༯ 3 ༯
CANSU
Evin ışıkları kapalıydı. Havuzun aydınlatması, suyun altından süzülüp cam duvarlı salonu ve açık mutfağı aydınlatıyordu.
Eğer kış mevsiminde olsaydık şömineyi yakardım diye düşündüm, ardından oturduğum büyük koltuktan kalkıp mutfağa ilerledim. Temiz ve boş tezgâhın krem renkli zeminin üstünde, durması gerekenden çok daha şık duran şarap şişelerinin aralarında elimi gezdirdim. Neye göre şarap seçildiğini bilmiyordum, bu nedenle rastgele bir tanesini açmaya karar verdim.
Yarısına kadar doldurduğum büyük kadehi sağ elimle tutup oturduğum koltuğa geri döndüm. Tadına alışık olmadığım bordo sıvı, mavi ve loş ışıkta önce boğazımı yaktı, ardından midemi. Öğle arasında yediğim sandviçin üzerinden saatler geçmişti.
Annemin ve misafirlerinin o şişeleri nasıl bitirebildiklerini düşünmeye başladım. Girişten gelen anahtar sesini duyana kadar tutma şeklini daha geçen gün onları izlerken öğrendiğim kadehi yudumlamaya devam ettim.
Halini gördükten sonra keyfimi bozmak için hiçbir mazeretinin olamayacağını düşünerek oturduğum tek kişilik koltukta bacaklarımı yukarı çektim.
Parke zeminde hareket eden düzensiz topuklu ayakkabı sesleri, saatlerdir eve hâkim olmuş sessizliği ve beni rahatsız ediyordu.
Anahtarları yere düştü. Sesin üst kata kadar gidip beni uyandırmış olabileceğini düşündüğü için hafif bir küfür mırıldandı. Topuklu sesleri devam etti ve portmantoya ulaştı. Anahtarı yerden alma zahmetine bile girmemişti. Evden çıkarken kölesi olduğu hangi marka çantasını yanına aldığını bilmiyordum ama portmantoya bıraktığı şeyin onlardan biri olduğuna emindim.
Arkam dönüktü ona ama ayakkabılarını çıkartıp “Oh, sonunda…” dedikten sonra mutfağı geçtiğini, dolaplardan birini açtığında anladım. Birkaç saniye sonra “Canset! 1918’i sen mi açtın? Onu özel bir güne sakladığımı biliyordun! Cezalısın küçük hanım!” diye bağırmaya başladığında sesimin sakinliğini korudum. “Yukarıda değilim,” dedim.
Yüzümü hâlâ ona dönmemiştim ama bir anda arkasından gelen sesle korkup elindeki kadehi yere düşürdüğünü duydum. Kırılmanın ardından ayağa kalktım ve annemin çıplak ayaklı olduğunu gördükten sonra elimdeki kadehi koltuğun yanındaki sehpaya bırakıp ayakkabılığa yürüdüm. Bir çift terlik çıkarttım. Ona verdiğimde dikkatlice giymesini beklemiştim ama o, umursamaz bir şekilde yavaş yavaş, sallana sallana hareket etmişti.
“Ayağın kesilecek,” dediğimde bana baktı ve kahkaha atmaya başladı.
Sadece bakıyor ve gülüyordu. “Anne ayağını keseceksin,” diye tekrar ettiğimde kahkahası daha da arttı, en azından bu sefer terlikleri giydi.
“Bu kadar eğlenceli olanın ortalığı gece vakti toparlayacak olman olduğunu sanmıyorum,” dedim iğneli bir ses tonuyla.
Kahkası durulduğunda kırılan parçaların arasından çıktı ve salona geçti. Geniş, köşe koltuğa kendini bıraktı. “Neye güldüğümü biliyor musun Canset?” diye sordu.
“Öğrenmek için can attığıma emin olabilirsin,” dedim ciddi bir ses tonuyla.
“Bugün Paris’ten dönen ekiple toplantım vardı ve geçen hafta orada yaptığım defilenin gündeme bomba gibi düştüğünü öğrendim. Ah, başka bir alternatifini düşünmemiştim zaten…” dedi ve başını geriye yatırıp gözlerini kapattı.
Kendime de bir terlik bulduktan sonra annemin yanına geri döndüm.
“Bunun komik olduğunu sanmıyorum.”
