༯ 29 ༯
ESMA
Kalemi elimden bırakır bırakmaz bana yardım ettiği için programa teşekkür ederek onu kapattım. O gece son defa internete girdim. Subway bir sandviç dükkânıydı ve şansıma, o kadar da çok şubesi bulunmayan bir sandviç dükkânıydı. İstanbul’daki tüm şubelerin listesi önüme geldiğinde hepsinin adresini kopyalarak sırasıyla farklı sekmelerde Google Maps’e, yani haritalar ve navigasyon programına yapıştırdım.
İncelemeye öncelikli olarak okula en yakın olanla başladım. Bu Subway bizim okuldan 4.6 kilometre uzaklıktaydı. Çevresindeki sokaklarda gezinerek orada olan mağazaların ve restoranların arasına gizlenmiş herhangi bir stüdyonun olup olmadığına bakıyordum. Biraz gezindikten sonra gördüğüm bir sanat galerisi ile durakladım. Burak’ın bulunduğu karanlık oda, sadece bir stüdyoda bulunmak zorunda değildi. Herhangi bir sanat galerisinde ya da ozalitçide de olabilirdi. Bu ihtimaller dikkat etmem gereken yerlerin sayısını üçe çıkarttığında gözlerimi olası mekânlar için dört açtım.
Karanlık odanın bir apartman dairesinde dahi kurulabileceği düşüncesini bir kenara bırakarak elimdeki ipuçlarının verdiği umuda yoğunlaştım. Eğer listesini çıkartıyor olduğum mekânların hiçbirinde Burak’ı bulamazsam başladığım yere geri dönecektim ve işte bu olumsuz ihtimali o zaman düşünecektim.
Uykuyu hayatımdan zaten uzun bir süreliğine çıkarmıştım. Yorgunluğa alışan gözlerimin yanmaya alışmış olmalarıyla yaptığım yirmi dakikalık detaylı araştırmadan sonra, çevresinde fotoğrafçılığa dair herhangi bir mekânın bulunduğu Subway şubelerinin sayısı üçtü. İkisi İstanbul’un bu yakasında, biri ise karşı yakasındaydı. Bilgisayarla uğraşırken şarj edebileceğim ama o panikle bunu aklıma getiremediğim telefonuma bu yakadaki iki şubenin adresini girdim.
Aklım daha yeni çalışmaya başladığı için en azından giyinirken biraz dolsun diye telefonumu şarja taktım. Hâlâ ses çıkartmamaya çalışırken hazırlanmak zordu. Işığı yakamıyor, hızlı hareket edemiyordum. Evden birinin uyanması demek benim dışarıya çıkamayacak olmam anlamına gelirdi.
Masaya geri dönüp birinci çekmeceyi açtım. Evde elektriklerin kesilmesi ihtimaline karşılık bana hediye edilen el fenerinin ilk kez işe yarayacağı bir durum çıkmıştı. Kıyafet dolabımı açarak beni en görünmez kılacak kıyafetleri bulmaya çalıştım. Siyah pantolonumu çıkarttım ve yatağın üstüne koydum. Sabaha karşı olduğu için havanın soğukluğunu tahmin edebiliyordum. Önce bir siyah tişört, ardından siyah kazak alarak pantolonun üstüne bıraktım. Dolabın kapağını yavaşça kapattıktan sonra feneri yatağa attım ve hızlıca pijamalarımdan kurtuldum.
Bir yere gizlice girerken nelere ihtiyaç duyacaktım? Ha, ihtiyaç duyacağım şeyler bende var mıydı ki? Ufak, siyah ve deri olan sırt çantamı durduğu yerden aldım ve el fenerini kapatarak içine attım. Cüzdanımı ve telefonumu yerleştirdim. Montumu giydim ama önümü kapatmak için dışarıya çıkmayı bekledim. Onun yerine bilgisayarı kapattım. İpuçlarının yazılı olduğu kâğıdı katlayarak montumun cebine yerleştirdikten sonra yapacağım şeyin ciddiyetine ancak vardım.
