyuyordu. Sadece dersleri konusunda değil, Cemre’nin benimle birlikte olması da annesini mutlu ediyordu.

Sevgili olduğumuzu bilen bir tek Nur Teyze vardı. Başta Cemre’ye annesine söylememesi konusunda diretsem de, Nur Teyze’nin annemle uzun zamandır görüşmediğini hesaba katıp sonunda Cemre’ye izin vermiştim. Bence Cemre’nin annesi de benim kendi annemden bıktığım gibi arkadaşından bıkmıştı. Zaten annemin hiçbir zaman çok arkadaşı olmamıştı. O, sabahları karşılaştığı insanlara “Günaydın” demek yerine herkesi kendinden uzaklaştırmakla meşgul olan bir insandı.

Hep eksikliğini hissettiğim şeylerin zamanla yerlerine oturmaya başladığı iki buçuk yıllık zamanda kendimi sosyal anlamda çok geliştirdim. Artık çekinmeden, dışlanma korkusu olmadan insanlara “Merhaba” diyebiliyor, kendimi görünür kılabiliyordum. Hatta erkek olan bir arkadaşım bile vardı ve arkadaşımın annemin erkekler hakkında anlattığı tüm o kötü şeylerden oldukça uzak olduğunu gördüm.

Lise ortaokul kadar basit değildi. Derslerden bahsetmiyorum, insanların davranışları çok daha kırıcı, sözleri çok daha keskindi. Aynı anda pek çok şeyden ve kişiden etkilenebiliyordunuz ve ne yazık ki bu etkinin beni derinden yaralayacak bir versiyonuyla karşılaşmıştım. Bende değil, en çok güvendiğim kişide.

Belki de birlikte fazla vakit geçirdiğimiz için değiştiğini fark edememiştim. Hazırlıksız yakalandığımdaysa her şey için çok geçti.

Affetmek için bile…

Her yıl bir kez toplanan ortaokul sınıfımızla gideceğimiz yemek o akşamdı ve ben hastaydım. Çok ağır olmamama rağmen gribin vücudumda yarattığı etki evden çıkmamam için başlı başına bir nedendi. Evden zaten istesem de çıkamayacaktım çünkü annem beni bu şekilde hiçbir yere göndermezdi. Cemre’yse okulun yemeğini ekip benimle bizim evde vakit geçiremezdi çünkü annemin Cemre hakkındaki düşünceleri aradan iki buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen değişmemişti. Eskisi kadar yakın olmadığımızı sanıyordu ve onun bizim eve gelmesi ifşa olmamız anlamına gelirdi.

İşin özü, Cemre’nin ortaokul buluşmasına gitmemesi için herhangi bir neden yoktu. Gitti de. Ertesi gün görüştüğümüzde bana yemekte olan biteni anlatırken ona eski sınıftan neler yaptığını merak ettiğim kişileri soruyordum. Aklıma Yazel ve Merve’yi sormak gelmiş olsa da sormadım çünkü kendisinden önce Yazel’den hoşlandığımı biliyordu ve gereksiz bir bilgi için tadımızı kaçırmak istemedim.

O haftanın sonuna doğru iyileşir gibi olduğumda üç günün ardından okula gidebilmiştim ki şansımıza dönüş yolunda delicesine yağmur yağmıştı. Sonuç olarak eskisinden beter bir halde birkaç günlük ev hapsine geri döndüm.

Yağmurun hemen ertesi günü Cemre bana dersane çıkışında ortaokul tayfasından birkaç kişiyle karşılaştığını söyledi. Birlikte bir şeyler içip laflamışlardı.

Sonunda artık tamamen iyileştiğimde kendimi uzun bir uykudan uyanmış gibi hissettim. Dışarıya adımımı atınca ilk gördüğüm kişiye “Ben yokken neler kaçırdım?” diye sorasım geliyordu. Cemre’yle baş başa vakit geçirmeyeli neredeyse iki hafta olmuştu ve onu çok az görebilmiştim. Cebimden telefonumu çıkartıp onu aradım.

“Özledim.”

“Ben de özledim. Napıyorsun?”

