༯ 35 ༯
DEMİR
Kadirhan Bey birkaç seansı izledikten sonra hepsinin birbirine benzediğini görüp işine geri dönmüştü. Her gün arayıp beni kontrol etmeyi unutmuyordu ama eski ilgisini kaybetmişti. Dönmesi gereken bir işi vardı, beni ikinci plana atmak zorunda kalmıştı.
Şahsene Hanım’sa işini uzun zaman önce bıraktığı için her gün eve gelip benimle ilgilenebiliyordu. İlk hafta altışar saat arayla başımı dinlendirerek yaptığımız seansların aralığını, ikinci hafta beş saate düşürmüştük. Artık daha fazla yoruluyordum. Yaptığımız çalışmalar sadece hafıza ve farklı hipnoterapi teknikleriyle ilgili olsa da başımı deli gibi ağrıtıyorlardı. Eğer o seansı oturarak yaptıysak sonrasında ayağa kalkıp dik durmakta, ayaktayken yaptıysak da hâlâ ayakta kalmaya devam etmekte zorlanıyordum.
Yaptığımız ilk çalışmalar yeni anıları açmak için değil, öncelikli olarak çoktan açılmış olanları netleştirme üstüneydi. Seans aralarında uyurken istisnasız şekilde görmeye devam ettiğim kâbusların detayı artık daha belirgindi.
Şahsene’nin söylediği anlamsız kelimeleri tekrar etmeye zorluyor oluşumun ve üstüme çöken ağırlıkla günde mutlaka bir kez bayıldığım zamanların dışında ilaç alıyor ve uyuyordum. Kadirhan Bey’in sıklıkla getirdiği ilaçlar, uyurken depolamam gereken enerjiyi yiyen kâbusları günde iki kez uzaklaştırmamıza yardımcı oluyorlardı. Böylece bir sonraki seans için beynim zorlanmaya daha az isyanla başlıyordu.
Bunun uzun zaman alacağı belliydi. Bu nedenle seans aralıklarını üç saate indirdim. Şahsene artık burada kalıyordu. Onu ne zaman kendi evine göndermeye çalışsam, anlattığı o borç ödeme isteğiyle ilgili pişmanlık dolu konuşmasını yapıyor ve hiçbir yere gitmiyordu. Yemek yemek, uyumak ve yorulmak dışında başka hiçbir şey yapmamak adına kendimi şartlamıştım. Doğukan’a bir süre şehir dışında olacağımla ilgili mesaj gönderdikten sonra telefonumun pilini çıkartıp kenara koymuştum. Hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasına izin veremezdim çünkü aralıkları iki saate indirecektim.
Ağrılar öncelikle alnımda başlıyorlardı. İster istemez gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Seansın ilk dakikalarından sonra yavaşça arkaya ve aşağı yayılan ağrının verdiği bitkinlikten başka ciddi bir etkisini hissetmiyor oluşumu ağrı kesicilere borçluydum, ancak ilaçların etki edemediği şeyler daha henüz başlıyordu.
İlk fiziksel tepkiyi kalbimin atışında hissettim. Anılarım yine aynı şekilde ilerliyordu, merdivenlerden çıkıyordum ve orada kesiliyordu. Depremin yarattığı etkinin o zaman bende nasıl bir his uyandırdığını yeniden yaşayabiliyordum. Her kâbusla o anki duygularımı birebir yaşamaya başlamıştım ki bu da duygularımın yavaş yavaş açılıyor olduğu anlamına geliyordu.
İkinci ayın ilk yarısında annemle Gökhan’ın yüzleri artık belirgindi. Çok daha gençlerdi. Alkol ve yılların kendilerinde bırakacağı izlerden habersiz şekilde karşımda duruyorlardı adeta. Deprem kayboldu, ben de odaya girdim. Yatak örtüsünden duvarlara, eşyalara kadar her şey bambaşka gözüküyordu. Pembe ve beyaz tonlarının hâkim olduğu oda, şimdiki haline göre o kadar farklıydı ki başka bir eve ait olup olmadığını sorguladım.
