༯ 27 ༯
ESMA
Başta ailemi tatmin etmek için çalışıyordum. Yıllar geçtikçe ve başarıyı tattıkça bu olay sadece çalışmaktan daha öteye geçmişti. Başarının tek çıkış yolumuz olduğu bana her gün her dakika hatırlatılıyordu. Bunun baskısını kaldırmak yerine altında ezilmiştim.
Beni Burak uyandırmıştı. Yardım almam gerekiyordu ama ben onu bile kendimden uzaklaştırarak buna engel olmuştum. Ne yaptığımın farkında değildim, sadece ders çalışmaya ve kazanmaya odaklı bir robot gibiydim. İyi bir üniversite kazanabilmek için ilkokuldan beri özel olarak çalıştırılıyordum. Çocukluğumu, gençliğimi yaşayamadan atlıyordum sanki. Hiçbir teste yeteri kadar zaman kalmazken yaşamaya nasıl vakit ayırabilirdim ki ben?
Ortaokulun sonundaki not ortalamamla istediğim her okula girebiliyordum. Aralarından seçim yapma kararı bana aitti. Tıp için iyi bir fen lisesine gitmem önemliydi. Devlet okulları arasında da pek çok seçeneğim vardı ama ben, Burak’la tamamladığımız ortaokulun lisesine devam etmeye karar vermiştim. Okulla aynı ismi taşıyan iki lise vardı. Biri anadolu lisesiydi, diğeri ise bahsettiğim gibi fen lisesiydi.
Öğretmenler öğrencilerle fazlasıyla ilgileniyorlardı. Not ortalamam sayesinde yüzde yüz bursu zaten kapmıştım, üstelik bana ekstradan maaş da vereceklerdi. En ama en önemlisi Burak’la aynı okulda, aynı sınıfta olmaya devam edebilecektim.
Ailemizin durumunu ve kendi isteklerimi göz önünde bulundurunca en mantıklı seçimi yaptığımı düşünüyordum, ta ki onuncu sınıf gelene kadar…
Takip edildiğimizi ilk fark ettiğimde öğlen teneffüsünde Burak’la yemeğimizi yiyorduk. Göz göze geldiğimde başka yöne dönen yüzü, küçümseyici bakışlarıyla daha tanımadan hoşlanmadığım biri vardı. Normalde asla insanları tanımadan yargılamazdım ama o kızda bir şeyler vardı ve o şeyler benim canımı sıkıyordu.
Nereye gitsek o kızı görüyor olmamı önce tesadüfe bağlamıştım. Aynı okulda okuyorduk ve eğer aynı okulda okuyorsak buralarda oturuyor olabilirdi. Burak’la takıldığımız mekânlara da gidiyor olabilirdi. Bunlar olabilecek şeylerdi, ancak okulda biz ne zaman yemek yesek bizimle aynı anda masasına oturup kalkacak kadar da tesadüf yaşanamazdı.
“Gidelim,” dedim.
Az önce kocaman bir ısırık aldığı sandviçini ağzından uzaklaştırdı. “Daha yerdik…”
Gözlerimi o kızdan ayırmıyordum. Siyah ve omuzlarında biten saçlarını yüzüne bilerek düşürmüştü, emindim. Saklandığını sanıyordu.
“Yiyeceğiz zaten. Sadece benimle aynı anda ayağa kalkıp beş saniye beklemeni rica ediyorum birtanem,” dedim.
Burak ağzındaki sandviçi iki kez daha çiğnedikten sonra sandviçini tepsiye bıraktı. “Ne zaman kalkıyoruz?”
“Şimdi.”
Ayağa kalktıktan sonra bir şeylerle uğraşıyormuş gibi gözükmek için tepsimdeki pudingle kutu sütün yerlerini değiştirdim.
“O kız yine mi arkamızda oturuyor? Esma, hayatım, gerçekten de her gün bizi takip ettiğini düşünmüyorsun değil mi?”
“Orasını göreceğiz,”
Tepsimi elime aldım. Gözlerimi kızdan ayırmıyordum. “Sen de tepsini alıp sanki masadan kalkıyormuş gibi yapar mısın?”