“Hayır, komik olan o değil zaten. Komik olan, yani asıl komik olan… Yani komik olan şey…”
“Sarhoşsun, bir de eve gelip içmeye devam etmek istiyorsun,” dedim bitik haline acıyarak.
“Dur! Buldum! Komik olan şey sana kızmış olmam. Yani, 1918’i açmış olsan ne olur, açmamış olsan ne olur. Nasılsa yenisini istetirim…” dedikten sonra yine kahkaha atmaya başladı.
“Ah! Artık sessiz olur musun? Başımı ağrıtıyorsun!” dediğimde bir anda ciddileşti. Saniyeler önceki halinden eser yoktu. “Şarap içmeye de başladık yani?”
“Evet,” dedim.
Az önce söylediklerini unutup bana en baştan “Benim şaraplarıma dokunulmaması gerektiğini söylememiş miydim?” diye bağırmaya başladığında ona yaklaştım. Hâlâ oturmamıştım. “Saatin kaç olduğundan haberin var mı?”
“Burada ben sana hesap soruyorum küçük hanım! Benimle düzgün konuşman gerekiyor! Daha sadece sekizinci sınıfta giden bir genç kız adayısın.”
“Dokuz.”
“Ne?”
“Dokuzuncu sınıftayım,” dedim.
Gözleriyle beni süzdü. Ardından “Olsun, bu senin daha on dört yaşında olduğun gerçeğini değiştirmez,” dedi. Sesi yine yükselmişti.
Sakin bir şekilde “On beş yaşındayım. Hazırlık da okudum,” dediğimde ayağa kalktı. Davranışlarına anlam veremiyordum. Geniş salonda bir ileri bir geri gidiyordu.
“Anne, lütfen uyuyalım artık.”
“Hayır,” diye cevapladıktan sonra büyük pencerenin önünde durdu.
“Yarın yeniden işe gideceksin ve benim de okulum var. Artık uyumamız gerekiyor,” dedim.
Büyük cam kapıyı açtı ve bahçeye çıktı. O gelmeden önce huzurlu bir şekilde oturduğum tek kişilik koltuğa döndüm ve yanındaki sehpadan kadehimi aldım. Her gece aynı şeyi yaşamaktan bıkmıştım. İşten sonra nerelere gidiyordu, neler yapıyordu hepsini biliyordum. Ona “Neden?” diye sorduğumda yaptığı, yapıyor olduğu her şeyin benim için olduğunu söylüyordu.
Kadehteki şarabı dışarı taşmayacak şekilde çevirirken sudan daha farklı bir akışkanlığa, ağırlığa sahip olan sıvının hareketini izliyordum.
Anneler fedakâr insanlardı. Gerçekten ne yaparlarsa, neye katlanırlarsa çocukları için katlanırlardı. Annem de öyleydi. Gerçekten tanıdığım en iyi kalpli ve fedakâr insandı ama artık o yaptığı şeylere kendini öylesine kaptırmıştı ki, gece hayatı “kızı için para kazanmak”tan öteye geçmişti. Zevk almanın tadının paradan geçtiği düşüncesinin sarhoşu olmuştu. Hem geceye hem de…
Su sesi geldiğinde kadehi bıraktığım gibi bahçeye koştum. Başta şaka yaptığını sandım. Söylemeye çalıştığı şeylerin belirsizliği ile gerçekten boğuluyor olduğunu görünce havuza atladım. Suyun içinde o kadar çırpınıyordu ki onu taşımak, yüzeye çıkartmak her saniye daha da zorlaşıyordu.
“Bana bağıracağına nefes almaya çalış! Nefes al!”
Merdivenlerden yukarı sürükleyerek onu havuzdan çıkarttığımda kendini çimenlerin üstüne attı. Göğsü inip kalkıyordu. Tüm gün en az yirmi kez tazelediği makyajı bütün yüzüne yayılmıştı. Ondan uzaklaşıp kendine gelmesini beklemeye başladığım.
Hiçbir şey söylemedi, bir anda ağlamaya başladı. Geceyi inletiyordu hıçkırıkları.
Yanına gittim ve diz çökerek annemin başını kendime çektim. Ona sarıldım. “Tamam, tamam… Geçti…” derken benim de gözlerim doldu. Annem ağlıyordu… Pişman olduğu için ağlıyordu. Sonunda özür diliyordu işte. Eski haline dönecekti. Yine benim annem olacaktı.
