༯ 26 ༯
ESMA
Yazın başında evdeki hastalardan büyük babamı ve teyzemi kaybettik. İkisi de kanserdi. Tedavilerini karşılayamayacak durumda olmamıza rağmen yine de doktor doktor dolaştıktan sonra en sonunda bu konuda uzman olan Erol Bey’i bulmuştuk. Yapılan birkaç testten sonra teyzemin ve büyükbabamın hastalığının tedaviye başlansa bile sonuç alınamayacak derecede ileri bir evrede olduğunu öğrenmiştik. Bununla birlikte annemin onları evde en rahat şekilde vakit geçirmelerini sağlamak dışında bir görevi kalmamıştı ama artık uğraşmasına gerek kalmayacaktı. Artık iki çekyat da boştu.
Bir yakınını kaybetmek için küçük, yakınını kaybeden birini teselli edebilmek için ise çok küçüktüm. Küçük evde halam, iki kuzenim, annem ve babamla kaldığımızda değişen çok şey olmuştu. Herkes üzgündü. Halam ve babam, kendi babalarını kaybetmişlerdi. Annemse kız kardeşini… Halam benden altı yaş küçük ikizler Tuna ve Bilge’yle ilgilenemiyordu. Bu üzüntüsü ona eniştemi kaybettiği günü hatırlatıyordu. Durumun bendeki etkisini erteleyerek halama yardımcı olmak için kuzenlerime bakmaya başladım.
İlk önce annem toparlandı çünkü iyi olduğunu hissettirmesi gereken bir kızı vardı. Kuzenlerim kadar küçük olmadığım için çevremde olup bitenleri anlayıp etkilendiğimi biliyordu.
“Kurs için heyecanlı mısın? Bir hafta kaldı,” dediğinde elimdeki kalemi bıraktım. Yaz ödevimi yapıyordum.
“Siz üzgünken ben nasıl kendim için heyecanlanabilirim ki? Bunu yapamam,” dedim. Hâlâ içten içe tiyatro kursuna gimek istiyordum ve bu nedenle çok kötü hissediyordum. Ben bencil bir insandım.
“O nasıl söz öyle? Tabii gideceksin, hem yaz kursu için burs bile aldın. İşte bu kadar yeteneklisin sen.”
Burs mu almıştım? Müsameredeki takım elbiseli adam bana burs mu vermişti?
“Para ödemeyecek miyiz?”
“Hayır birtanem, ödemeyeceğiz. Ee ilk gün ne giyeceksin düşündün mü?”
Anneme sarıldım. Rahatlamıştım. Kimseye böylesine zor bir zamanda yük olmayacağım için mutluydum.
X
Tiyatro kursunun ilk gününe babamla gittim. Otobüsten indikten sonra kurs sınıfına ulaşana kadar bana yetişmeye çalışan babam, halime gülüyor ve sakin olmamı söylüyordu. Sanırım hayatımın en güzel günü o gündü.
Sınıftan kimseyi tanımıyordum ama çocukların çoğu benden büyüktü. Boyları çok daha uzundu ve daha yapılılardı ama kendimi yabancı hissetmiyordum. Hepimiz tiyatroyu sevdiğimiz için oraya gelmiştik ve bu çok ortak noktamız olduğunu gösterirdi.
İçeriye giren kadın gülümseyerek hepimize selam verdikten sonra kendini tanıttı. Yerdeki gri minderin dışında hiçbir eşyanın olmadığı sınıfta mindere geçip daire şeklinde oturmamızı söyledi. Yere ilk oturan ben olmuştum. Öğretmenimiz bize henüz tanışıp tanışmadığımızı sorduğunda herkes birbirine baktı. Sınıfa sessizlik hâkimdi.
Selma Öğretmen siyah kumaş pantolonunun üstüne kırmızı bir bluz giymişti. Sarı saçlarını çantasından çıkarttığı bir tokayla topladı ve ardından çemberin ortasına geçip o da yere oturdu.