“Dışarı çıktım. Neredesin? Buluşabilir miyiz artık?”

“Helin bugün Çanakkale’den kuzenlerim geliyor. Sana söylemiştim.”

Söylememişti.

“Öyle mi? Aklımdan çıkmış olmalı herhalde. Gerçekten hatırlamıyorum.”

“Yarın görüşsek olur mu?”

“Olur da, neden kuzenlerinleyken yanınıza gelemiyorum?”

“Sadece kuzenlerim değil, teyzemler ve anneannem de geliyor.”

“Kalabalıkmış.”

“Aynen öyle. Yarın konuşuruz, olur mu?”

“Olur.”

Ben, işinin başından aşkın olduğunu düşünürken onun gizlice Yazel’le buluştuğunu öğrenmeme henüz birkaç gün vardı.

Bunu öğrenene kadar o günkü telefon konuşmamıza benzer, beni geçiştirdiği birkaç gün daha oldu. Fazla gözüme batmamasına rağmen yine de şüphelenmiştim. Ortaokul grubunun buluşmasından beri garip davranıyor olması da şüphemi ikiye katlamıştı.

Elbette çantasını tutmam için bana bıraktığı, o başka bir odadayken telefonunun ortalıkta olduğu günler olmuştu. Mesajlarını karıştırdığımda karşıma çıkan ismin Yazel olması beni şoka uğratmıştı. Tanımadığım ya da tanısam da geçmişimizde herhangi bir yere sahip olmayan biri olsaydı, yine bu kadar sinirlenir miydim bilmiyordum.

Bekledim. Bana Cemre’nin söylemesini, itiraf etmesini, açıklamasını bekledim ama aradan koca bir ay geçmesine rağmen hâlâ sanki arkamdan hiçbir şey yapmıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Hâlâ mesajlaşmaya, buluşmaya devam ediyorlardı ama yazışmaları hep arkadaşçaydı. Herhangi bir romantik etkileşim göremiyordum.

Belki de boşuna endişeleniyordum. Yazel’le o gün iyi anlaşıp arkadaş olmuş olabilirlerdi ama bunu bana söylemiyor olmasında nasıl bir neden yatıyordu? Yazel’le konuşmaya başlamış olan ben olsaydım eğer, bu hareketleri benim yapıyor olmam normal sayılırdı. Sevgilime, eskiden hoşlandığım biriyle konuştuğumu söyleyemeyeceğim için gizli tutmak en mantıklı şey olurdu ama benim aksime Cemre’nin onunla arkadaşlık kurmasında hiçbir sakınca yoktu.

İki buçuk yılımı onunla dip dibe geçirmiştim ve yalan söylediğinde yutacağımı sanıp öyle devam etmesi çok saçmaydı. Aklı neredeydi? Bol kıyafetleri bırakıp dar pantolona ve askılı bluzlere geçtiğini görmediğimi mi sanıyordu?

Her zaman gittiğimiz parkta aynı yerde otururken çantasından bir sigara paketi çıkarttı. Ne zaman kimin onu sigaraya başlattığını bilmediğimi fark ettiğimde söyleyebildiğim tek şey “Küllerini çiçeklerin üstüne atmayacaksın herhalde,”oldu.

Bahsettiği yere bakmadan çakmağını ve paketini kaldırırken “Hayır, şuradaki çöpün yanındaki silindirin üstünü alıp geleceğim,”dedi.

“Ben yokken de buraya mı geliyorsun?”

“Bazen.”

Onu bozmadım. Tartışma başlatmadım. İhtimalleri düşünmek istemiyordum.

Sabrımı zorladım ve o gün dayandım. Birkaç kez arkadaşlarıyla buluşacağını ya da bir yere gideceğini söylediğinde parka gittim. Buraya geldiğinden şüphelenmiştim. Tahminimin gerçekleşmemesini umuduğum günlerden birincisinde değil ama ikincisinde geldi.

Yalnız değildi. Yanında uzun zamandır görmediğim Yazel vardı. Saçlarını kestirmiş ve biraz boyatmıştı. Artık daha koyu bir sarıydı.