Saçımı at kuyruğu şeklinde toplarken aklıma bir fikir geldi. Bu işin şakası kaçalı çok olmuştu. Artık birilerinin polise gitmesi gerekecekti. İkinci çekmeceden yeni bir kâğıt alarak bir not bırakmaya karar verdim. Akranımız olan bir kızın, düşük ihtimal de olsa ikimizi birden aynı yere kilitlemesi ve aptal oyunlarını devam ettirmesi ihtimaline karşılık tedbir aldım.
Mesaj ve fotoğraflarla aylardır bizi takip ve tehdit eden Beyza isimli kız Burak’ı karanlık bir odaya kilitledi. Burak iki gündür orada. Kanıt bilgisayarımda var. Onun peşinden gidiyorum. Gittiğim yerler bilgisayarımı açtığınızda internet geçmişimden ulaşabileceğiniz adresler.
Hızlı ve kısa notlarla yazdığım kâğıdı bilgisayarımın üstüne bıraktım. Anahtarımı da aldıktan sonra odamdan çıktım. Yavaş adımlarla mutfağa ilerledim. Babamın horlamalarının dışında çıt çıkmıyordu, uyum sağladım. Okula giderken yanımda götürmem için annemin koliyle aldığı su şişelerinden bir tanesini koliden çıkartarak tek omzuma asılı duran çantama koydum. Musluğun hemen üstündeki dolaptaki abur cuburlardan iki kek ve bir gofret aldım, onları da çantama yerleştirdim.
Burak tam iki gündür oradaydı ve umarım yiyebildiği tek şey bir sandviç olmamıştı.
Evden çıkmak o kadar kolay olmuştu ki sanki gece birazdan yaşayacaklarımla dalga geçiyormuş gibi davranmaya başlamıştı. Saatin son baktığımdan çok ama çok daha geç olduğunun farkındaydım ama gözümü korkutmamak için kaç olduğuna bakmadım. Boş sokaklarda yürüyüp minibüs yoluna ulaşmaya çalışırken öncesinde aklımda nasıl bir dünya kurmuştum bilmiyordum ama birilerinin bana bulaşmasını bekledim.
Öyle olmadı. Sorunsuz şekilde içinde dört kişinin bulunduğu minibüse bindim ve boş olan koltuklardan en arka, sol köşeye oturdum. Uyanmama yalnızca birkaç saat kalmışken minibüse binmek de sandığım kadar korkutucu olmamıştı.
Normalde kırk beş dakika süren yol, olmayan trafikle ve tam da ihtiyacım olan hızla sadece dokuz dakikamı almıştı.
Önünde indiğim Subway’de durup çantamdan telefonumu çıkarttım. Navigasyonu açıp bana bulunduğum yeri göstermesini istediğimde bilgisayardaki harita mobil için çok daha güzel çizilmiş bir versiyonuyla karşıma çıktı.
Listemdeki bana en yakın mekân, elli metre sonra sağdaki sanat galerisiydi. Koşar adımlarla gidip vitrininin önünde durduğumda hayal kırıklığına uğradım. İçeride sadece tek bir eser vardı ve tablo kocaman bir şekilde, tüm heybetiyle boş galerinin tam ortasında duruyordu. Kapılara asılan Açık/Kapalı yazısının kartonunda, aşağıya küçük harflerle yazılmış bir yazı vardı:
Atölye veya stüdyo alanımız yoktur. Yalnızca alışveriş amaçlı ticari bir dükkândır.
Üstelik vitrinden gözüken eserin kaç bin lira değerinde olduğunu tahmin edersem, kapının hemen yanında neden bir alarmın yanıp söndüğünü de çözmem vakit almayabilirdi. Burası iyi ki de sadece ticari amaçlıydı. Gizlice girmemin hiçbir imkânı yoktu.
Telefonumdaki haritayı çıkartıp listedeki ikinci sıraya koyduğum fotoğrafçı için nereye doğru yürümem gerektiğine baktım. Kaldırımdan inip karşıya geçtim. Burak için duyduğum endişeden mi yoksa yapıyor olduğum şeyin korkusundan mı bilmiyordum ama hava o kadar da soğuk gelmiyordu. Ağzımdan nefes verirken çıkan buhar sadece orada öylesine varolan bir efekt gibiydi.
Ve yine, gece benimle dalga geçiyordu.