Kanamalar hafif başladı. Burnumun ilk kez kanadığı gün Şahsene Hanım seansı anında bitirdi. Dinlenmemi söyledi. Kan çanağına dönmüş gözlerime, aynaya bakarak yüzümü yıkadım. Tenim solgundu. Zayıflamıştım. Su içmeye dikkat ediyordum ama yemek yemenin düşüncesi bile midemi bulandırıyordu. Ayık kalmama ve devam etmeme yetecek kadar besin tüketmek için kendimi zorluyordum.
Musluğu kapatıp ellerimi iki yanına koydum. Kollarımdan aldığım destekle başımı kaldırdım. Aynaya baktığımda etrafı kıpkırmızı olan gözlerime sahip, bana benzeyen küçük bir çocuk aynı yorgunlukla bana bakıyordu. Kâbuslardan birinde olduğumu sandım. Gözlerimi sımsıkı kapatıp yeniden açtım. Hâlâ karşımdaydı. Bana bakıyordu.
Bir elimi yanağıma götürüp dokundum. O da aynısını yaptı. Aynadan yansıyan küçük eli, tuşların üstünde kayan parmakların aynısını taşıyordu. Detayların gerçekçiliği aklımı kaçırdığıma beni inandırmışken aynadaki Demir elini kulağına götürdü. Onu taklit ettim. İki saniye sonra kulağından uzaklaştırdığı elini bana gösterdiğinde ben de elime baktım.
Kanı temizlemek için musluğu yeniden açtım. Elimi suyun altına götürdüm ve başımı eğdim. Avcumdaki suyla kulağımı temizlemeye çalıştım. Hâlâ kanıyor mu diye görmek için yeniden aynaya baktığımda yine kendimle baş başaydım. Bana yardım edebilecek tek kişi, bir sonraki kâbusta buluşmak üzere benden gitmişti.
Yumruklarımı sıkarken tırnaklarımla kanattığım avuçlarım için koltuktaki küçük yastıklardan birini tutuyordum. Yerdeki kovanın kokusunu aldıkça üçüncü bir kez daha kusmak istemediğimi kendime hatırlatıyordum. Sadece burnumun veya kulağımın kanadığı günler endişelenecek bir şey var sanmıştım. Meğerse o daha başlangıçmış.
X
Artık görüşüm çok daha net.
Parçayı çalamıyorum, Gökhan kızıyor. Annem onu sakinleştirmeye çalışıyor fakat Gökhan Erkan’ı idare etmek mümkün olmuyor. Tam da o sırada üst kattan bir isyan duyuluyor:
“Nefret ediyorum!”
Genç kızın sesi bana hiç de yabancı gelmiyor. Söylediği kelimeleri öncesinde onun sesinden zaten duymuş gibiyim. Pek şaşırmıyorum.
Kızın bağırışları daha da yükselmeye, adeta çığlıklara dönüştüğünde önce onlar yukarı çıkıyorlar. Beni göremeyeceklerinden emin olduğum zaman ben de piyanonun başından ayrılıp merdivenlere yöneliyorum.
“Hayatımda senin kadar kötü bir insan görmedim! Dokunma bana!”
Evi dolduran haykırışlar acı ve yas içinde. Artık duyguları ayırt edebiliyorum. Sesin sahibi olan kıza adını henüz koyamadığım bir bağ ile bağlıyım sanki. Böylesine kötü bir durumda olmasına çok üzülüyorum. Gökhan Erkan’ın bir başka kurbanı olduğu için ona acıyorum.
Odağım sadece kızın söyledikleri. Gökhan Erkan’ın ya da annemin ne söylediği umrumda değil. Merdivenleri çıkıyorum.