Burak sandviçinden bir ısırık daha aldıktan sonra tepsiyi kaldırdı. Bana inanmıyordu ama yine de yaptığım ricayı geri çevirmedi. Tanıdığım en nazik insandı, onun en sevdiğim özelliği de buydu. Birlikte masamızdan uzaklaşmaya başladığımızda tam da tahmin ettiğim gibi siyah saçlı sapık kız da ayağa kalktı. Hâlâ utanmadan bize bakıyordu.
“Bu burada biter.”
“Efendim hayatım?”
Burak anlamayan gözlerle beni izlerken elimdeki tepsiyi masaya geri koydum ve kızın üstüne yürümeye başladım.
“Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bizden ne istiyorsun?”
Sanki beni ilk defa görmüş gibi “Pardon?” dediğinde yeniden yerine oturmuştu bile.
“Bilmiyormuş gibi davranma. Her sabah okula bizimle aynı saatte varıyorsun, çıkışlarda sevgilimle gittiğimiz kafeye sen de geliyorsun ve her öğle teneffüsünde bizimle aynı anda yemekten kalkıyorsun!”
Kızın attığı kahkahada boğulmasını dilediğimde ilk defa biri hakkında böylesine kötü şeyler düşündüğümü fark ettim. Ne oluyordu bana? Özür dilemeli miydim?
Kahkahası sona erdiğinde “Ne yani metabolizmamın sizinle aynı anda çalıştığını falan mı düşünüyorsun?” diyerek benimle dalga geçti.
Burak bir kolunu belime doladı ve kıza “Özür dilerim, Esma’nın öyle demek istemediğinden eminim,” dedi ve gülümseyerek beni uzaklaştırmaya çalıştı. Olduğum yerde kaldım. “Neden ismimi söylüyorsun? Şimdi adımı da bildiğine göre daha fazla sapıklık yapacağından eminim.”
Kız öyle bir gülümsedi ki hayatımda böylesine kötü niyetli bir gülümseme görmemiştim. Az önce onun hakkında düşündüklerimden dolayı özür dileyip dilememem gerektiğini düşünürken şimdi bu kız hakkındaki hiçbir pis düşüncem için pişmanlık duymuyordum.
“Ne senin ne de tatlı sevgilinin adını biliyorum, şimdi izin verirsen yemeğimi yemeye çalışıyorum.”
İyi bir oyuncuydu ama yanlış kişiye denk gelmişti.
Masaya bir elimi koydum ve ona doğru eğildim. Sinirimin aksine son derece sakin ve alçak bir sesle ona sordum:
“Sevgilimin tatlı olduğunu mu düşünüyorsun?”
İşler şimdi kızışacaktı.
“Hey hey, hanımlar… Sakin olun. Kimsenin kimseyi tatlı bulduğu yok, tamam mı?”
Burak, bu sefer belimdeki koluyla beni kendine doğru çekmeye başladı. “Esma, hadi hayatım biz gidelim. Biliyorsun Ülkü Hoca bizi görmek istediğini söylemişti. Proje aksatmaya gelmez.”
Burak’ın yönlendirmesine kendimi bırakarak kızdan uzaklaştım.
Yemekhaneden çıktığımızda içimde çok kötü bir his vardı. Kızın Burak’tan hoşlanıyor olmasının kıskançlığından da öte bir histi. Sanki göğsümün ortasına oturmuş bir şey vardı ve ne kadar derin nefes alıp versem de kalkmıyordu.
İşin ilginç yanı, kızı bir hafta boyunca bir daha hiçbir yerde görmedik. Ne okulda ne de dışarıda onunla eskisi gibi karşılaşmıyorduk.
“Ben demiştim sana, biraz rahatla lütfen. Normal bir kızdı işte…”
“Bilmiyorum Burak, sanki o gün yemekhanede olanlardan hemen sonra ortadan kaybolması kötü bir şey.”
Topuz yapıp kalemle tutturduğum saçlarımdan önüme düşen tutamı parmaklarıyla, sanki küçük bir kuşun yumuşak tüylerine dokunuyormuş gibi tutup sağ kulağımın arkasına götürdü. O kadar hoşuma gitmişti ki, utanıp elimdeki büyük koyu yeşil kahve fincanını dudaklarıma götürdüm ve arkasına saklandım.