Soldaki sokağa döndüğümde minibüsten indiğimden beri ilk defa birileriyle karşılaştığımı fark ettim. Tamam, apartmanlarda yanan ışıklar, izlenen televizyonların perdelere yansıyan hareketleri vardı ama benim gibi bir elinde telefon, diğer elinde zaman zaman cebinden çıkarttığı, karanlık odada bilgisayarın ekranından çıkan ışıkla karman çorman yazılmış ipuçlarını tutan küçük kızlar yoktu.
Uzaktan silüetleri gözüken o beş kişiyle yollarımız kesiştiğinde aslında benden o kadar da büyük olmadıklarını fark ettim. Değişik kıyafetleri ve tuhaf davranışları yüzünden normalde karşılaşsam karşı kaldırıma geçeceğim tiplerdi ama şu anda Burak’a ulaşmanın dışında hiçbir şey umrumda değildi. Dağıttıkları bir partiden dönüyormuş gibiydiler ama içimden bir ses onların hayatlarının tamamının bir parti olduğunu söylüyordu.
Haritaya göre hiçbir ulaşım aracına binmeden yaklaşık on beş dakika yürümem gerekiyordu. Beşi zaten geçmişti, kalan onuysa geçmek bilmiyordu. Çevreme baka baka yürüyordum. Fotoğrafçının ismini hiçbir tabelada henüz görememek sanki yanlış yerdeymişim ve zaman kaybediyormuşum gibi bir his veriyordu. Oysa yapmam gereken sadece devam etmekti. Yakaladığım ipuçları vardı. Fenerim bile vardı. Sakin olmalı ve asıl fotoğrafçıya vardığımda içeriye nasıl gireceğim sorusuna cevap bulmalıydım.
Haritanın gözüktüğü ekrana mavi ve kırmızı ışıklar sırasıyla vurmaya başladığında korkuyla başımı kaldırdım. Polis, sessizce kaldırımda yürüyen bu masum, henüz hiçbir yere gizlice girmediği için panik yapmasına gerek olmayan kızın yanında durmuştu.
“İyi akşamlar hanımefendi.”
Yutkundum ve telefonumun tuş kilidini kapatarak cebime, avucumun içine sıkıştırarak yok ettiğim kâğıtla birlikte koydum. Arabanın içinden bana bakan iki polisle ellerim cebimde konuşuyordum. Harikaydı.
“İyi akşamlar.”
Ne yaparsan yap bozuntuya verme. Sen iyi bir insansın. Daima iyi bir insan oldun. Geçen hafta sokakta bulduğun bir bacağı olmayan kediyi veterinere bıraktın. O sırada paraya çok ihtiyacının olmasına rağmen hesabı senden on lira eksik almış olan garsona hesaba yeniden bakmasını söyledin. Tiyatroda ölesiye oynamak istediğin o rolü sen kapmış olmana rağmen diğer kız çok üzüldüğü için ona verdin. Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol.
“Bu saatte dışarıda olduğunuzu aileniz biliyor mu?”
Başımı olumlu anlamda salladım. “Biz Trabzon’da, memleketteyken daima erken kalkardık. Buraya taşındığımızdan beri de alışamadım işte. Ben de erkenden kalkıp okula gidiyorum. Ödevlerimi orada yapıyorum.”
Şivemin bir anda nereden geldiğini anlamamıştım ama işe yaramıştı.
“Hemşeriyiz, desene.”
Gülümsedim. Hiçbir şey söylemedim.
“Buralarda araba hırsızlığıyla uğraşan bir çete varmış, acaba görmüş olabilir misin?”
Şu polisleri başımdan savmak için ne yapmam gerekiyorsa yapardım. “Sanırım evet,” dedim. Benden uzaklaşmaları için onlara gideceğim yolun tam tersini tarif edecekken bir an duraksadım. “Tuhaf giyiniyorlar mı?”
Şoför koltuğundaki hemşerim yanındakine dönüp ondan onay aldıktan sonra “Olabilir,” dedi.
Gerçekten gördüğüm için yalan söylemem gerekmemişti. Bu durum beni biraz olsun rahatlatmaya yetmişti. Elimle az önce geçtiğim sokağı göstererek “Araba hırsızlığı ile ilgili hiçbir olay görmedim ama az önce yürürken birilerine rastladım. Buradan U dönüşü yaparak dönün, sağdaki sokağa gireceksiniz. Veteriner ya da pet shop tarzında bir yer vardı hatırladığım kadarıyla,” dedim.
