Karanlık Lise 3 – Bölüm 23


༯ 23 ༯

HELİN

Onlarla geçirdiğim ikinci ayda bambaşka bir insan olmuştum. Ortama daha çok uymamda yardımcı olacağını düşündüğüm yeni kıyafetler ve ağır makyaj, bana tahmin ettiğimden daha çok yakıştığı için, ters bir etki bırakmıştı. Arkalarda kalarak göze batmamayı planladığım süre boyunca hep aksine daha ön plana çıkartılmıştım. Görünüşümün güzel olduğuna artık ben bile inanıyordum çünkü güzel olduğuma inandıracak kadar yeterli sayıda erkek bana asılmıştı.

Gizem’in de benden hoşlandığını fark ettiğim günden beri ekibin içinde sahip olduğum sınırsız özgüven ve başarı, beni başlarda kapısından bile geçmek istemediğim kadar karanlık ve yeni ortamlara atmıştı. Bağımlısı olduğum tek şeyin sigara olarak kalmasına uğraşırken maalesef bulunduğum ortamların ve takılmaktan zevk aldığımı göstermek zorunda kaldığım insanların yüzünden, temiz kalma uğraşlarım artık sadece çöpten ibaretti.

Gizem’le paylaştığımız şeylerin çalıntı arabalardan öteye geçmiş olması bana duyduğu güveni de pekiştirmişti. Ne kadar çok vakit geçirirsek, bana ekiple ilgili o kadar işi emanet ediyordu. Zaman zaman kavgalar çıkıyor ve ben hep taraflardan biri oluyordum. Ekiptekilerden tehditler alıyor, bazen korkuyordum. Korkumu yatıştırması için almam gereken hapların karşılığı her geçen gün benden daha çok şeyin gitmesi anlamına geliyordu. Bu kadar basit gözüken deneyimlerin beni yorduğunu, tükettiğini, aklımı zaman zaman renkli ama ilüzyonlar ortadan kalktığında karanlıkta bırakan felaketlere yol açtığını bilmem gerekirdi.

İşin aslı şuydu ki; bir kez kendinizi bıraktınız mı, bir daha geri dönüşün olmadığına aynada gördüğünüz, gözyaşlarının yanaklarını siyaha boyadığı o kızın sizi kandırmasını engelleyemiyordunuz. Aynadaki aksiniz hakkında çevrenizdeki iyi insanlar ne derse desin, duyduğunuz umuda değil gördüğünüz felakete inanmayı tercih ediyordunuz. Felaketinizin sizin kimliğinizin bir parçası olduğunu kabullendikçe o felaketten önce de var olduğunuzu unutuyordunuz.

Ben kimdim? Nasıl bu noktaya geldim?

Kabul etmek zorunda olduğumu sandığım ihtiyacım olmayan şeylerin bedenimde bıraktığı iğne izleri, hafızamda terk ettiği pis insanlar ve bolca kirli parayla bana aynadaki bu iğrenç kızı satabilmiş olması fiyatımı ne kadar yapardı?

Ben on yedi yaşına yeni basmış, hayatını araba hırsızlarıyla birlikte geçiren, uyuşturucu kaçakçılarıyla aynı masada yemek yiyen, keman çalmayı özlemiş bir kızdım.

Geri dönmek için çok geç değildi ama aynadaki yitik kızı eski haline getirmek için artık çok geçti.

O gün evden kaçarken, kendime vazgeçtiğim takdirde dışına adım atamayacağım, geleceğin olmadığı bir yarını uygun görürken ne kadar haksızlık ettiğimi düşünememiştim. Özgürlüğün iki yüz kilometre hızla giden çalıntı bir arabanın camında gözlerimi kapatıp kanat çırpmakla edinilebileceğini sanacak kadar küçüktüm. Bolca viskinin dışında, sosyal statü olarak yukarıya çıktığım anda eskiden aynı odayı paylaştığım insanların bir daha suratına bile bakmayacak kadar güç sarhoşuydum.