“Neden kötü olsun ki? Kız gitti işte, seni daha fazla rahatsız edemeyecek. Bu iyi değil mi?”
Fincanı ahşap masadaki desenli altlığın üstüne bıraktıktan sonra başımı hayır anlamında salladım. “Bu çok daaha şüpheli bir durum,” dedim. “Onu bir daha hiç görmediğinden eminsin değil mi?”
“Evet.” Artık dolu olmayan çay bardağını dudaklarından uzaklaştırıp masaya bıraktı.
“Etüt çıkışlarında beni eve bıraktıktan sonra otobüs durağına giderken bile mi?”
“Etüt çıkışlarında seni bıraktıktan sonra bile görmedim.”
Kızın yok olması beni hiçbir şekilde tatmin etmemişti ama sanırım paranoyaklaşıyordum. Burak haklıydı. Bırakmanın zamanı gelmişti. Sonuçta hiçbir zararını görmüyorduk ve üstelik artık peşimizde değildi.
Derin bir nefes alıp verdim. “Şimdi annenin ofisine mi gidiyorsun?”
“Evet birtanem.” Pantolonunun cebinden çıkarttığı cüzdanı açtı. Elimi cüzdanının üstüne koydum. “Hey, bu sefer bendensin,” dedim.
Gülümsedi ve ben elimi çektikten sonra cüzdanından on lira çıkarttı. “Sadece işleri kötü dedim, sevgilime içtiğim iki çayı ödetecek kadar yerin dibindeyiz demedim.”
Kendimi kötü hissettim. Bu kafeye ilk defa gelmiştik ve fiyatları bilmiyordum. Yük olmak istememiştim. “Burak, öyle bir şey söylemek istemediğimi biliyorsun.”
Sandalyeden kalktı ve benim olduğum tarafa gelip burnumu öptü. “Biliyorum tabii, seninle dalga geçiyorum meleğim. Yarın görüşürüz,” dedi ve burnumu üç kez daha öptü.
Elindeki iki dolu tepsiyle servis yapmaya giden sarıya yakın kumral saçlı garsonu yakaladı. On lirayı tepsilerden birinin üstüne bıraktıktan sonra bizim yaşlarımızdaki garsonun burnundan neredeyse kaymak üzere olan siyah kemik çerçeveli gözlüğü yukarıya doğru itti. Garson çocuk gülümseyerek Burak’a teşekkür etti. Burak son kez gelip yeniden beni burnumdan öptükten sonra kafeden çıktı.
Ah bu çocuk… Bu kibar, yardımsever ve beni beş yıldır kendine her gün yeniden âşık eden çocuk…
Kahvemden bir yudum aldıktan sonra sandalyemin arkasına asılı olan çantamdan fizik kitabımı aldım. Ödevimi burada bitirirsem eve gidince dans yarışmasının yeni bölümünü yakalayabilirdim.
Kitabı masaya koyup çantamın fermuarını kapatmak üzere yeniden arkama döndüğümde telefonumun mesaj sesini duydum. Burak’tan geldiğini düşünerek yüzüme yayılan gülümsemeyle önce arka gözün fermuarını kapattım, ardından ön gözü açıp telefonumu aldım.
Mesajı gönderen isimde BİLİNMEYEN yazısını gördükten sonra masaya döndüm. Operatör mesajı mıydı? Telefonumun SMS kısmına girip mesajı açtığımda bir multimedyanın yükleniyor olduğunu gördüm. Bakalım bu sefer kaç bin SMS kaç GB internetle hediye geliyordu?
Yüklenen medyanın bir video veya afiş olmadığını gördüğüm anda şok oldum. Burak’ın birkaç saniye önce kafeden çıkarken çekilmiş bir fotoğrafıydı.
Ayağa kalktım. Fotoğrafın az önceye ait olduğundan emin olmak için kafeden çıktım ve fotoğraftaki kapıyla kafenin kapısını karşılaştırdım. Aynıydı. Yanılmamıştım. Endişeyle çevreme bakındım. İş çıkış saatiydi ve cadde kalabalıktı. Tanıdık tek bir yüz bile görememiştim.