“Onu da ülkeden silmek zorundaydın, değil mi? Sadece beni sevdiği için! Tek suçu senin hoşlanmadığın bir adamın oğlu olarak dünyaya gelmesiydi. Bunu nasıl yaparsın?”
Gökhan hâlâ alçak tuttuğu sesiyle bir şeyler mırıldanıyordu ama kızın sesi onu saniyeler geçtikçe daha çok bastırıyordu.
“Doğduğum andan itibaren beni hep gönderdin sen! Senin yüzünden İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da, Amerika’da tek başımaydım. On altı yaşıma kadar hep yalnızdım. Arkadaş edinmedim, kimsede hiçbir şeyimi bırakmadım. Beni yeniden bir yere göndereceğini biliyordum çünkü!”
Fırlatılan eşyalar ya Gökhan’a ya da Gökhan’ın arkasındaki kapıdan bana ulaşıyorlardı. Annemin durduğu yerden dolayı onu göremesem de olan biteni biliyor gibiydim. İçimde birazdan Gökhan’ın yapabileceklerine dair bir korku kendini hissettirmeye başlamışken, kızın iyiliği için her şeyin bir an önce bitmesini istiyordum. Bağırışlar durmalıydı. Babam hiçbir şey yapmamalıydı. Herkes iyi olmalıydı.
“Ondan ne istedin peki? Üniversiteyi kazanmıştı, okula gidecekti! Belki benimle değil ama kendine bir hayat kuracaktı! Sen on sekiz yaşında birinin hayatını nasıl karartırsın? Benim hayatımı daha doğduğum ilk günden nasıl karartırsın? Ben senin kölen değilim! On yedi dil bilmek zorunda değilim! Müzikle ilgilenmek zorunda değilim! Müzikten nefret ediyorum. Size dair her şeyden nefret ediyorum!”
Kapıya iyice yaklaşmıştım. Hâlâ dışarıdaydım ama kenara gizlenerek olan biteni izliyordum. İki uzun boylu silüetin arkasında bir oraya bir buraya yürüyen kızın benim gibi simsiyah saçları vardı. Uzun ve karmakarışıktı. Arkasındaki büyük pencereden gelen rüzgâr, elleriyle mahvettiği saçlarını daha çok dağıtıyordu.
“Çellodan nefret ediyorum!”
Hızlı adımlarla duvara yaslı olan büyük, siyah kutuyu aldı. Tek bir saniye bile düşünmeden kutuyu tüm ağırlığıyla Gökhan’ın üstüne doğru itti. Büyük çellonun yere düşmesiyle yarattığı hafif sarsıntı, benim kâbuslarımdaki depremin kaynağı oldu. Tutmaya çalışmadan arkaya kaçan Gökhan, kızın sırayla her birinden nefret ettiğini söyleyerek yere düşürdüğü arp ve arkasındaki camdan dışarı attığı yan flütten sonra onun üstüne yürüdü.
“Sakın yaklaşma!”
Yatağının yanındaki çalışma masasının üstünden aldığı makası elinde tutarken ağlıyordu. “Eğer tek bir adım daha yaklaşırsan bunu gözüne sokarım! Anlıyor musun beni! Bunu gözüne sokarım!”
O kadar öfkeli ve ciddiydi ki, hayatımda ilk kez ablamdan korkmuştum.
Ablamdan.
Kendimi pek çok hayata mal olacak bir savaş alanının ortasında bulduğumda onun dolu gözleri, iki büyük insanın arasında kalan benimkilerle ilk kez buluştu. Yanlışlıkla kendine zarar vermemesi için sanki olacakları engelleyebilecekmiş gibi odaya girmiştim. Orada bulunmamam gerekiyordu ve babam bana da çok kızacaktı.
O zamanlar babaydı, artık değil.
Ablamın yüzünde değişen ifadenin nedenini anlamak için arkalarını döndüler. Annem “Demir aşağı in! Hemen,” diyerek olanları orada öylece bırakmamı istedi. Bırakamazdım. Ablamın bana ihtiyacı vardı.