“Şimdi tanışmak için bir oyun oynayacağız, ilk kim başlamak ister?” diye sorduğunda heyecanla elimi kaldırdım.
“Son derece tatlı bir gönüllümüz var, bize adını söylemek ister misin?”
“Esma,” dedim elimi indirdikten sonra.
“Tanıştığıma memnun oldum Esma. Şimdi, senin sağındaki kişi senin adını ve kendi adını söyleyecek. Onun sağındaki kişi ise hem senin, hem senden sonrakinin, hem de kendi adını söyleyecek ve böyle devam edecek. Çember tamamlandığında ise sıra yeniden sana gelecek, sen herkesin adını söyleyeceksin ve oyun bitecek. Herkes birbirinin adını biliyor olacak. Bunu yapabilir misin?”
Gülümsedim. “Tabii,” dedim. Ezberlemek ve dikkat etmek benim işimdi.
Çember sağımdan devam ettiğinde isimler arttıkça herkes zorlanıyordu ve çok eğleniyorduk. Hepimiz gülüyorduk ve yardımcı oluyorduk. Bir yerde yanlış yapan en baştan yeniden saymak zorunda kalıyordu ve işte o zaman komedi ortaya çıkıyordu. Gülüyor, eğleniyor ve isimlerimizi öğreniyorduk. Hayatımda ilk defa bir tiyatro öğretmeniyle tanışıyordum ama Selma Öğretmenimin dünyanın en tatlı tiyatro öğretmeni olduğuna emindim.
Çember tamamlandığında herkes güldü. Sıra solumda oturan çocuğa gelmişti. Benden başlayarak sırayla isimleri söylemeye devam ettiğinde yedinci kişide takıldı ve başa dönmek zorunda kaldı. Herkes gülümseyerek acaba yapabilecek mi diye ona bakıyordu. Bense onun adını çok merak ediyordum.
Yeniden “Esma…” diyerek başladığında durakladı. Eda, Hande, Sarp diye devam etmesi gerekiyordu ama Eda’nın adını hatırlayamıyordu.
“Esma…” diye tekrar etti ve hâlâ bana bakıyordu. Gülümsedim. “Yardım etmemi ister misin?” diye sordum. Güldü ve başını öne eğdi. Ardından Selma Öğretmenimize baktı. “Sanırım unuttum,” dedi.
Öğretmenimiz “Esma’nınkini hatırlıyorsun, bak bu da bir şey. Arkadaşımıza bir alkış alalım,” dedi ve tüm sınıfın solumda oturan tatlı çocuğu alkışlamasını sağladı. Diğerleri kadar büyük gözükmüyordu. Büyük ihtimalle aynı yaştaydık.
Alkışlanınca utandı ve daha çok gülümsedi. Bana yaklaşıp “Yardım eder misin?” diye sordu. Başımı evet anlamında salladım. Yirmi iki kişinin adını birlikte saydıktan sonra bana teşekkür etti ve ardından kendi adını söyledi.
Sıra bana gelmişti. Büyük an… Kendi adımdan başlayarak devam ettim, endişe etmeme gerek yoktu çünkü herkesin adını çoktan öğrenmiştim. Solumdan son üç kişi kaldığında artık bitmek üzereydi.
“… Serra, Onur ve Burak. Bitirdim!”
Yanımda oturan Burak’ın adını söylediğimde gözlerini benden kaçırdı ve boynunu kaşımaya başladı. Gözlerim elini takip etti. Boynunda bir sürü küçük ben vardı. Keşke benim de o kadar benim olsaydı, yıldızları üstümde taşıyormuş gibi hissederdim.
“Hey! Bakmasana,” dediğinde çekindiğini anladım. “Neden utanıyorsun ki? Bende de var,” dedim ve kısa kollu pembe bluzumun sol kolunu yukarı kıvırdım. Omzumun tam üstündeki noktayı ona gösterdim.