Kafeye girdim ve eşyalarımın olduğu masaya oturdum. Telefonumun arama kısmına girip Burak’ın adına bastım.
“Şimdiden özleyeceğini biliyordum.”
“Burak! Hey, annenin ofisine gidiyorsun ve daha sonra eve annenle döneceksin değil mi?”
“Evet birtanem de korkmana gerek yok. Sesin çok endişeli çıkıyor. Bir şey mi oldu?”
Hâlâ kafenin duvar görevi gören camından dışarı bakıyordum.
“Aaa… Ben… Az önce…”
“Geri dönmemi ister misin? Minibüs yoluna geldim sayılır ama geri dönebilirim. Ne oldu?”
Telefonumun mesaj geldiğini belirten şekilde titremesiyle irkildim. Kulağımdan uzaklaştırdım ve ekrana baktım. Bilinmeyen numaradan gelmiş olan yeni mesaja tek başıma bakamazdım. Korkmaya başlamıştım.
“Siyah saçlı kızdan kurtulduğumuza ne kadar eminiz?”
X
Burak’ın annesinin ofisine geldiğimizde korkum azalmamıştı. Bilinmeyen numaradan arandığını biliyordum ama mesaj gönderilebildiğini bilmiyordum. Yol boyunca Burak beni rahatlatmaya çalışmış olsa bile o da endişelenmişti. Gözlerinden okunuyordu.
“Size şaka yapmaya çalışan bir arkadaşınız olamaz mı? Fotoğraflar korkmanızı gerektirecek kadar tehdit içermiyorlar.”
Ofisi her zaman çimen gibi kokuyordu ve hoşuma gidiyordu. Beni sakinleştiriyordu.
“Evet, haklısın Tuğba Abla. Birinde Burak kafeden çıkıyor, diğerinde ise minibüs yoluna yürürken benimle telefonda konuşuyor. O kız bizimle dalga geçiyor olabilir ama yine de Burak’la bizi, özellikle Burak’ı takip ediyor olması gerçekten korkutucu.”
Burak’ın annesi, masasının arka tarafındaki koltuğunda oturmak yerine bizim olduğumuz taraftaydı. Kalçasını masaya dayamıştı ve ayakta sayılırdı. “Anlattığınız, yemekhanedeki kız değil mi?”
Burak araya girdi. “Fotoğrafları onun çekip gönderdiğinden emin olamayız. Evet, o gibi gözüküyor ve ben de açıkçası bu mesajlarda siyah saçlı kızın parmağı olduğunu düşünüyorum. Ama başka biri de olabilir. Bu ihtimali göz ardı edemeyiz.”
Benim gibi düşünüyor olması içimi rahatlatmıştı.
Tuğba Abla oturduğumuz koltuğun üstündeki çantasını ve ceketini aldı. “Bir daha o kafeye gitmeyin. Mesajları gönderen kişi o kız olsa da, size şaka yapmaya çalışan bir arkadaşınız olsa da bence dikkat etmelisiniz. Biraz bekleyin derim, önce bir daha Esma’yla ya da seninle etkileşime geçecek mi ona bakalım. Korkmayın, sadece ufak bir şakadır diye düşünüyorum ben,” dedi ve ofisin kapısını açtı.
Koltuktan kalkıp yürümeye başladığımızda ilk yaptığım şey telefonumu kontrol etmek oldu. Yeni bir mesaj gelmemişti ama önceden gelenlere bakmaktan kendimi alamıyordum.
Burak beni bir anda kendine çekip “Dikkat et,” dediğinde gözlerimi telefondan kaldırıp soluma baktım. Neredeyse ofisin içindeki dev bina maketlerinden birina çarpacakken beni çekmişti.
“Özür dilerim,” dedim.
Burak elimdeki telefona uzanıp yandan tuş kilidini kapattı. “Cebine değil çantana koy. Sürekli bakmanı gerektirecek bir şey yok. Hem zaten annem biliyor, merak etme.”