Onunla, benim eskiden hoşlandığım kızla, bizim için özel bir anlamı olan o yerde oturuyordu.

Heykelin arkasına saklanmaktan vazgeçip yanlarına gitmek için bir adım attım ama yapamadım. Uzun zamandır benimle bu kadar eğlenmemişken orada başka biriyle gülüyor olmasını kaldıramadım. Arkamı dönüp parkın çıkışına doğru koşmaya başladığımda ağlıyordum. Bana kendim olmayı öğreten insanın karaktersizliğini gördükten sonra oraya gidip hesap soramamıştım.

Dünyanın en korkak kızıydım ben.

“Helin!”

Adımı duyduğumda parkın kapısını çoktan geride bırakmıştım.

“Helin bekle!”

Sesini bu sefer daha yakından duyduğumda tüylerim diken diken oldu. Daha da hızlanmak isterken bacaklarım yavaşladı. Kolumdan tutup beni kendisine çevirmeye çalıştığında direndim. Ağladığımı görmesini istemiyordum. O orada eğlenirken benim parçalandığımı bilmesini istemiyordum.

Benim dönmediğimi görünce karşıma geçti. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Kıyafetleri yetmezmiş gibi bir de gözlerine siyah göz kalemi çekmişti.

“Benim Cemre’m nerede?” dedim. Ağlarken konuştuğum için lanet olsun ki artık daha da aşağı konumdaydım. Kendimi çıplak hissediyordum. Hiç bu kadar savunmasız olmamıştım. Bana ne bahane uydursa kabul edip kendimi yeniden kollarında bulacakmışım gibi geliyordu. O kadar zayıftım ki.

“Özür dilerim.”

Ne? Özür dilerim mi? Şaka mıydı bu?

Gözleri kızardı ama dolmadı. Benim gibi ağlayıp zırlamayacağı ortadaydı. Acınası halime bakıyor, ne yapacağını bilmiyordu. Bana yaklaşmayı denediğinde geri çekildim. Dokunmasını istemiyordum.

Birbirimize öylece baktık. Bu hali ondan nefret etmeme sebep oluyordu.

“Neden hâlâ bir şey söylemiyorsun? Neden açıklamaya çalışmıyorsun? Neden susuyorsun? Konuşsana!”

Kırmızı gözleri beni öylece süzüyordu. Hâlâ hiçbir şey demiyordu ki bu da zaten her şeyin onun için çoktan bitmiş olduğunu gösteriyordu.

Yazel işi olmazsa diye beni iki aydır yedekte tutan, kullanan sevgilime baktım. Bana o kadar yabancıydı ki! Yüzüne düşen dağınık, umursanmayan kısa saçlar yoktu artık. Kolye takıyordu. Kulaklarını deldirmişti. Daracık askılı bluzunun yanından sutyen askıları gözüküyordu.

“Hem de buraya getiriyordun, öyle mi?”

Yine cevap vermedi. Ne diyecekti ki? Haksız konumdaydı ve beni orada kendi elleriyle öldürdüğünün farkındaydı.

Gözlerimi ondan kaçırdım. Elimi alnıma götürüp gözlerimi kapattım ve bir kez derin nefes alıp verdim. En azından onun karşısındayken daha fazla ağlamayacağımı hissettiğim ilk anda gözlerimi açtım ve yine gözlerini gördüm. Boğazıma geri oturan yumruya yenilmemek için başımı sola çevirdim. Yolu izlemeye başladım. Gelen geçen arabalara bakarken o anın aklıma kazındığını hissettim. Aslında ortada daha yapılacak hiçbir şey kalmamıştı ama sanki kafamı çevirip yeniden ona bakmadığım sürece o burada, karşımda durmaya devam edecekti ve her şey iyi olacak gibi bir his hâkimdi hâlâ aptal kalbime. Ben son cümleyi söyleyene kadar beklemeyip yerime tercih ettiği insanın yanına gitmeyecekti, en azından o kadar şerefsiz olmadığını biliyordum.

Her şeyin bitmesine saniyeler kalmıştı ama kaç saniye kaldığını ayarlama gücüne ben sahip olduğum için gelen arabaları izlemeye biraz daha devam ettim.