“Sende sadece bir tane var. Keşke bende de sadece bir tane olsaydı,” dedi.
“Hayır, keşke bende bin tane olsaydı,” dedim ve gülümsedim.
Selma Öğretmen “Herkes birbiriyle tanıştığına göre şimdi ısınmaya başlayabiliriz. Yanınızda oturan kişiyle eşleşmenizi istiyorum. On dakika boyunca biriniz diğerini taklit edecek, daha sonra da diğer kişi aynı şeyi yapacak,” dediğinde Burak’a baktım. O da bana bakıyordu.
“Öğretmenim, sağ yanımızdaki kişiyle mi eşleşmek zorundayız yoksa sol yanımızdaki de olur mu?” diye sorduğumda “Fark etmez,” cevabını aldım.
Gerçekten de hayatımın en güzel günüydü.
Yazın sonuna gelmemizle birlikte tiyatro kursu da sona eriyordu. Kursun son gününde Özel Hayal Sanat Akademisi’nin devasa sahnesinde oynayacağımız oyun, iki aylık kurs süresince kendimizi ne kadar geliştirdiğimizi gösterecekti.
Burak’la o kadar iyi anlaşıyorduk ki sürekli olarak birbirimizle çalışabileceğimiz iki rolü almak istedik, başardık da. O bize geliyor, ben onlara gidiyordum ve sürekli çalışıyorduk. Birlikte çok eğleniyorduk. Sanırım artık en yakın arkadaşım oydu ve annemle babam da Burak’ı benim kadar çok seviyorlardı.
Eski en yakın arkadaşım Selin’i ilk ve tek anlattığım kişi Burak olmuştu. Ona güveniyordum ve bu kursun bana kazandırdığı en güzel şeydi.
Kuliste sahnemizin gelmesini beklerken “Gerçekten kursa senin yerine gelmesini mi teklif etmiştin?” diye sormuştu. Hâlâ inanamıyordu. Başımı olumlu anlamda salladım.
“Burayı ne kadar sevdiğini gördüm. Hâlâ ilk günkü kadar heyecanlısın. Gerçekten arkadaşın için bu heyecanından vazgeçebildiğine inanamıyorum,” dedi.
“Vazgeçtim de ne oldu? Sonuçta kursa gelmeyi kabul etmedi.”
“İyi ki de etmemiş,” dedi ve elimi tuttu. Tuttuğu elim, avcumun içi, sanki gıdıklanıyordu. Değişik bir histi ama çok hoşuma gitmişti.
Benim sıram geldiğinde elini bıraktım ve Burak’ı yanağından öptüm. Sahneye çıktım. O tarafa baktığımda gülümseyerek eliyle yanağına dokunduğunu görebiliyordum.
Gösteri bittikten sonra Burak’la kulisten çıktığımızda onun ailesiyle benim ailemin sohbet ettiklerini gördük. Yanlarına gittik. Annem de babam da beni tebrik ettiler ve ardından bana bir soru sordular:
“Burak’ın gittiği okul, ortaokula geçen öğrencilere bir sınav yapıyormuş. Denemek ister misin?”
Burak’a ve ailesine baktım. Babası “Senin gibi bir öğrenciye mutlaka tam burs vereceklerinden eminim,” dediğinde babam başımı okşadı ve “Orası özel okul ve çok daha güzel bir yer. Sana daha iyi bir eğitim vereceklerinden eminim. Hem, oraya gidersen artık özel ders almana gerek de kalmayacakmış,” dedi.
Burak’ın annesi “Evet, ben mimarım ama haftada birkaç saat orada İngilizce öğretmenliği de yapıyorum. Başarılı çocuklara öğretmen kadromuz olarak en iyi desteği vermekle yükümlüyüz. Ekstradan dersaneye ya da özel derse ihtiyacın kalmayacak Esmacığım. Ayrıca harika bir performanstı. İkinizi de kutlarım o kadar yeteneklisiniz ki, ikinizle de gurur duyuyorum,” dedi ve Burak’la bana sarıldı.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Burak’la aynı okulda olmak tek kelimeyle mükemmel olurdu.