Ablam gözlerini benden ayırmadan başını iki yana salladı. “Şu çocuğa yaptıklarınıza bakın. Beni nasıl mahvettiyseniz onu da öyle mahvedeceksiniz. Nereye gönderirseniz gönderin, nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım peşimizi bırakmayacaksınız. Sizler katilsiniz…”
Lacivert ve muhteşem gözleri bana veda ettikten sonra babama döndü. “Sen bir katilsin.”
Babam ettiği küfürler ile yerdeki çelloyu ve arpı geçerek ona ulaştı. Birkaç adım geriye giden ablam, gidecek yeri kalmadığında babamla boğuşmaya başladı. Elindeki makastan vazgeçmiyor, onu son ümidi olarak görüyordu.
Çığlıklar ve haykırışlar tavandan yere kadar inen pencereden dışarıya doğru süzülerek çimenlere düştüğünde tüm sesler kesildi.
Bir anda sessizlik kulaklarımı patlatır oldu. Bilinmezlik beni yutmaya, sömürmeye ve telaşlandırmaya başladı. Pencereye gitmek istiyordum ama babam oradaydı. Annem bir elini ağzına götürmüş, babamdan bir şey söylemesini bekliyordu. Babam yavaşça pencereden geri çekildi, bize döndü. Tek kelime söylemedi.
Dudaklarımı birbirine bastırıp koşar adımlarla merdivenlerden indim. Salonu elimden gelen en ama en büyük hızla bitirdikten sonra bahçeye açılan kapıyı araladım. Ön bahçeden arkaya geçen yolda ablama yardım etmek için koşarken onun yerde yattığını gördüm. Henüz ayağa kalkmamıştı. Saçları yüzünü kapatmıştı. Onları da henüz geriye çekmemişti.
Yanına gidip dizlerimi yere koydum. Ona yardım etmek için saçlarını yüzünden yanlara doğru ittim. Bana hep gülümseyen güzel yüzü bembeyazdı. Ben her zaman ondan daha açık tenliydim ama bu sefer beni geçerek o kazanmıştı. Makyaj yapmış mıydı? Makyaj hile sayılırdı. Belki de çizdiği resimlerden birini yaparken çaktırmadan beyaz boya sürmüştü yüzüne. Ama onu da yapamazdı. Babam onun resim çizdiğini görseydi işte o zaman değil bizim yarışmayı, her şeyi kaybederdi.
“Çekil şuradan!”
Omzumdan iten güçle çimlerde yere düştüm. Babam az önce oturduğum yere oturarak ablama bakmaya başladı. Onu dürttü, birkaç kez adını söyledi.
“Derin! Derin rol yapma kızım, aç gözlerini. Fazla uzattın artık.”
İsmini duyunca gülümsedim. Tüm anılarımız, en azından hatırlayabileceğim kadar taze olanlar bana dönmüştü. Doğum günleri, yurtdışından bana getirdikleri, sıkılsa da benim hoşuma gittiği için bahçede oynadığımız oyunlar ve her şeyden daha fazla o güzel, çok güzel yüzü. Güler yüzü.
“Benimle oynamak istemiyorsan oynamak zorunda değilsin.”
“O nasıl söz balım? Olur mu öyle şey?” diyerek klasik cevabını vermişti yine işte.
“Zaten buraya az geliyorsun. Arkadaşlarınla görüşmek istersin belki.”
“Benim tek arkadaşım sensin.”
“Ya bal? Tek balın da ben miyim?”
Böcekleri yakaladığımız kavanozun kapağını mor ve beyaza boyuyordu.
“Sadece bir kişiye bal diyebilirsin. Hayatında senin için en çok şey ifade eden kişi olmalı o, çünkü bal özel bir sözcük. Söyleyeceğin kişiyi özenle seçmelisin.”