Tuğba Abla koridordaki asansörün düğmesine bastıktan sonra arkasına dönüp bana baktı. “Evet, bana söylemekle çok iyi yaptınız. İleride başınıza çok şey gelecek. Bir sürü yeni insanla tanışacaksınız ve yeni şeyler deneyimleyeceksiniz. Aklınızda herhangi bir soru işareti ya da içinizde bir gram bile endişe olduğunda bize gelmeniz çok önemli. Bizim görevimiz size yardım etmek,” dedi ve bana sarıldı.
“Teşekkür ederiz,” dedim gülümseyerek.
Asansör geldiğinde benden ayrıldı. “Sadece bana değil Burak, babana da gidebilirsiniz; ya da Esma’nın annesiyle babasından da yardım isteyebilirsiniz. Biz de sizin yaşlarınızdan geçtiğimiz için sizleri anlıyoruz ve bu yaşımızdaki tecrübemizle yardım etmeye çalışıyoruz.”
Burak “Tabii sen on altı yaşındayken cep telefonu adındaki bir aygıtla yüksek çözünürlüklü fotoğraf çekip anında onu istediğin kişiye gönderebilecek, hatta bunu yaparken numarasını gizleyebilecek teknolojiye sahip sapıklarla uğraşmamışsındır diye tahmin ediyorum ama yine de sen bilirsin anneciğim,” dedi ve güldü. Hepimiz güldük.
Tuğba Abla Burak’ın söylediği uzun cümleyi tek seferde anladıktan sonra “Bak orada haklı olabilirsin,” dedi ve asansörde otoparka inen katın numarasına bastı.
İşlerinin iyi gitmiyor olmasına üzülüyordum. İyi bir mimardı ve eşiyle birlikte en iyi şirketlerden birinde çalışıyorlardı. Normalde üç sokakta maksimum bir tane inşaat görürdük. Dört yıla kadar İstanbul’daki neredeyse her binanın yenilenmeye başlayacağını duyduğumuzda bunun mimarlar açısından iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm ama Burak’ın ailesi için bu olay hiç de iyi haber gibi gelmemişti. Dediğim gibi, en iyi şirketlerden birindelerdi ama projeler arttıkça şirketler arasında rekabet de beraberinde geliyordu.
Her şirket bünyesinde en iyi mimarları barındırmak için resmen takla atıyordu. Rakip şirketlerdeki başarılı mimarlara karşı koyamayacakları teklifler sunup onlara kendi binalarında daha iyi pozisyon ve tabii ki daha iyi maaş veriyorlardı.
Burak’ın annesi ve babası, çalıştıkları şirkette müdür ve müdür yardımcısı pozisyonundaydılar. Gün geçtikçe daha çok mimar kaybediyorlardı. Halk, apartmanlarını araştırıp kıyaslayarak karar verecekleri kaliteli şirketlere yeniletmek yerine çevrelerinde en çok gördükleri şirkete yeniletmek istiyordu. Burak’ın deyişiyle “Aaa evet teyzemin kızının evini de onlar yaptılar, onlar iyidir iyi” mantığı vardı.
Böylesine tatlı ve iyi insanların üzülmelerine katlanamıyordum. Burak’ın da üzülmesini istemiyordum, ailesinin de. Durumlarının ne kadar kötüye gittiğini tam olarak bilmiyordum çünkü Burak bana neredeyse hiç çaktırmıyordu. Elimde olsa yardım ederdim çünkü Burak’ın ailesi bana sekizinci sınıfta yaşadığım travmalarda çok destek olmuştu. Bana evlerini açmış, beni bazen dışarı çıkartmış, hatta bazen Burak’la bize konser bileti hediye etmişlerdi…
Burak’ın ailesi resmi olarak benim ikinci ailemdi. Babaannesinden büyük amcasına kadar herkes beni tanırdı. Hem, üstelik her pazar sabahı Burak’ın anneannesinin evinde kurabiye yapıyorduk. İnanılmaz bir tarifi vardı ama sağ koluna felç indiği için yemek yapmakta çoğu zaman zorlanıyordu. Ona uzun zamandır ben de anneanne diye sesleniyordum ve onunla kurabiye yapmak, ona yardım etmek benim için bir onurdu.