“Çok teşekkür ederiz, iyi dersler size.”
“İyi nöbetler.”
Arabanın gitmesini beklemeden yürümeye başladım. Arkalarından gizli bir iş çevirmediğimi gösterebileceğim herhangi bir yürüyüş tarzı vesaire düşündüm ama saçmaladığımın farkında vardım. Birkaç dakika sonra ilk defa arkama dönüp baktım. Çoktan gözden kaybolmuşlardı. Hızlıca cebimden telefonumu çıkarttım ve navigasyonun gösterdiği yöne doğru bu sefer yürümeye değil, koşmaya başladım. Etrafta polisler olduğu sürece benim bir fotoğrafçılık stüdyosuna gizlice girmem kolay olmayacaktı.
X
Montumun kapşüonuyla başımı ve elimden gelen en iyi şekilde yüzümü kapattıktan sonra stüdyonun bulunduğu apartmana yaklaştım. Giriş katındaki stüdyonun kapısı, aynen yanındaki diğer dükkânlar gibi kendi cam kapısına sahipti. Herhangi bir demir ya da koruma yoktu. Yalnızca kapı orada, sağlam şekilde, sorunsuz biçimde duruyordu. Derin bir nefes alıp verdim. Stres yapmıştım. Dükkânda alarm yoktu ama camın kırılma sesi mutlaka apartmanı ayağa kaldıracaktı. Polislerden önce olaya müdahale edecek apartman görevlisini ve apartman sakinlerini hesaba katarak maksimum otuz saniye içinde çıkmam gerektiğini hesaplamıştım. Burak’ın ailesinin de bir parçası olduğu kentsel dönüşümün her iki apartmanda bir inşaat alanı yaratmasını fırsat bilerek birkaç tuğla ve ağır taş topladım. Geri dönüp cam kapının önüne geçtikten sonra artık yapmam gereken tek bir şey kalmıştı.
“Özür dilerim fotoğrafçı amca.”
Kucağımdakilerin hepsini önce yere bıraktım. Telefonumdan kronometreyi açıp otuz saniyeye ayarladım. İçeriye girdiğimde yapacağım telaşla sayı saymam imkânsız hale gelecekti. Süreyi başlattıktan sonra, aralarından hangisini hangi sırayla kullanacağıma karar verme gereği duymadan en üstteki tuğlayı var gücümle cam kapıya fırlattım. Parçalanıp düşen camın çıkarttığı ses beni yerimde zıplattı. Tahmin ettiğimden çok daha büyük bir gürültü yaratmıştım.
Çok beklemeden ikinci taşı da alıp alt kısımlara doğru attıktan sonra artık kapıyı içinden geçilebilecek şekle getirmiştim. Camlara dikkat ederek içeri girdim. Görünürde ufak bir yerdi. El fenerimi açtım. Kasasının olduğu tarafa geçtim. İki bilgisayar, birkaç evrak… Dükkânın arka kısmına uzanan koridoru gördüğümde ilk olarak mutfağa girdim. Kalbim ağzımda atıyor gibiydi. Ufak bir musluk ve ocaktan ibaret mutfaktan çıkıp tuvalete geçtiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Bu dükkân yalnızca bu kadarlık alandan ibaretti.
Kronometre montumun cebinden ötmeye başladığında nefesimi tuttum ve koşarak dar koridoru geçtim. Düşen kapüşonumu yeniden başıma geçirerek dükkândan çıktım. Koşmaya başladığımda hâlâ nefesimi tutuyordum. Arkama bakmamam gerekiyordu ama her dört saniyede bir bakıp apartmanda açılan ışık sayılarının arttığını görüyordum. Sayı arttıkça hızımı da arttıyordum.
Polisleri yönelttiğim sokaktan ve az önce talan ettiğim dükkândan uzağa kaçarken gördüğüm ilk otobüs durağında beklemeye başladım. Gelecek ilk otobüse binecek ve biraz uzaklaştıktan sonra inip gitmem gereken diğer Subway şubesini bulacaktım.