Özenle seçmeme gerek yoktu ki. “Sen de benim balım olsana,” dedim.
Güldü. Gülünce daha güzel oluyordu. En güzel abla benim ablamdı.
“Maalesef henüz olamam. Bal diye hitap edeceğin kişi o kadar özel olmalı ki hayatını karşına çıkan tüm engellere rağmen devam ettirme gücünü sana verecek biri olmalı. Hangi cehennemde olursan ol…” derken camekânlı duvarlardan evin içine baktı. Babam piyanonun başındaydı. Annemse gazete okuyordu. “Seni hapsettikleri cehennemin dışında öyle biri olsun ki, sen ona ulaşmak adına kendi cehenneminden hep bir kaçış yolu bul.
Bana sarıldı. Kokusunu içime çektim. Keşke bu görüntüleri hatırlarken kokusunu da tam olarak duyabilseydim.
Derin Erkan.
İsminin bana çağrıştırdıklarını ilk kez yaşıyormuşçasına hissettikten sonra o ana döndüm.
“Ambulans çağırıyorum Gökhan.”
“Hayır! Hayır. Asla, kimseyi aramayacaksın. O kadar yüksek yerden düşmedi. Derin sen de konuş artık. İyice uzattın! Yetti seninle uğraştığım!”
Ablamın kıpırdamıyor oluşu beni daha çok endişelendirirken diğer tarafına geçtim. Babamdan nefret ediyordu ama belki bana cevap verirdi.
“Abla, iyi misin?”
Sol koluna hafifçe dokundum ama bana da yanıt vermedi. Üzüldüm. Beni babamdan daha çok sevdiğini zannediyordum. Ayrıca yalan söylemişti. Babamın onun boyalarının tamamını aldığını söylemişti ama kolunun altı ve omzunun arkası kırmızıya boyanmıştı.
Babam iki parmağını ablamın boynuna koydu. Biraz bekledikten sonra onu kucaklayarak havaya kaldırdı. Sırtında gördüğü makasla ne yapacağını şaşırdı. Makas, elle tutulan kısmı haricinde tüm hacmiyle sol tarafına saplanmıştı.
“Siktir, üstüne düşmüş.”
“Gökhan…”
“Bağırma Dilan.”
“Kızım!”
“Dilan çeneni kapat ve bana yardım et! Kalbi atmıyor!”
Beyaz tişörtünün arkası artık tamamen kırmızı boyayla kaplıydı. Renk değiştiren tişörtler olduğunu bilmiyordum ama Derin renkler konusunda tanıdığım en mükemmel insandı. Renkleri karıştırarak en harika tonları elde ederdi ve hepsini bir buluş olarak sayardı. Daha önce kimsenin o anda onun elde ettiği renge ulaşamamış olmasıyla övünürdü ve bu benim hoşuma giderdi. Onu resim yaparken izlerdim ama çizdiği resimleri hep saklamak ya da bittikten sonra yakmak zorunda kalırdı. Odasının duvar kâğıtlarını kendisi yapmıştı, ancak yılda bir ya da iki kez odasına uğrayabilmişti.
Tüm bu anı yüklemesiyle bir anda her şey karardı. O kadar çok rengi aynı anda düşünmek beni yormuştu.
“Demir! Gerçeğe dön. Ben kimim?”
Gözlerimi açsam da gördüğüm tek şey karanlıktı.
“Sen… Biz seanstayız.”
“Evet. Ben kimim?”
Evde olduğumu biliyordum ama çevremi görme ihtiyacı hissediyordum. Gözlerimin açık olduğuna emindim. Karartının geçmesini bekliyordum.
“Demir, adımı söyleyebilir misin?”
“Şah…”
Kadının zaten zor bir ismi vardı. Lanet olsun! Saplanan ağrıyla bir elimi alnıma koyup sanki iyi gelecekmiş gibi bastırmaya başladım. “Ağrı kesici. Lütfen.” Bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Diğer seanslardaki gibi batan iğneler yoktu artık, çivi çakılırmışçasına zonkluyordu başım.