“Bu etek Chanel’di!” diye haykırdıktan sonra hıçkırıkları iki katına çıktı.
Kollarımı gevşettim ve ona sarılmayı bıraktım. Gerçekten bunun için ağladığına inanamıyordum. Onu orada öylece bıraktıktan sonra eve girdim ve salonun ışıklarını yaktım. Mutfakta buzdolabıyla duvarın arasındaki süpürgeyi aldıktan sonra cam kırıklarını toparlamaya başladım.
Bu kadından hiçbir bok olmazdı.
İçeri girip “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda refleks olarak “Ne yapıyor gibi gözüküyorum? Pisliklerini topluyorum! Her zamanki gibi!” diye çıkıştım. Ofladı ve ardından tekli koltukların yanına gitti. Benim kadehimi avcuna aldı. “Nasılsa temizliyorlar, bıraksana şunları,” dedi. Kadehi kafasına dikti.
Gerçekten hayret ediyordum. Dönüştüğü insan, beni her gün kendinden daha da uzaklaştırıyordu. Her ne koşulda olursa olsun “annem” olan bu kadına bakmakla, ben küçükken onun beni koruduğu gibi onu korumakla yükümlüydüm. Ancak işimi gerçekten hiç de kolaylaştırmıyordu.
Kadehi sehpaya bıraktıktan sonra “Oh be, kendime geldim,” dedi.
“Kendine geldiysen o zaman düzgün davranmaya başla.”
Oturduğu koltuktaki rahatını bozmadan bacak bacak üstüne attı ve başını hafifçe bana çevirdi. “Sana temizlikçilerin onları toplayacağını söyledim zaten hayatım, gel, keyfimize bakalım.”
Üstümdeki ıslak kıyafetlerle geceleyin ikimizin de bir yeri kesilmesin diye orada cam kırıklarını toplamaya çalışıyordum fakat bu kadın benim hayatıma yalnızca problem üstüne problem ekliyordu.
Süpürgeyi yere atıp annemin karşısına geçtim. “Saat sabahın dördü! Dört! Ve ben okula gidecek olmama rağmen geceleri seni bekliyorum, bu sefer hangi adamla hangi toplantıdasın; toplantı çıkışı o adamla nereye yemeğe gideceksin, ardından hangi barda ya da otelde sabahlayacaksın diye merak ediyorum. Arkanı topluyorum, çocukça davranışlarını sürekli affediyorum ve az önce seni boğulmaktan kurtardım anne! Kafan gayet güzeldi ve boğulabilirdin!”
Söylediklerimin hiçbir etkisi olmamış gibi bakmaya devam ediyordu.
“Kusura bakma ama keyif yapacak halim yok,” dedim sehpadaki boş kadehi yeniden eline aldığında.
“Sana… temizlikçilerin… temizleyeceğini… söyledim,” dedi ve kadehi elinden yavaşça bıraktığı anda parke zeminde onlarca parçaya bölünmesini izledim.
“Yeter artık. Doğru yatağa!” dedim ve onu kolundan tutup koltuktan kaldırmaya çalıştım. Annem “Bırak beni. Ben otuz bir yaşında bir iş kadınıyım. Kimse bana zorla bir şey yaptırmaya çalışamaz!” diyordu.
“İyi değilsin ve acilen uyuman gerekiyor! Kalk şuradan!”
“Uyumayacağım.”
“Evet, uyuyacaksın. Sen işe gideceksin, ben de okula. Uyuyacaksın!”
Oturduğu yerden beni iterek dengemi kaybetmeme neden oldu. Yere düştüğümde koltuktan çoktan kalkmıştı. “Sen bana ne yapıp ne yapamayacağımı söylemeyezsin! Ben senin annenim, sen benim annem değilsin!”
Doğruldum ve hemen ayağa kalktım.
“Nedense son zamanlarda tam tersiymiş gibi geliyor,” dedim. Sol avcumdaki acı kendini hissettirmeye başladığında elime baktım. Cam kırıkları, açtıkları yaralarla kendilerine yer bulmuşlardı.
“Lanet olsun,” dedim ve mutfağa ilerledim. Musluğu açmak üzereyken annem beni durdurdu ve “Saçmalama! Sakın dokunma, ben Serdar Bey’i çağırmaya gidiyorum,” dedi.