Annem yine o güzel kahverengi elbisesiyle harika görünüyordu. “Ne dersin? Biliyorsun artık ortaokuldasın ve iyi bir anadolu lisesi için çalışmamız gerekiyor.”
Burak’a baktım ve ne kadar mutlu olduğunu gördüm. O da benim kadar aynı okulda olmayı istiyordu. Benim için de önemli olan buydu. Cevabım hazırdı.
“Sınav ne zamanmış?”
X
Yapmam gereken çok fazla şey ama yapabilmek için çok az zamanım var.
Herkes sadece “İyi bir liseye kapak at, gerisi rahat,” diyordu. Okul birincisi olmak; müdürün senin sınıfına kadar gelip “Esma, sana güveniyoruz,” demesi kadar büyük bir yüktü. Altı ve yedinci sınıftaki SBS notlarım, aileme ve çevreme “ilçe birinciliği” olarak gözükse de bana göre sadece sıkı çalışma, disiplin ve baş ağrısıydı.
Yazları gittiğim tiyatro kursuna olan iznim bu sene kalkmış, artık sekizinci sınıfta olmanın ağırlığına daha da yük bindirmişti. Babam kuzenlerimle kaldığım odadaki ranzayı alıp salona taşımıştı. Odamın kapısını ses geçirmeyecek malzemeyle yapılmış kapıyla değiştirmişti. Annem canını dişine takarak kazandığı parayla aldığı çalışma masasını ranzanın yerine koydurmuş ve üstünü de antikacıdan aldığı ikinci el ufak masa lambasıyla süslemişti. Kitaplardan ve testlerden geçilmeyen odam, tamamen dikkatimi başka hiçbir şeyin dağıtamayacağı ikinci bir okula dönüşmüştü.
Sabah sekizden akşam sekize kadar okuldaydım, akşam dokuzdan sabah dörde kadar ise çalışma masamdaki etütteydim. Üç saatlik uykunun vücuduma yetebilmesini sağlamak için az uğraşmamıştım.
Masamdaki kitap yığınının üstüne durmadan bir meyve tabağı geliyor, tam bir saat on beş dakikada bir annem kapıyı çalarak bir şey isteyip istemediğimi soruyordu. Bana yaptıkları hizmetin, kitap parası için sattıkları eski saat ve takıların, fedakârlıklarının yükü her iki omzumda, yoruldukça göz kapaklarımın üstündeydi.
Her şeylerini başarılı kızlarının daha başarılı olması için verebilirlerdi. Bunu takdir ediyordum ve bana böylesine değer veren bir aileye sahip olduğum için de mutluydum. Onları kazanacağım fen lisesiyle gururlandırmalı ve fedakârlıklarının karşılığını vermeliydim. Buna mecburdum ve bu mecburiyet sadece ailemle de bitmiyordu. Öğretmenlerimin üstümdeki emekleri… Beni çalıştırmak için hayatlarından ayırdıkları zaman… Saatler boyunca çözemediğim soruları tek tek çözerek bana anlatmaları ve gerektiğinde yeniden anlatmaları…
Eğer başaramazsam onların yüzüne nasıl bakacaktım?
İşte bazen bu yük kaldıramayacağım hale gelebiliyordu. Babamın her ay düzenli bir şekilde satın aldığı pahalı vitaminler yetmeyebiliyordu. Vücudum uyanık kalmak için içtiğim litrelerce kahveye de yavaş yavaş bağışıklık kazanıyordu. Yeni bir şey bulmalıydım. Benimle bu yükü paylaşabilecek, ayakta durmamı sağlayabilecek yeni bir yoldaşa ihtiyacım vardı ama tek sorun o yoldaşın pahalı olmasaydı.