“İlaç alamazsın. Son aldığından beri yalnızca bir buçuk saat geçti.”
“Umrumda değil. Görebilseydim ben gidip alırdım.”
Ayağa kalkmayı denedim ama dengemi sağlayamayınca eski yerime döndüm.
“Görememen normal. Birkaç dakika başını geriye yatır ve dinlen. Yüzün kan içinde, bir bez getiriyorum.”
Onu göremiyordum ama hemen önümde oturduğunu biliyordum. Anlık bir refleksle elimi öne doğru attım ve onun kolunu yakaladım. Her yer hâlâ karanlıktı. Öğrendiklerim beni daha yeni vurmaya başlamıştı. Gerçekten inanılır gibi değildi ama bir o kadar da gerçekti ki… Hayatım boyunca hiç sormadığım ama cevabının bir yerlerde gizli olduğu pek çok detay vardı anılarımda.
Ayrıca küçüklüğümde en önemli yere sahip olmuş kişiyle daha yeni tanışmıştım. Çektiğim tüm acıların ve seansların işe yaradığını görmüştüm. Artık bırakamazdım.
“Hayır, devam etmeliyiz. Hâlâ eksik kalanlar var.”
“Bu halde devam edemezsin. Şu an hâlâ görüşün net değil, halini görseydin eğer sen de bana hak verirdin.”
“Bakın, sizden bir tek bunu istiyorum. Devam etmeliyiz. Ben iyiyim. Yalnızca bir ağrı kesiciye daha ihtiyacım var o kadar.” Derin bir nefes alıp verdiğini duydum. Görememek beni korkutuyordu ama en azından hâlâ duyabiliyordum.
“İkinci ayın sonuna geldik. Sürekli olarak seans aralıklarını kısalttın ve kendini yorman gerekenden daha fazla yordun. Üçüncü aydan sonra hatırlamaya başlaman gerekenleri bugün bir anda hatırlayabildin. Bunun böyle olmaması gerekiyordu. Vücudun iflas etmek üzere.”
Karanlık görüntü, gölge ve ışıkları kabul etmeye başladığında rahatladım. Zaman daralıyordu. Yapmam gereken bir ton iş varken benim burada kendimle uğraşıyor olmam hataydı. En azından zaman kaybı olmadığını anlamıştım. Bir insanın hafızasından birilerini silmek ve sonrasında onları geri getirmek gerçekten yapılabilen bir şeydi. Artıları ve eksilerini bir kenara bırakamayacak konumda olduğumun farkındaydım ancak bu gerçekten olağanüstüydü. Kendimle ilgili bilmediğim şeylerin bildiklerimden fazla olduğunu bir kez görmüştüm ve artık tamamını öğrenmek bir saplantı haline gelmişti. Sabredemiyordum.
“Derin Erkan yaşıyor mu?”
Renkler soluk olsalar da objeler kendilerini belli ediyorlardı. Ayakta durduğunu gördüm. Bitkindi. Benimle uğraştığı için iki aydır kendi evine gitmiyor, Kadirhan Bey’in haricinde kimseyle görüşmüyor ya da konuşmuyordu. Kendini o da bırakmıştı. Bu bana o kadar garip gelmişti ki… Sonunda elde edeceği tek şey içinin rahatlığı olacaktı. Bir tek huzur için bunca zahmete katlanıyor olması, eski pişmanlığını telafi etmeye çalışıyor olması bana hâlâ anlamsız geliyordu.
Hâlâ tüm duygularım açılmamıştı.
“Gerçekten de ablanı ismine kadar hatırlayabildin mi?”
“Ablam yaşıyor mu diye sordum.”