“Gece gece komşuyu mu uyandıracağız? Hayır, hastaneye giderim ben.”
“Kızım bu saatte dışarı tek başına çıkamazsın, bekle Serdar Bey’in zilini çalayım. Hem zaten her zaman kapımı çalabilirsiniz demişti…” dedi ve hızlı adımlarla üst kata çıktı.
Önce, hastaneye tek başıma gideceğimi söylediğimde ondan benimle geleceğini söylemesini beklemiştim ama az önce bu beklentimi çöpe atmıştı. İkinci olaraksa, evin kapısı bu kattaydı ama annem merdivenleri çıkıyordu.
Mutfaktaki havlu yardımıyla avcumdan dirseğime inen kanı kolumdan temizlemeye çalıştım ama parmaklarımı ve elimi ne zaman yanlışlıkla hareket ettirmeye çalışsam canım çok yanıyordu.
“Anne!”
“Tamam! Tamam! En azından üstümü değiştireyim kızım!”
“Anne! Şaka mı yapıyorsun?”
“Bekle dur, yüzümdeki bu makyaj fiyaskosu ne olacak peki!”
Mutfaktan çıkıp sola döndüm. Evin kapısını açar açmaz karşımda Serdar Bey’i bulunca şaşırdım.
“Ben de tam zile basıyordum… Canset, kızım eline ne oldu? Çabuk gel benimle, dikkatli ol.”
Arkamdan kapıyı çektim ve Serdar Bey’le onun villasına doğru yürümeye başladık.
“Uyandırdık sanırım,” dedim utanarak.
“Önce havuza atlama sesi duydum, saatin dördü geçtiğini görünce de bir terslik olduğunu düşünüp size sorayım dedim,” dedi. Annemin çığlıklarını duymamış gibi yapacak kadar da kibar bir beyefendiydi.
“O konu… Evet. Annem zor bir gün geçiriyor,” dedim.
Bana bakıp gülümsedi ve eşofmanının cebinden çıkarttığı anahtarıyla kapıyı açtı. Sanırım iki kez buraya gelmiştim ama ikisi de uzun zaman önceydi. Komşularla tanışma faslındaydı. Eşi Meltem Hanım’ı da, Serdar Bey’i de ne zaman görsem selam verirdim.
Giriş kapısının hemen yanındaki portmantoda duran büyük, koyu yeşil kutuyu aldı ve yemek masasının üstüne koydu. Masadaki her şeyi kenara itti ve yer açtı. “Karşıma otur lütfen,” dedikten sonra kendisi de sandalyeye oturdu ve kutuyu açtı.
Bir cerrahın ilk yardım çantası nasıl olursa öyleydi. Serdar Bey’in karşısına oturduktan sonra sol dirseğimi masanın üstüne koydum ve elimi ona doğru uzatıp açtım.
“Ne kırıldı?” diye sorarken sanki hava durumundan bahsediyormuşçasına bir tavır takınmıştı.
“Bardaklar,”dedim.
Masaya yaydığı açık mavi kumaş örtüden sonra kutudan birkaç malzemeyi çıkarttı.
“Annen gerçekten zor bir gün geçirmiş olmalı,” dediğinde tentürdiyotu açmıştı. Yana ayırdığı malzemelerin arasında, avcumdaki camları çıkartırken kullanacağını düşündüğüm aleti görür görmez başımı yana çevirip evi incelemeye başladım.
“Bir de bana sorun…” dedim iç çekerek.
Elimi tüm acıya rağmen sabit tutmaya çalışırken yemek odasının tüm detaylarını ezberledim. Bu gece yaşadıklarım, hissettiğim fiziksel acı dışında her zaman yaşadığım şeylerdi ve artık gerçekten bazılarına katlanamıyordum. Annemi görmeye, onun sesine, davranışlarına artık tahammül edemiyordum.
Cam parçalarını çıkartma işlemi devam ederken Serdar Bey benimle sohbet etmeye çalışıyordu. Sesindeki rahatlık benim de rahatlamamı sağlıyordu. Acıyı azaltmıyordu ama en azından artık korkmuyordum.
İşin acı verici kısmı bitip pansumana geçtiğimizde kapı çaldı.
“Annem,” dedim. Artık elime bakabiliyordum.