İşte bu nedenle ne aynadaki kızı, ne de içindekini artık tanıyabiliyordum.

Gizem’le kaldığımız odadan çıktım ve merdivenlerden aşağı indim. Buraya yerleştiğimizden beri bir daha yer değiştirmek zorunda kalmayışımızın güzel nedeni olarak kabul edildiğim için, toplanma yerine gidene kadar birkaç kez selamlandım.

Büstiyerimle siyah deri taytım arasında kalan çıplak kısım, hızlı yürürken esmeye başlayan rüzgârla üşüdüğünde hangi ayda olduğumuzu bile bilmediğimi fark ettim. Ne günler, ne haftalar, ne de aylar bize gerekliydi. Konumuz olan tek zaman bugündü ve saat kaçta arabayı teslim etmemiz gerektiğiydi.

“Güzel partiydi demek, korkunç gözüküyorsun.”

Ceren’in söylemesine gerek yoktu. Odadan çıkarken yüzümü silme gereği duymamıştım.

Çünkü içimde artık saklamam gereken gerçek bir insanın bile kalmadığından emindim.

“Senlikti. Bundan sonrakilere benim yerime sen git, olur mu?”

Herkes o akşam kimlerin göreve çıkacağını öğrenmek için hemen hemen toplanmış sayılırdı. Herkesin bir günde tek görev alması gerekirken Yiğit de ben de bugün bir takas işi yapıp, azıcık dinlenip kendimizi yine dışarıda bulmuştuk.

Gizem’in haftada bir kez yaptığı gibi son bir buçuk saattini Eralp’le Eda’nın odasında geçirdiğini biliyordum. Onu sahiplenmemi gerektirecek kadar bana ait değildi. Hem sahiplenirsem Cemre’nin yaptığı gibi beni aldatacağından da emindim. En iyisi hiç kimseye bağlanmamaktı.

“Sese bak, ağladın mı sen? Ne oldu?”

Güldüm. Hâlâ etrafıma bakıyordum. Bir an önce herkesin gelmesini istiyordum. Bu gece ne kadar çabuk biterse o kadar iyiydi. Gecenin sonunda olacakları düşünmek değil, olacakları bilirken o zamana kadar beklemek zorunda kalmak acı veriyordu.

Ceren’in beni getirdiği halden yola çıkarak muhteşem olduğunu düşündüğü parti; aslında uyuşturucudan çok daha büyük bir kaçakçılığın yuvasıydı. Basit bir takas işlemi için görevlendirilmiş olmama rağmen mekânın inleyen hoparlörlerinden ve basın göğsümde yarattığı uğultudan uzak koridorlarında duyduğum o başka ses, bir anda durup her şeyi sorgulamama neden olmuştu.

Zayıf ama hiçbir notanın yanlış basılmadığı keman sesi o kadar da uzaktan gelmemişti. Mekânın herkese açık alanındaki konseptine uyan mor ışıklar, o koridordaki her kapıyı ve kapı numarasını aydınlatıyordu. Aralık bırakılması sayesinde çalındığı odadan koridorun tamamına umut getiren klasik parça, düşüncelerimi iki yıl önce aynı parçayı çalıştığım günlere götürürken vücudumu o kapıya yaklaştırmıştı. Aralık kapıdan içeriye bakmadan önce parçanın bana çağrıştırdıklarıyla biraz bekledim.

Göz ucuyla çalan kişiyi görmek istediğimde bir adım öne attım. Küçük, benim gibi siyah saçlı kız, şirin elbisesi içinde çeyrek ölçülü kemanıyla karşı taraftaki duvara yaslı koltukta oturan adamlara Allegro‘yu çalıyordu. Oturan tipler kaçırdıkları kızın keman çalışını övünerek izliyor, içki içiyorlardı. Kızın yüzü onlara dönüktü ve benim görememem iyi olmuştu. Birazdan bir başkasına satılacak olan yetenekli küçük kızın yüzünü görmek, sanki geleceğinde başına gelecek tüm kötülüklerin sorumlusunu ben yapacaktı. Bunun yüküyle asla yaşayamazdım.