Bakışları ile neden bu saatte uyanık olduğumu dahi sorgulamış şoförün yanından geçerken kartımı okuttum. Otobüsün kapısı sadece tek kişi almak için açıldığına dair söylenmeye başladı, kulak tırmalayan sesler çıkartarak kapandı. Sinir olduğum şoförün beni görememesi için onun hemen arkasındaki koltuğa oturdum ve sakinleşmeyi beklemeden telefonumu çıkarttım. Hâlâ açık olan kronometreyi kapatıp haritaya girdim.
Neredesin Burak? Neredesin?
Diğer şubeye gitmek için iki durak sonra aktarma yapabileceğimi düşündüm. Otobüs saatlerini öğrenmek adına minibüsteyken ekran görüntüsü aldığım listeye bakacakken telefonum kapandı. Dudaklarımı birbirine bastırıp çantama kaldırdım. Montumun cebinde bana sadece ağırlık yapardı.
Tamam, telefonsuz kaldığıma göre artık daha çok şey düşünmek zorundaydım. Öncelikle otobüs saatlerinde kalmıştım ki her duraktaki ekrandan hangi otobüsün kaç dakika sonra geleceğini görebiliyorduk. Sıkıntı olmayacaktı. Diğer Subway’in ve ona yakın olan fotoğraf stüdyosunun ise adresini ezberlediğimi düşünüyordum. Zaten sol cebimdeki kâğıda not almıştım. Yalnızca eski yöntemle, dolana dolana bulmak zorunda kalacaktım.
Sanırım çözemeyeceğim tek şey kronometreydi ama bu stüdyo benim son şansımdı. Kaçmama gerek kalmayacaktı. Burak’ı burada da bulamazsam zaten işe polislerin el atmasını isteyecektim çünkü karşı yakaya sabah olmadan geçemezdim. Annemler yokluğumu fark etmeden eve dönmek zorundaydım.
Gökyüzü siyahtan gri ile lacivert arasında yeni bir renge bürünmeye başlamışken ben Subway’i çoktan bulmuş, kâğıtta yazan adrese varmıştım. Ozalitçi çok büyük gözüküyordu. Bir apartmanın yalnızca giriş katına değil ilk katına da sahipti.
“Eğer karanlık odaya sahip bir fotoğrafçı olsaydım, kiramı işte böyle bir yere ödemeyi tercih ederdim.”
Buranın alarmı vardı. Olmalıydı da. İyi bir yere benziyordu. Kapıya yaklaşıp biraz inceledim. Kapşüonumu takmıyor olmam önemli değildi. Burası benim için son duraktı zaten. Diğerinden daha sağlam duran kapıyı kırabilmek için önceki gibi bir yerlerden taş bulmayı denedim, bulamadım. Kapıyı kırmaya da kalkışamazdım. Burak’ı kurtaramadan camların arasında kalırdım.
Oradan çok uzaklaşmadan etrafıma bir kez daha bakındım. Gördüğüm en yakın inşaat şansıma uzakta kalıyordu. Ayrıca hava aydınlandıkça insanlar uyanmaya başlayacaklardı. Artık gerçekten de tüm zamanımı tüketmiştim.
Cam kapıya yaklaşırken çantamı açtım. Evin anahtarını çıkarttıktan sonra camın bazı kısımlarına vurmaya başladım. Kapı hangi sarsıntıdan sonra alarmı harekete geçirir diye düşünürken ötmeye başladı. Alarmın tam altında duruyordum. Bir elimde anahtar olduğu için sağ kulağımı feda etmek zorunda kaldım.
Darbeleri hızlandırdım ve kapı iyice çatlayana kadar devam ettim.
Artık kırılabileceğini düşündüğüm anda geri çekildim ve anahtarı en çok çatlayan yeri hedef alarak fırlattım. Büyük kapı sağanak yağan yağmur gibi aşağıya iner inmez içeriye girdim. Stüdyo odalarının kapılarını tek tek açmaya başladım. Yoktu, yoktu, yoktu… Çalan bir korna sesi duyduğumda dışarıya baktım. İşe gitmekte olan araçlardan biri durmuş, alarma eşlik etmeye başlamıştı.