Serdar Bey “Dur, hemen geliyorum,” dedi ve hızlı adımlarla kapıyı açıp ardından doğruca masaya geri döndü.
“Hoş geldiniz Feride Hanım,” dedi gözlerini elime sardığı bezden ayırmadan.
“İyi akşamlar Serdar Beyciğim, nasılsınız? Size de zahmet verdik. Canset ufak bir kaza geçirdi de evde…”
Annemin saçları, makyajı, kıyafeti… Her şeyi farklıydı. Gören de onu; sabahın dört buçuğunda kızının elinin kesilmesine sebep olduğu için pişmanlık duyması gereken bir anne değil, partiye ve geceye yeni başlayan bir genç kız sanırdı. Bu saatte nasıl böyle görünebiliyordu hayret ediyordum.
“Biz ona günaydın diyelim anne istersen,” dedim Serdar Bey yanıtlamadan.
Annem bize doğru yaklaşırken “Aaa, çok ayıp ama Canset’cim… Elin nasıl oldu? Valla çok teşekkür ederim Serdar Bey, kızımla gecenin bu vaktinde ilgilendiniz,” dedi ve çaprazımdaki sandalyeye, Serdar Bey’in yanına oturdu.
Gençliğinde kumral olan saçlarını geçen sene sarıya boyatmaya başlamış, bu saatte hiç üşenmeden yüzünde pek de fazla olmayan bir-iki kusuru makyajla kapatmıştı. Temiz ve son derece şık, bir o kadar da pahalı olan kıyafetiyle önümdeki kırık cam parçalarının diğer tarafında oturuyordu. Neden mi? Çünkü çok iyi kazanan ve kırklı yaşlarında olmasına rağmen annemden çok az daha olgun gözüken bir cerrahla aynı ortamdaydı.
“Lütfen, Feride Hanım, lafı bile olmaz. İki yıldır komşuyuz.”
Elimi beyaz ve çok ince bir bezle birkaç kat sardıktan sonra makasla bezi kesti ve ucunu sabitledi. “Yarın elini yine görmek istiyorum, mutlaka uğra ama gelmeden önce beni çaldır, ameliyatta olabilirim. Hatta bekle sana kartımı getireyim…”
Serdar Bey ayağa kalktı ve bizimkinden iki kat daha büyük olan evinin başka bir odasına gitti. Annemle masada yalnız kaldığımızda hep başka bir yere bakmaya çalıştım. Onunla göz teması kurmak istemiyordum.
“Bir şey olursa aramaktan çekinme Canset, olur mu?” dediğinde gülümsedim.
“Çok teşekkür ederim, sizi uyandırdık ve üstelik gerçekten benim için malzemenizi ve zamanınızı harcadınız…”
“Hayır, böyle söyleme. Gerçekten önemli değil, benim görevim bu. Lütfen yarın gel, pansumana ihtiyacın olacak çünkü,” dediğinde ayağa kalktım. Annem de ayağa kalktı.
“Ben size hiç yeniden zahmet vermem, bir hastanede hallederim pansumanı. Çok teşekkürler,” dedim ve verdiği kartı cebime koydum. Koyduğum anda ıslak eşofman altımdan dolayı kartın üstünde yazan her şeyin silinmiş olabileceğini düşündüm. Neyse, önemli değildi. Zaten yeterince yardım etmişti.
Annem “Akşam olmadı bir daha gelir size görünür, belki bir durum olur…” dediğinde ona baktım. Boş yapıyordu. Serdar Bey kapıyı açtı. Sağ elimle annemi kolundan tutup çıkarttım ama kapının ağzındayken benden kurtuldu ve yine yüzünü Serdar Bey’e döndü.
“Eşiniz nerede? Ona da bir merhaba deseydik, uyandırdık sizleri…” dedi. Bunu yaptığına gerçekten inanamıyordum.
“Meltem’in kız kardeşi eşinden ayrıldı. Zor bir ayrılık olduğu için Meltem bir günlüğüne onunla,” dedi Serdar Bey annemin fesat düşüncelerinden habersiz bir şekilde.