Şaşkınlığını bir kenara bırakıp yine karşıma oturdu. “Senin için bu durumun ne kadar ciddi olduğunu tahmin edebiliyorum. Son hatırladığın parçalarla nereye kadar geldiğini bana henüz anlatmadın ama bütün duygularındaki engellerin sonsuza dek kalkmasını istiyorsan bunu yine kendin öğrenmelisin,” dedi.
Bir ablamın oluşu beni umudun ilk defa yaşadığım yeni bir tonuna götürmüştü. Aile olmak, anlamını bilmediğim ve yakın zamanda da öğrenmeyeceğim bir kavramdı. Öncesinde merak etmemi gerektirecek hiçbir şey yaşamamışken tanıştığım bu renkli insanla bir iki ipucu yakalamış olabilirdim. Dış görünüş olarak bana ne kadar çok benzese de benden, annemden, Gökhan’dan farklı olduğuna, daha ona dair gördüğüm birkaç anıdan emin olduğum ablamı tanımak istiyordum.
Şimdi neredeydi? Yine yurtdışında mıydı? Beni hatırlıyor muydu?
“Devam edebilir miyiz?”
Şahsene Hanım bana acıyarak baktı. Kabul edeceğinden şüphem yoktu. Onun duygusallığı iki ay öncesinde yaptığımız görüşmelerde sorun çıkartsa da sonrasında lehime dönmüştü.
Pes ettiği önce gözlerinden okundu. “Önce Kadirhan Bey’i arayacağım. İlaç kullanamazsın, bu nedenle iğne getirmesini isteyeceğim. Ayrıca sonrasında hastaneye gidip serum taktırmamız gerekecek.”
“Neden?”
“Çünkü tahmin ettiğimden çok daha güçlüsün.”
Ağrıyı dişlerimi birbirine bastırarak yatıştırmaya çalışmayı bırakıp ona cevap verdim. “Güçlüysem neden hastaneye gitmemiz gerekecek?”
“Çünkü dediğim gibi, tahmin ettiğimden çok daha hızlı ilerledik ve hâlâ devam edebileceğini iddia ediyorsun. Beynin ve vücudun, hatırladığın anıların yoğunluğunu şimdilik iyi kaldırıyor. Yine de her şey bittiğinde mutlaka takviyeye ihtiyacın olacaktır.”
Serum yemek ya da hastanede kalmak, her şeyi öğrendiğim sürece önemli değildi.
“Hastaneye gittiğimde bünyemin zayıflığını hiçbir şeye bağlayamayacaklarından eminim,” dedim onu rahatlatmaya çalışarak. Çalışmaların güvenliği öncelikliydi.
“Eğer alelade bir hastaneye gidersek uyuşturucu kullandığını düşünecekler. Bazı testler yapacaklar, ancak temiz çıktığını gördüklerinde incelemek için depresyona ve psikolojik rahatsızlıklara yönelecekler. Bu da seni çok uğraştıracak. Merak etme, Kadirhan Bey’den tanıdık bir doktorla bize yardımcı olmasını isteyeceğim. Hiçbir şeyle uğraşmak zorunda kalmayacaksın.”
Anın endişesi ve gerçek zamanlı özlemiyle yine geçmişe döndüm. Değişmeyen büyük piyano, etrafında birkaç farklı eşya ile yine salondaydı. Gösteriş amaçlı yurtdışından getirtilmiş vazolar, pahalı sanat eserleri, tablolar her yerdeydi. Zamanla azalacaklardı.
Zamanla azalmalarının nedeni her bir sanat eserinin onlara Derin’i hatırlatması olacaktı.
Evde bulunan dört bedenden sadece üçünün nefes aldığını fark etmem uzun sürmedi. Hastaneye gitmek için çok geç olduğunu kabullense de yine de Derin’i götürmek isteyen annem, babamın emirleriyle yerine oturmuştu. Kızının bıraktığı sessizliği yeni hıçkırıklarla dolduruyordu artık.