Onu bulmadan beni götürmelerine izin vermeyecektim.
Merdivenlerden yukarı çıktım. Üst kat büyük fotokopi makineleri, kartonlar ve bilgisayarlarla doluydu. Kapı gördüğüm her odaya giriyor, sadece bir ofis olduğunu görünce çıkıyordum. Beş ayrı kapının beşinin de beni aptal bir ofise yönlendirmiş olması imkânsızdı!
“Burak! Burak neredesin?”
Ses gelmiyordu. Hayal kırıklığıyla hâlâ kaçabilecek zamanımın olup olmadığı görmek için aşağı indim. Stüdyoların arasından geçip çıkışa yönelecekken adımı duydum.
Bağıran sesin gerçekliğini kanıtlaması için yeniden kendini duyurmasını bekledim.
“Buradayım!”
Başımı sola çevirdim. Az önce her birinin kapısını açtığım stüdyoların ışıklarını yaktım. Her biri başka bir ev gibi dekore edilmişti. Sahte eşyaların arasında geçerken Burak’a sesleniyordum. Sesi boğuk geliyordu. Sanki bir şeyin altındaymış gibi…
Zıpladım. Geri düştüğüm zemin bana güven vermemişti. Merdivenlerin olduğu yere koşup basamakların bu katta sonlandığını gördüğümde haykırdım:
“Neredesin?”
“Buradayım! Bilmiyorum! Burası karanlık!”
Tüm gücümü topladım ve katta bir merdivene açılabilecek olan tek yerin stüdyolar olduğundan bir kez daha emin oldum. Bu sefer sakince ama yine hızlı davranmaya hareket ederek hepsini inceledim. Siren seslerinin duyulmaya başlaması beni durdurmadı. Üçüncü sette Eyfel Kulesi manzaları pencerenin önündeki süslü koltuk, yanındaki sahte merdivenle aynı renkteydi. İnsanların sadece iki katlı bir eve sahip olduklarını hissetmeleri amacıyla konulduğundan emin olduğum merdivene bu sefer şüpheyle yaklaştım.
Son basamaklarına doğru stüdyoun siyah perdeleriyle çakışan merdiveni, hepsini kenara çektiğim büyük ve kadife perdelerden kurtardım. Önce kapağı kaldırdım, ardından merdivenlerin devam ettiğini gördüm. Hızlıca indim ve sensörlü ışıklar bana depoyu aydınlattı.
Depoda ilerlerken üstlerinde Yeni Siparişler, Teslim Alınmayanlar, Evraklar yazan beyaz ve plastik kapılara rastladım. Dört kapıdan bir tanesinin üstünde hiçbir şey yazmıyordu, onun da altından çok az kırmızı ışık geliyordu.
Kapıyı açmayı denediğimde kilitli olduğunu gördüm. “Burak, orada mısın?”
Cevap vermiyordu.
“Burak! Kapı kilitli, biraz daha dayanmana ihtiyacım var. Bir yolunu bulacağım!”
Yine cevap vermiyordu.
Etrafta anahtar aramayı bırakıp kapıya yaklaştım. “İyi misin? Orada neler oluyor?”
Kapıya vurduğu iki tık sesiyle bana orada olduğunu belirtti. Yukarıdayken bana son gücünü kurtarak seslenmiş olması artık önümde hiçbir engel bırakmıyordu.
Depoda ne kadar eşya varsa hepsini karıştırmaya başladım. Şu kapıyı açabileceğim herhangi bir alet, oyuncak, ne varsa… İşime yarayacak ne varsa ben o şeyi bulup bu kapıyı açacaktım.
Alarmın sesi alt kata o kadar da çok gelmiyordu. Sakin ama ellerimin titreyerek, kullanabileceğim malzemeleri ortaya koyduğumda iki adet çubuk ve bir ipim vardı. Kapıyı açmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kırmayı denemek zorundaydım.
Öncelikle diğer üç kapıdan birine gidip açmayı denedim. Kilitliydi. Teslim Alınmayanlar’ın kapısı ise açıktı. Kapının içeriye doğru açıldığını gördükten sonra bir oh çektim.