“Hımm, eşinden ayrıldı demek… Günümüzde çok sık olan şeyler bunlar. Bir bakıyorsunuz bitmiş. Ben de çok iyi bilirim, mesela eşimden ayrılalı iki yıl oldu ama gerçekten çok mutluyum. Resmen hayatımı yaşıyorum. Yani, insanlar boşanınca da mutlu olabiliyorlar, hayat önlerine bir sürü yeni insan çıkarıyor…”
Ekrem denilen adamdan ayrılalı kaç yılın geçtiğini hatırlıyor ama benim kaç yaşında olduğumu hatırlamıyor muydu yani?
Serdar Bey “Hayırlısı diyelim, umarım Meltem’in kardeşi de sizin gibi olumlu bir hayata başlar Feride Hanım,” dedi. Annem bir elini saçlarının arasına soktu ve kabartmaya başladı. “Ya, hani dediniz ya iki yıllık komşuyuz diye… Şu ‘hanım’ ve ‘bey’leri atsak mı diyorum?”
Buna daha fazla şahit olmak istemiyordum. Evimize doğru yürümeye başladım. Gün ağarıyordu ve hiç uyumamıştım, ayrıca dehşet şekilde açtım. Aşçının gelmesine büyük ihtimalle iki buçuk saat kalmıştı ama o zamana kadar dayanabileceğimi sanmıyordum.
Annem arkamdan yetişip “Canset kartı ver,” dediğinde eve giriyordum.
“Ne kartı?”
Merdivenlerden çıkmaya başladığımda duşa girmek istedim ama elime suyun gelmesi riskini alamadım. Odama yöneldim. Kurumaya başlamış olan kıyafetlerimi elime dikkat ederek çıkartmaya başladım. Peşimden odama giren annem “Serdar’ın numarasının olduğu kart işte! Az önce sana verdi ya,” dediğinde iç çamaşırlarımlaydım. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yatağımın yanındaki komidine yönelip temiz iç çamaşırları ve pijama çıkarttım. Çekmeceyi kapatırken “Sana gerçekten de inanamıyorum,” diye fısıldadım. Arkamı dönüp sutyenimi çıkarttım ve yenisini giydim.
“Ne? Neye inanamıyorsun? İnanılmayacak ne var ki bunda?”
Kısa kollu ve boyu kalçamın altına kadar inen pijama üstümü hızlıca başımdan geçirdikten sonra tekrar yatağın üstüne bıraktığım kıyafetlere döndüm.
“Rezil bir insansın,” diye fısıldadım.
Islak külodumu bacaklarımdan aşağı indirdikten sonra kuru olanı yatağımın üstünden aldım ve giydim. Suratına hâlâ bakmamıştım.
“Ne dedin sen?”
Pijamamın altını ters olup olmadığına dikkat etmeden hızlıca giydim ve ardından gözlerimi onun kahverengi gözlerine diktim.
“Dedim ki, sen rezil bir insansın!”
Gülümsedi. Bakışlarını bir anlığına yere attığım ıslak kıyafetlerime çevirdi, ardından yine bana baktı. Ellerini beline koydu.
“Şu ana kadar ne yaptıysam, ikimize daha iyi bir hayat sunabilmek için yaptım. Serdar çok iyi bir cerrah ve eğer onunla evlenebilmeyi başarabilirsem, bir daha hayatımız boyunca endişe etmemize gerek kalmayacak…”
“Sen neyin endişesinden bahsediyorsun anne? Sunduğun hayat, bu kıyafetler, bu ev… Her şey zaten fazlasıyla iyi! Bunu göremiyor musun? O adam evli anne! Bir karısı var! Ailesi var!”
Sağ elini belinden çekip avcunu havaya açarak “Ne olmuş yani? Ben de evliydim, onun baldızı da öyle!”
Hah. Kendi ailesini, beni yıktığı yetmiyormuş gibi bir de artık diğer ailelere bulaşacaktı.
“Sana diyecek hiçbir şeyim yok,” dedim ve ıslak kıyafetlerimi odamdaki kirli sepetine attım.
Bana yaklaştı. Elleriyle başımı tuttu ve saçlarımı iki yandan okşamaya başladı. “Bak prenses, bunu anlamak için daha çok küçüksün ama kadın olarak doğamız gereği bizim mutlaka bir erkeğe ihtiyacımız var. Ayakta durabilmek için, iyi bir hayat sürdürebilmek için… Neden babandan sonra Ekrem’le evlendiğimi sanıyorsun?”
“Âşık olduğunu söylemiştin,” dedim sağ elimi onun elinin üstüne koyarak.