Adamların onları gördüğümü fark etmemeleri için karanlık koridorda yavaşça kapının eşiğinden geri çekildim. Gecenin ilerleyen saatlerinde aynı odadan keman sesleri yerine ufak bir kız çocuğunun çığlıkları yükselecekti.

Dolan gözlerimle karanlık koridordaki net görüşümü kaybetmeye başladığımda adımlarımı hızlandırdım. Hâlâ devam eden neşeli şarkı, bana bu geceden itibaren hayatımın sonuna kadar dünyadaki en hüzünlü şarkı gibi gelecekti.

Koridordan ve yeryüzündeki daha nice pislikten haberi olmayan insanların yüksek müzikle, uçmuş kafayla ettiği dansların arasından geçerek Yiğit’e ulaştım.

“Tamam mı? Çıkıyor muyuz?” diye sorduğunda cebimdeki BMW anahtarını çıkartıp onun eline tutuşturdum.

“Hava almam lazım.”

“Alt tarafı herife anahtarı verip parayı alacaktın! Niye yapamadın?”

Kulağına yaklaşıp daha çok bağırdım:

“Hava almam lazım!”

Geri çekildim ve onaylaması için ona baktım. Önce gözlerini devirdi, sonra elindeki bardağı kafasına dikti. Bu, Yiğit için evet demekti.

Dışarı çıktığımda doğruca otoparka yöneldim. Bizim arabayı açıp sürücü koltuğuna oturduktan sonra kapıyı kapattım. Korkaklığımın aksine gözyaşlarımın kendilerini ifade etmesine izin verdim. Boğazım ağrıyana kadar bağırarak cevabını istediğim soruyu sordum.

Neden?

Kornayı çalmamaya dikkat ederek direksiyona vuruyordum.

Neden? Neden? NEDEN?

Arabamız beni içinde tutmayı başaramadığında kendimi yan araba buldum. Sonra diğerinde, sonra onun yanındakinde ve sonra bir öndekinde… İlk dört tanesinden sonra açtığım arabaların içlerine girmedim. Beş saniyelik aralıklarla otoparktaki tüm arabaları açmaya başladım. Sanki bir tik ya da refleks haline gelmişti artık. Bunu neden yaptığımı, nasıl bu kadar hızlı yaptığımı ve yaparken artık düşünmek zorunda kalmadığım gerçeğini anlamaya çalışmadım. Sadece kilitleri kırıyordum. Hepsi buydu. Yap, geç, yap, geç… Her açtığım arabayla kendimi daha iyi hissedeceğimi sanıyordum. Her açtığım arabayla az önce küçük kızdan dinlediğim parçanın bir notasını unutabildiğimi düşünüyordum.

“Hey! Ne yapıyorsun sen?”

Elimdeki aletleri daha sıkı tuttum. Koşmaya başladığımda bana az önce bağıran ses adımı söyledi.

“Helin! Dursana! Aptal mısın kızım sen?”

Yavaşlayıp arkama baktığımda Yiğit’i gördüm. Derin bir nefes alıp verdim.

“Ne bok yediğini sanıyorsun? Hadi, takası hallettim. Elimdeki çantada. Gitmeliyiz.”

Kendimi kaybettiğim sırada otoparkta kimsenin olmayışını hak etmediğim şansıma verdim. “Yine sen kullanır mısın?”

Şaşırdı. Normalde araba kullanma fırsatını asla geri çevirmediğimi biliyordu. “Suratına ne oldu?”