İnsanlara vermek istediğim çok şey vardı. Bazen yolda yanlarından geçerken insanların başka tarafa baktıkları dilencilere bir ev vermek, çalışıp para kazanabilecekleri bir iş sağlamak istiyordum. Bazen durumu olmayan ama hevesli çocuklar için bir sanat okulu açıp ücretsiz tiyatro, dans, müzik ve resim dersleri vermek istiyordum çünkü kendi küçüklüğümü biliyordum. Bazense sekizinci sınıfta yaşadıklarımla bulaştığım belalar hakkında ortaokuldaki çocukları bilgilendirmek, onlara doğru yolu göstermek istiyordum çünkü herkesin Burak’ı yoktu. Ben çok şanslıydım. Yanımda bana bu dünyadaki herkesten çok değer veren ve beni ben olduğum için seven bir çocukluk arkadaşı, dost ve son derece yakışıklı bir sevgili vardı.
Bir insan hayatı boyunca toplamda kaç kişiyle tanışır? Cevap sizi korkutabilir, haklısınız. Şu dünyada Burak’la tanışabilme şansına sahip olabilecek her kişi şanslıdır benim gözümde. Onun iyi niyeti ve yardımseverliğini gördükten sonra kendine bir şeyler katamayacak insan yoktur bence.
İyi ki o var. İyi ki Burak var ve benimle. Onu çok seviyorum.
Acaba o da böyle düşünüyor muydu?
Tamam, beni sevdiğini biliyordum. Biz daha tanıştığımız gün, daha çocukken birbirimizin ilk aşkı olduk ve aynı zamanda son aşkı olmayı da kalplerimizde hedefledik. Kelimelere döküp birbirimize itiraf etmemiz iki sancılı ergenlik yılımızı almıştı ve şu an hâlâ yan yanaydık. Sahip olduğumuz şey, birbirimize olan inanılmaz çekimimiz ve sonsuz sevgimiz gerçekten gözle görülebilecek düzeydeydi ve işte beni en çok korkutan da buydu.
İlişkimize dokunmaya çalışacak herkes tehditti. Sekizinci sınıftayken ilişkimize zarar verebilecek kişilerin bir tek ikimiz olduğunu anlamıştım ve onun korkusu beni kendime getirmeye yetmişti.
Ama bu sefer çok farklıydı. Zarar vermeye çalışan kişi, ilişkimize zarar vermeye çalışmıyordu.
Burak’a zarar vermeye çalışıyordu.
Onu takip ediyor, fotoğraflarını çekiyor ve bir de benimle oynamak için bana gönderiyordu. İşte bu beni her zamankinden çok daha farklı şekilde etkiliyordu. O siyah saçlı kızı, Burak’ımın saçının teline dokunacak olsa bulurdum ve ona en kibar olmayan şekilde, yaptığı şeyin hoşuma gitmediğini belli ederdim.
Asansörde önde Tuğba Abla, arkada Burak’la ben duruyorduk. Telefonumun mesaj sesini duyduğumda dudaklarım aralandı. Kendime şimdilik endişe etmem gereken bir şeyin olmadığını hatırlatıyordum. Her gelen mesaj ondan olacak değildi sonuçta, öyle değil mi?
Bir kolumu sırt çantamın içinden geri çekip çantayı tek omuza indirdiğimde ön göze uzandım. Bu sefer fotoğraf değildi. Daha kötüydü.
Gönderen: BİLİNMEYEN
Annenize söylemek mi? Gerçekten komiksiniz.
Bu arada, herhangi birine bir daha bir şey söylerseniz kötü olur, beni denemeyin derim.
Başımı kaldırıp Burak’a baktığımda çoktan telefonumun ekranındaki mesajı okuyor olduğunu gördüm. Bana baktı, önce yutkundu. Ardından annesiyle konuşmak için ağzını açtığında korkuyla işaret parmağımı dudaklarıma götürerek ona susmasını söyledim.
Burak’a zarar gelmesine asla izin veremezdim.