Okulda onu bana sağlayabilecek birini tanıyordum. Revirde asistan olarak çalışan, benim gibi burslu bir öğrenci vardı. Reçete olmadan herhangi bir eczaneden alamayacağım bir yoldaştı bu ama Egemen alabilirdi.
Özel okulda okumanın şöyle bir gerçeği var. Okul temel bir konuda ikiye ayrılıyor: Burslular ve burssuzlar. Okula benim gibi burslu olarak giren öğrenciler başarılı, akademik seviyeleri yüksek öğrenciler oluyorlardı. Burssuzlar ise bazı istisnalar hariç derslerine o kadar da önem vermeyen öğrencilerden oluşuyorlardı. Derslerine önem vermeyen öğrencilerin ödev adında dev bir sorunları vardı. Ya uğraşmak istemiyor ya da direkt yapamıyorlardı. İşte tam da orada ben devreye giriyordum.
İnsanların ödevlerini yaparak kazandığım parayla aldığım ilaçları babamın vitamin kutusunun içine koyuyordum. Okuldan eve geldiğimde, her akşam bir tane alıyor ve sabah altıya kadar kesintisiz ders çalışabiliyordum. Bir saatlik uykuyla okula gittiğimde ise hâlâ hapın etkisi devam ediyor ve beni ayakta tutabiliyordu.
Sınava üç hafta kaldığında bir günde girdiğim deneme sınavı sayısı dörde çıkmıştı. Sınav çıkışlarında bana özel bir sınıf açılıyor, her dersin öğretmeni sırayla benim oturduğum sınıfa geliyordu. Yapamadıklarımı çözüp konu tekrarı yaptıktan sonra gidiyorlardı ve diğer bir denemeye geçiyordum. Bu tempodan sonra eve gelip yeniden ders çalışmak zorunda kaldığımda -ki hâlâ hiçbir denemede tüm soruları doğru yanıtlayamıyordum, mutlaka bir ya da iki yanlışım oluyordu- yorgun oluyordum.
İşte tam da o hafta, haplardan günde iki tane almaya başladım. Bazen birinciyi alıyor, ikinciye ihtiyacımın olmadığını kendime söylüyordum ama daha sonra kendime yenik düşüp vitamin kutusuna yeniden uzanıyordum.
Annemle babam, günde yirmi iki saat ders çalışıyor olmamdan son derece memnunlardı. Hâlâ nasıl bu performansı gösterebildiğime anlam veremiyorlardı ama sonucu onları tatmin edecekti. Ben onların başarılı kızlarıydım.
Başarılı olmalıydım.
Başarılı olmak zorundaydım.
Başarı.
Başarı.
Başarı.
“Esma!”
Gözlerimi çalışma masamdaki antika lambadan çekip o sırada çözüyor olduğum testin üstüne bırakılmış kırmızı güle çevirdim. Başımı kaldırıp yanıma baktığımda Burak’ın bir elini çalışma masama, diğer elini ise oturduğum sandalyenin arkasına koyduğunu gördüm. Bana çok yakındı. Ne kadar zamandır burada olduğunu ya da bana seslendiğini bilmiyordum.
“Çalışmam gerekiyor,” dedim ve kahverengi gözlerindeki korkuyu göz ardı ederek yeniden masama döndüm.
“Hayır, artık durman gerekiyor.”
Elime kalemimi aldım ve bana getirdiği gülü incelemeye başladım.
“Duramam,” dedim ve gülü sapından tutup kitap yığınlarıyla dolu olan masamda benden uzağa koydum. Dikenlerin avcumda bıraktığı yanma hissine aldırmadım.
Elim kanıyor mu diye bakacak zamanım yoktu.
Canım yandı mı diye düşünecek lüksüm yoktu.
Son zamanlarda Burak’ı kendimden uzaklaştırdığımı kabul edecek ve bunun için son derece pişman olacak bir Esma artık yoktu.
Başarı.
Başarı.
Başarı.