Aynaya bakmadım. Makyajımın aktığından emindim. “Kızlar hassas günlerinde çok farklı ruh hallerinde olabiliyorlar. Artık rica etsem sana uzattığım anahtarı alıp arabaya biner misin?”

Motele dönerken zihnimi kurcalayan o kadar çok şey olmuştu ki hangi birine beni rahat bırakması gerektiğini söyleyeceğimi bilemedim. Baş ağrısı ve yüksek müziğin kulaklarımda bıraktığı uğultu maalesef o masum keman sesini bastıramıyordu. Her şeyden çok; o kızın başına gelecekler değil, başına gelecekleri bildiğim halde hiçbir şey yapmamış olmam beni cehenneme gönderecekti.

Motelin yolundaki sarı ışıklı gri tünele girdiğimizde camı açtım. Rüzgâr saçlarıma ve yüzüme değmiş, buradan geçtiğim ilk seferdeki gibi davetkâr şekilde beni karşılamıştı. Koltuktan kalkıp başımı camdan çıkarttığımda ne yapacağımı anlayan Yiğit beni tek eliyle içeri çekti.

“Otur oturduğun yerde. Seni tutamam. Araba kullanıyorum,” dedi.

“Kimse senden beni tutmanı istemedi. Veda etmem gereken bir şey var. Kendim hallederim.”

Başımı yeniden geriye doğru, dışarıya çıkartarak yükseldim. Arabanın camına oturup dengemi sağladığımda tünelin sadece ilk çeyreğini bitirmiştik.

“Müzik istiyor musun?”

Bana kendisini duyurabilmek için arabanın kendi camından tünelin duvarlarına doğru bağıran Yiğit’e bir şeyler çalmasını söyledim. Arabanın radyosunu açtı. Şarkıyı beğendikten sonra sesini yükseltti. Three Days Grace’ten Never Too Late, bana hiçbir şey için hiçbir zaman çok geç olmayacağını söylüyordu. Tünelin tamamı gecenin bu saatinde bize aitken sadece radyonun çekmeye devam etmesi için dua ediyordum.

Şarkıların hayatımı değiştirmelerine izin vermeyi bırakmalıydım.

Ya da, bunu yapmaya belki de bu şarkıdan sonra başlardım.

Evet, son bir istisna yapabilirdim.

Siyah deri ceketimi çıkartıp sol elimle havaya kaldırdım. Yukarı baktım ve hızla, rüzgârla dans edişini izledim. Elimi hafifçe gevşetip parmaklarımdan kaymasına izin verdikten sonra akıp giden asfaltta nereye düşeceğini kestirmeye çalıştım.

“The world we knew won’t come back. (Bizim tanıdığımız dünya geri gelmeyecek.) The time we’ve lost can’t get back. (Kaybettiğimiz zaman geri dönemez.) The life we had won’t be ours again… (Sahip olduğumuz hayat yeniden bizim olmayacak…) “

Şarkı, köprü kısmından sonra yavaşlayıp kendini son kez tekrarlayacağı nakarata hazırlarken gözlerimi kapattım. Bunu son kez yaptığımı bilerek, tünel bitene kadar özgürlüğün tadına kollarımı iki yana açarak veda ettim.

“Even if I say it’ll be alright, still I hear you say you want to end your life. (İyi olacağını söylesem de hâlâ hayatını sonlandırmak istediğini duyuyorum.) Now and again we try to just stay alive. (Şimdi ve yeniden deneriz sadece hayatta kalmayı.) Maybe we’ll turn it around ’cause it’s not too late, it’s never too late… (Belki her şeyi değiştireceğiz, çünkü çok geç değil, hiçbir zaman çok geç değil…)”

Grubun vokali Adam Gontier’in kelimelerinin ve sesinin, hayatımın bu dönemini başlatacak ve bitirecek milatlara ev sahipliği yapmış olması şimdilik ufak bir sır olarak kalacaktı. Aklımdaki keman sesinin boğazımda yarattığı ılık acıyı göz ardı edilebilir hale getirmişti.