Birlikte olduğumuz süre boyunca hayatta pasif kaldığım her noktada o devreye girmişti. Neyi istediğime karar veremediğim durumlarda karşıma geçer ve benden net bir cevap alıncaya kadar durmazdı. Gitmek istediğim ama gitmeye çekindiğim yerlerde beni sırtımdan iter, oraya gönderirdi. Haksızlığa karşı gelemediğim zamanlarda önüme geçer, beni üzenlere hesap sorardı. Hayatımı etkileyecek kararları almam konusunda bana yardımcı olurken aslında beni kendine muhtaç etmişti. Her ne kadar artık insanlara “hayır” diyebiliyor olsam da her seferinde onun bana “hayır” seçeneğimin olduğunu hatırlatmasına ihtiyaç duymuştum. Annemden sonra artık kendi başıma da ayağa kalkabiliyordum ama öncesinde Cemre’nin bana kalkabileceğimi söylemesiyle bunu gerçekleştirebiliyordum.

Artık bu bitecekti.

Yola bakmayı bırakıp ona döndüm. Saniyeler tükenmişti. Ne söyleyeceğimi bekliyordu. O da üzgündü ama birazdan daha çok üzülecekti.

“Yazel lezbiyen değil. Onu asla istediğin kişi yapamayacaksın,” dedim. Cevap vermedi. Bu işi kendi yapacak kadar bile insan değildi. Ayrılmanın yükü onun omuzlarına binmesin diye, resmen iki ay boyunca onu benim yakalamamı beklemişti.

Benim için sıkıntı yoktu.

“… ve hatta onu istediğin kişi yapamadığında…”

Artık kimse tarafından hiçbir şeyin hatırlatılmasına, arkamdan itilmesine ihtiyacım yoktu. Nerede ne zaman ne yapmam gerektiğini bilen biri olacaktım. Hayatımın görünmez evresi sona ermişti. Hayatımı başlatan kişilerin aynı zamanda kontrol edip bitirenlerle aynı olmalarından bıkmıştım. Bu saniyeden sonra tüm ipler benim elimdeydi ve tek bir tanesini bile almak isteyene acırdım.

Dünyanın en büyük özgüvene sahip kadını olacaktım.

“… onu istediğin kişi yapamadığında bana köpek gibi geri döneceksin.”

Geriye dönüp tek bir kez bile arkama bakmadan yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.

Sessizliğe ihtiyaç duyduğum dakikaları arkamda bıraktıktan sonra cebimden Ipod’umu çıkarttım. Hangi şarkıyı dinlemek istediğimi biliyordum. Gülümsedim.

Paramore’dan Decode başladığında sesi sonuna kadar açtım. Kulaklıklar titreşimden dolayı kulağımdan düşmemek için çaba sarfediyorlardı. Yoldan geçen hiçbir insana aldırmadan kendi kulaklarımda yaşanan konsere eşlik ettiğim sözlerle katılıyordum.

“How did we get here when I used to know you so well? (Seni gayet iyi tanırken biz bu hale nasıl geldik?)”

Benim onu özleyeceğim kadar o da beni özleyecekti. Biz iki buçuk yıl boyunca yediğimiz yemekten aldığımız nefese kadar her şeyi paylaşmıştık. Birbirimizin öyle çok alışmıştık ki geceleri uyumadan önce yatağımda tek başıma kaldığımda kendimi yalnız hisseder hale gelmiştim. Elini tuttuktan sonra bıraktığımda sanki bir yerde önemli bir eşyamı unutmuş gibi onu arardım. Onunla buluşmamızın üstünden saatler geçse bile kokusunu özlediğimde kendi vücudumdan alırdım.

Biz birbirimizin o kadar parçasıydık ki sadece birlikteyken katlanılabilir görüyorduk hayatı.

İkimize karşı koca bir dünya vardı dışarıda. Şimdiyse o dünyayla boy ölçüşemeyecek kadar yalnızdım. İhtiyacım olan şey özgüvendi.

Belki de annemin karşısına geçip kim olduğumu söylemek iyi bir başlangıç olurdu.


error: Bu içerik koruma altındadır.