Gözleri dolduğunda “Yalan söyledim,” dedi fısıltıyla.
Küçüklüğümde insanlar annemi hep aşağılamıştı. Geldiğimiz yerde onu pek çok şeyle suçlar, ona pek çok lakap takarlardı ama benim onlara karşı hep tek bir cevabım olurdu:
“Annem asla yalan söylemez.”
Ve şimdi, ona olan güvenimin temelini tek bir cümleyle paramparça etmişti.
“O adam seni dövdü, ikimize de cehennem hayatı yaşattı ama sen on üç yıl boyunca onunla kaldın,” dedim annemin dolan gözlerine bakıp.
“Bize, sana daha iyi bir hayat sunabilmek için… Erkek demek, güç demek ve mutlaka her kadının hayatta kalabilmesi için bir erkeğe…”
Başımı okşayan ellerinden kurtuldum ve ondan uzaklaştım. “Saçmalık! Bir kadının bir erkeğe hayatta kalabilmesi için muhtaç olması saçmalık! O adama, tüm işkencelerine sırf bu yüzden yıllarca katlanmış olmamız saçmalık!”
Sinir krizi geçiriyordum. Kalbimi boynumda hissedebiliyordum.
“Canset bunlar gerçekler. Benim doğduğum yerde bana öğretilen buydu. Ben böyle gördüm, böyle yaşadım…”
“Bu yüzden mi her gece başka bir herifle yatıp kalkıyorsun? Eve hiç gelmiyorsun, benim kaçıncı sınıfta olduğumu bile unutuyorsun!”
Ben çıldırırken onun böylesine sakin durabiliyor olması beni delirtiyordu!
“Senden anlamanı beklemiyorum, daha çok küçüksün ama evet, İstanbul’a geldiğimizden beri denesem de henüz başaramadım. Tamam, kusura bakma bir iki ufak şey bu tempoda gözümden kaçmış olabilir. İyi bir anne olamamış olabilirim ama eğer bize daha iyi bir hayat sunabilme şansım mı, yoksa senin istediğin anneyi olmaya çalışmak mı dersen… İşte, belki şanslıysam Serdar Bey’i eşinden…”
“Sus!”
Nefes alamıyordum. Bir an önce bu evden çıkmam gerekiyordu.
Onu itip odamdan çıktım ve merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Portmantodaki ceketlerin, marka çantaların arasından siyah, kapüşonlu hırkamı aldım ve giydim. Ayakkabılıkta duran annemin tüm o birbirinden gereksiz ayakkabılarını fırlatıp kendi spor ayakkabılarımı buldum ve çıkartıp yere koydum.
“Canset… Prensesim…”
Ayakkabılarımı giyerken bir anda durdum ve merdivenlere, ona baktım. “Bana bir daha asla öyle seslenme. Sen benim annem değilsin.”
Yere eğildim ve ayakkabılarımın bağcıklarını bağladım. Bunu yaparken elimin acıyor olmasının nedenini ancak bağcıkları bağlarken pansumanı gördüğümde hatırladım. Tamamen unutmuştum. “Ahhh, siktir! Of!”
“Canset, lütfen gitme. Nereye gidiyorsun?”
Anahtarımı aldım ve kapüşonlu hırkamın cebine koydum. Kapıyı açtım. Attığım ilk üç adımı sessizce izledikten sonra yine bir şeyler söylemeye başladı.
“Eğer onu kazanmayı başarabilirsem eminim ki sen de çok mutlu olacaksın. Göreceksin bak, hiç tahmin edemeyeceğin kadar güzel bir hayatımız olacak…”
Olduğum yerde kaldım. Hâlâ beni kaybettiğini, neden kaybettiğini anlamıyordu. Anlamaya çalışmıyordu.
“… Asla para sıkıntımız olmayacak, sırtımız yere gelmeyecek çünkü bizi hep koruyup kollayan bir erkek olacak başımızda. Buraya geldiğimizde hayatımız tamamen değişmedi mi? Eğlence var, para var, her şey var… İstanbul, benim başıma gelen en güzel şeydi!” dediğinde arkamı döndüm. Bu konuşma, söyleyeceğim son cümle ile annemi hayatım boyunca önemseyeceğim son konuşma olacaktı.
“İstanbul seni fahişe yapmış.”