Sonunda Gizem gelip Yiğit’le bana takas için teşekkür ettikten sonra göreve gidecek ekibi seçmeye başladı. Demirbaş olarak adımın geçtiği listede Ecem’in de bulunması iyi olmuştu. Ona geleceği için bir seçim hakkı olduğunu hatırlatacaktım, belki de bu şekilde hatalarım adına özür dilemiş de olurdum.

O akşam iki araba çalmamız gerekiyordu. Olayın hızlı ve temiz halledilmesi için ekibi ikiye bölermiş gibi yaptım ama aslında tek isteğim Ecem’le yalnız kalmaktı. Üç oğlan kendi arabalarının yanına gittiklerinde biz de Ecem’le beyaz Ranger Rover’ın arkasına gizlemiştik.

Bulunduğumuz sokaktaki evcil hayvan dükkânını kapatmak üzere olan adamın gitmesini bekliyorduk.

“Saçlarını yanlarda toplamadığında daha büyük göstereceğini söylemiştim,” dedim fısıldayarak.

“Adımı hatırlamadığından eminim.”

“Yapma ama Ecem.”

“Neyi yapmayayım? Artık resmen Gizem’e dönüştüğünün farkında değil misin? En azından o akan makyajını temizliyor.”

“Şimdi bunun sırası değil. Sana önemli bir şey söylemem gerekiyor.”

Arabanın yanından adamın gidip gitmediğini kontrol ederken işaret parmağını dudaklarına götürerek susmamı söyledi.

Birkaç saniye sessizce bekledikten sonra ayağa kalktı. Ben de onu taklit ettim. Bu sefer düz ayakkabıylayken bile ondan on beş santimetre uzun olmama kızdığından emindim. “Hız rekoru sendeymiş diye duydum. Hadi, yap da beni uğraştırma.”

Ecem’i kolundan tutup kendime yaklaştırdım. “Bu akşam gidiyorum.”

“Ne?”

“Gidiyorum.”

“Ama nasıl? Neden?”

“Bu işi daha fazla kaldıramam.”

“Ne demek kaldıramazsın? Bu işi en iyi yapan sensin!”

“Şşş, diğerlerinin duymasını istemiyorum. Onları elimden geldiğince uzak tutacağım.”

“İyi de nasıl gitmeyi düşünüyorsun? Ekipten çıkmak hiç de o kadar kolay değil. Sıla’yı hatırlamıyor musun? Onu bir daha hiç göremememizin sebebi kaçmayı başarabilmiş olması değildi.”

“Biliyorum. Bu pisliklere bir kez bulaştıktan sonra çıkmak imkânsız ama ben yine de bir yolunu buldum.”

“Bunun hiçbir yolu yok. Şaka yapıyor olmalısın. Şu arabayı aç da gidelim işte!”

Çantamdaki telefonu çıkarttım.

“Ne yani? Artık telefon taşımana da mı izin veriliyor? Kral dairesine jakuzi de koydurtmuşsunuzdur herhalde.”

“Saçmalamayı kes Ecem. Bugün Yiğit’le başka bir görevdeydik. Motele dönünce telefonu Gizem’e bırakmadım işte.”

“Tanıdığın biri mi var? Kimi arayacaksın?”

Arama yerine girip acil servisi tuşladım.

“Hayır. Bunu yapamazsın.”

“Yapıyorum.”

Eliyle diğerlerinin olduğu tarafı göstererek bana karşı çıktı.

“Tamam, senin kurtuluşun yakalanmaktan geçiyorsa biz ne olacağız? Hapse giremeyiz!”