“Burak! Sevgilim! Şimdi kapıyı kırmayı deneyeceğim, tamam mı? Senden olabildiğince kapıdan uzaklaşmanı istiyorum. Beni duyuyor musun?”
Kapıya birden çok kez vurduğunda bir sorun olduğunu anlamıştım.
“Bulunduğun oda karanlık ama ben odayı biliyorum, sana yardım edeceğim. Öncelikle sakin ol, eğer kapıdan uzaklaşamazsan da en kötü ihtimalde alt tarafı kapı sana çarpmış olacak. Kapının nerede olduğunu bildiğin için sana buradan yola çıkarak gitmen gereken yeri tarif edeceğim. Anlaştık mı?”
Bu sefer konuşabilmişti. “Evet,”
“Tamam, şimdi sağa doğru gitmeni istiyorum. Kendi sağına gideceksin. Merak etme, yerler tertemiz ve yerde hiçbir eşya yok. Gidebildiğin kadar sağa git, en sonunda değdiğin direkler odada duran masaların ayakları, tamam mı? Korkmanı gerektirecek bir şey yok.”
Beni anlayıp anlamadığına göre bir tepki vermesini bekledim ama gelmedi.
Kupaların durduğu masadaki tüm bardakları kolumla yere attıktan sonra masayı karanlık odanın kapısının önüne ittim.
“Şimdi kapıyı kıracağım. Hazır mısın?”
Umarım hazırdı.
Kare masayı arka tarafından tutup plastik kapıya doğru hızla ittim. Hiçbir şey olmadı. Hemen pes etmedim. Masayı kendime çekmek daha zor olduğu için diğer tarafına geçerek geri ittim.
“Bir daha deniyorum!”
Bu sefer az öncekinden çok daha sert bir şekilde masayı kapıya vurdurduğumda içindeki sistemin hasar gördüğünden emindim. Bir kez daha denemek için masayı geri getirdim. Terlemiştim.
“Hadi artık!”
Her itişimde daha çok güç kullanmama rağmen ağırlaşan masa, bu sefer kapıda gözle görülebilir hasara yol açmıştı. Kırmızı ışık, plastiğin içeriye göçtüğü yerlerden sızmaya başladığında masayı çekip kapının önüne geçtim. Az önce ortaya, yere bıraktıklarımdan daha kalın olduğunu düşündüğüm çubuğu iki elle tutarak kapının aşınan yerlerine vurmaya başladım.
Gittikçe geriye doğru daha çok esneyen kapı sonunda pes etti ve içeriye girmeme izin verdi.
Burak aynen tarif ettiğim tarafa doğru ilerlemiş ve beklemişti. Görür görmez yanına gittim ve kendimi yere attım. Kollarımı ona sardığımda o da bana sarıldı. Yeterince sıkı sarılamıyordu çünkü çok güçsüz kalmıştı.
“Su ister misin?”
Başını olumlu anlamda salladı. Masayı iteceğim zaman sırtımdan çıkartıp bir yere attığım çantamı alıp geri döndüm. Alarm susmuştu. Bulunmamıza yalnızca birkaç dakika kalmıştı.
Bir şişe suyun tamamını kana kana içtikten sonra ona çantamdaki keklerden birini çıkarttım. Paketini açıp yedirdim. İkinci kekten sonra biraz kendine geldi. Dik oturdu.
“Kör olduğumu sandım,”dedi.
Gözlerim dolu bir şekilde ona tekrar sarıldım. Bu sefer bana sarılışı daha güçlüydü. Saçlarımı kokladı.
“… Seni bir daha göremeyeceğim diye çok korktum,”dedi. Zaman bana hissettiklerini hiçbir şekilde azaltmamış, aksine aramızdaki bağı sağlamlaştırmıştı. “Evlen benimle,” diyeceği güne kadar bu söylediği, duyduğum en güzel söz olarak kalacaktı.
Polisler gelip olduğumuz yerde kalmamızı söylediklerinde onlara uymakta zorlanmadık. Ne onun kıpırdayacak hali vardı ne de benim.
Şu ana kadar en çok hangi karakterin hikayesinden etkilendiniz ve henüz okumadıklarınızdan en çok hangi karakterin hikayesini merak ediyorsunuz? – TikTok yorumlarında buluşalım <3