Başımı biraz kaldırıp çalışma masamın üst rafında bulunan vitamin kutusuna baktım. “Vitamin almam gerek,” dedim. Elimi kutuya doğru uzatırken Burak benden önce davrandı ve kutuyu o aldı.
“Bunun vitamin olduğuna inanmamı mı bekliyorsun gerçekten?”
Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissedebiliyordum. Yüzümdeki kaslar gerildiğinde yakalanmış olmanın korkusu, damarlarımda pompalanan adrenalin ile dans ediyor ve o kutuya olan ihtiyacım adeta bir şarkı gibi mırıldanıyordu bana.
“Kutuyu ver,” diye fısıldadım. Ağlıyor muydum? Neden ağlıyordum ki? Üzgün değildim, çok mutlu da değildim. Koşmak istiyordum. Neden koşmak istiyordum? Ben yorgundum. Ama neden yorgundum? Bir tane içsem yorgunluğum anında geçecekti ve istediğim kadar koşabilecektim.
“Bu kutuyu babana vereceğim. Sana değil.”
Her bir hücremin oksijene olan açlığını hissedebiliyor, onların haykırışlarını kulaklarımda duyabiliyordum. Susmaları lazımdı. Artık susmalıydılar!
“Burak… Anlamıyorsun…”
Söylediğim kelimeler ağzımdan çıkarken zorlanıyorlardı. Beynimde konuşmamı sağlayan taraf sanki bir ağa takılmıştı. Oysa düşünmemi sağlayan taraf benimle dalga geçercesine parti yapıyordu.
“Her şeyi anlıyorum meleğim. Yorgunsun, herkesten çok daha fazla çalışıyorsun ve sadece senin o büyük kalbinin taşıdığı yük…”
“Bana o kutuyu ver!”
Burak’ın üstüne atladığım gibi elinden kutuyu almaya çalıştım. Kendi kontrolüme sahip değildim. Evde miydik okulda mıydık, üç yıl önceki tiyatro sınıfında mıydık hatırlayamıyordum. Hangi yıldayız bilmiyordum. Günlerden neydi?
Adım neydi?
Tek bildiğim şey, doğmamın nedeni, o gün orada bulunmamın nedeni olan; karşımdaki insanın elindeki, hücrelerimin ihtiyaç duyduğu oksijeni almaktı.
Yere düştüğümde Burak hâlâ ayaktaydı. Son bir senedir benden uzundu, yapılıydı. Hiç değişmeyen kahverengi gözlerinin aksine aynı renkteki saçlarını kestirmişti. Saçlarını ne zaman kestirmişti? Etrafıma baktım. Benim odamdaydık. Günlerden perşembeydi. Kendime gelmiştim. Az önceki çılgınlığımın ve yaptığım davranışın şoku içerisinde ellerimle ağzımı kapattım.
“Kendine gel, aynaya bak, ne yapıyorsan yap ama çabuk ol. Çünkü sen benim Esma’m değilsin.”
Burak, masamın üstündeki gülü bana doğru eğilerek kucağıma bıraktı ve ardından elinde tuttuğu vitamin kutusuyla birlikte odadan çıktı.
Ben nasıl bir belanın içinde kaybetmiştim kendimi? Sevdiğimin gözlerinde gördüğüm korkuyu, ne olursa olsun ona bir daha asla yaşatmayacağıma and içecek kadar nefret ettim kendimden. Gençliğimden, sağlığımdan, hayatımdan vazgeçiyordum çalışırken.
Her şey artık daha net.
Yakalamayı umduğum başarı uğruna o yolda feda ettiğim hiçbir şeye, hiç kimseye değmezdi aptal bir sınavı kazanmak. Burak’ı kaybetmeye değmezdi. Hani derler ya doğru yerde doğru zamanda bulunmak önemlidir diye… Hayır. Doğru kişiyle olduktan sonra yanlış yerde de yanlış zamanda da aşılamayacak engel yoktu.
Burak benim hayatımı kurtarmıştı.
X
Başarı.
Başarı.
Burak.