Parmağımı eski telefonun arama tuşunun üstünde tutuyordum. “Seninle yalnız konuşmak istememin sebebi bu. Bak, sen de oraya, bu iğrenç dünyaya ait değilsin. Hepimizden daha zekisin ve ben gerçekten de eğer üniversiteyi kazanırsan çok iyi bir avukat olacağına inanı…”

“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ben avukat falan olmak istemiyorum! Bu benim hayatım. Harcanıyor olmak benim tercihim. Sen benim yerime karar verip beni yakalatamazsın. Ben kurtarılmak istemiyorum! Anladın mı? Senin beni kurtarabileceğini düşünmeye bile hakkın yok.”

Arama tuşuna basıp telefonu kulağıma götürdüm.

“İyi nöbetler. Şu an evimin penceresinden bakıyorum ve sokaktaki bir araba genç hırsızlar tarafından çalınıyor. İstanbul’da Filizköy’den arıyorum sizi. Tunalı Mahallesi, Murat sokaktayım. Adım Ayşenur Ceren Selvi. İyi akşamlar dilerim, kolay gelsin.”

“Neden Ayşenur Ceren Selvi?”

“Ne bileyim, Ceren’lerden nefret ediyorum işte.”

“Sen manyaksın.”

Başını iki yana sallarken gülümsüyordu.

“Özgürlüğün sonu demek, ha?”

“Özgürlük mü? Özgürlük diye bir şey yok. Biz geride kalanlar arabaların esiriyiz. Sense kurtulsan bile paranın esiri olacaksın. Çalışmak, evini geçindirmek zorunda kalacaksın.”

Ona sarıldım. “Anlamlı konuşmalarını özlemişim. Ben senden çok özür dilerim…” Geriye doğru çekildim. Kollarım hâlâ ona sarılıydı. “Sana ve kızlara öyle davranmamalıydım.”

“Bence de davranmamalıydın ama Gizem’in insanları ne kadar başarılı şekilde manipüle ettiğini biliyorduk. Aramızdan gitmene üzülmüştük sadece, şimdiyse daha çok üzüleceğimizden eminim.”

Sahip olduğumu yeni anladığım bir dostu kaybetmek kötü hissettiriyordu.

“Biliyorsun, bunu kimseye söyleyemezsin. Sadece sana söylemek istedim çünkü fikrini değiştirebileceğimi düşünüyordum.”

“Polislerin seni kendiliğinden yakalamış olmaları ekibin sana aradan zaman geçse bile bulaşmayacakları anlamına geliyor. Gerçekten de planın çok iyi. Senden sadece uzak durmaya çalışacaklar.”

“Gitme nedenim onlarla değil benimle ilgili. Açıkçası ben kendimi oraya dönmekten alıkoyacak bir yardıma ihtiyaç duyuyorum. Sanırım…”

Kırmızı ve mavi ışıklar apartmanların aralarından yüzümüze çarpmaya başladığında yaklaştıklarını anladık.

“Sanırım bu gelen de bana yardım edebilecek tek şey.”

“Kendine iyi bak Helin.”

Gülümsedim. Tam da vedalaşmak için güzel şeyler söyleyecektim ki son anda aklıma geldi. “Bunu al. Son arananlardan polisin numarasını sil ve bir şekilde Gizem’in odasına koy. Girmek zor olmayacaktır. Ondan sigara istemek için kapısını çalsan yeter.”

Elimdeki telefonu aldı ve cebine koydu. Karşı kaldırımdaki oğlanlar “Polis geliyor lan!” diyerek aralarında konuşmaya başladıklarında son kez sarıldık. Onlarla birlikte koşmaya başladık. Hiçbiri onlardan daha yavaş koştuğumu fark etmedi. Yere düşermiş gibi yapıp dizlerimin üstünde kaldığımda polis aracı artık çok yakındı. Aracın benim yanımda durduğunu kimse görmedi. Çoktan bir apartmanın bahçesine atlayıp aralardan geçmişlerdi bile.

Açıkçası polislerin bile onları gördüğünü sanmıyordum.

“Olduğun yerde kal!”


error: Bu içerik koruma altındadır.