Silinen her şeyin sonuna gelmiş gibi hissediyordum. Kadirhan Bey’in yaptığı iğneyi hissetmiştim ama ona odaklanmadım. Buradakileri bitirmeden gerçeğe dönmek istemiyordum. İhtiyacım olan tek şey iğnenin bana dayanmamda yardımcı olmasıydı.
Görüntülerin eski hızını kaybedip ağır çekime dönüşmesini başta kendi zayıflığıma bağladım. Ancak yavaşlığa rağmen her şey o kadar netti ki, beş yaşındaki bir çocuğun gördüklerinin şokuna girmiş olması, aynı mavi gözlerden bana yansıyordu sadece.
Çocuk ağlamak istiyordu çünkü bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. Aslında babası hep küfür ederdi, annesi de hep ağlardı zaten. Normalde neyin ters gittiğini idrak edebiliyordu.
Babası o yanlış notaya basınca sinirlenirdi, küfür ederdi. Annesi üzülürdü, ağlardı. Ablası dayanamazdı, odasına kapanırdı. Ancak bu sefer neyin ters gittiğini anlayamamıştı. Annesine gitti.
“Ablam neden uyanmıyor?”
Babası odada oradan oraya yürüyüp anlamsız şeyler söylerken, annesi küçük çocuğa cevap vermedi. Ona sarılmakla yetindi. Küçük çocuğa öyle sıkı sarıldı ki çocuk o an sevildiğini hissetti. İlk kez sevildiğini hissetti ve mutlu oldu. Kollarını annesinin boynuna dolayıp gözlerini yumdu. Gülümsedi. Ters giden şeyler önemini yitirmişti artık. Annesi ağlarken bağırmıyor, sadece sayıklıyordu artık. Her birinde farklı bir acıyı kastederken hep aynı şeyi söylüyordu:
“Derin… Benim kızım… Derin’im…”
Küçüklüğümle o kadar özdeşleşmiştim ki artık onun ne söylediğini ya da ne gördüğünü değil, ne hissettiğini de deneyimleyebiliyordum. Her an, kalbimden yeni bir yük kaldırırken beynime zarar veriyordu. Vücudumu yoruyordu. Derimi cayır cayır yakıyor ve bağırmama neden oluyordu. Ben ne kadar bağırsam da küçük çocuk hâlâ babasının sessiz kalma emrine boyun eğiyordu.
Olanları kayıtsızca izlerken Gökhan Erkan’ın söylediği tek bir cümleyle dünyam alt üst oldu:
“Bunu biz halledeceğiz.”
Ne?
“Polis demek medya demek. Para bunu da kurtaramaz. Kaza görüntüsü veremeyiz. Suçluyum. Ben onun üstüne yürüdüm.” Tüm alçaklığıyla onu bildim bileli aynıydı. “Doğan’ı görevlendireceğim, adamlarımdan birkaçını ararım. Onu kendi aramızda gömeceğiz.”
Küçük çocuğa babasına karşı gelmesi için bağırıyordum ancak beni duymuyordu. Annesi onu kucağından indirene kadar ne da çok sevildiğini düşünüyordu hâlâ. Kimsenin hiçbir şey demiyor oluşu beni çileden çıkartırken sonunda annem ayaklanıyor.
“Kızımı bir evcil hayvan gibi arka bahçeye gömmene izin veremem. O ölmedi, anlıyor musun? Doktor çağır. Bir şey yap! Kızım ölmedi! Ona sarılmama izin ver!”
Derin’e ulaşmaya çalışan annemin önüne tek bir adımla geçerek onu durduruyor. “Kanın daha çok kıyafete bulaşmasına gerek yok. Ben halledeceğim. Demir’i al ve yukarı çık. Derin’in odasında ne varsa hepsini topla ve çöpe at.”
Tanıdığı adamın her gün başka bir yüzüne şahit olan annem kabul etmemekte ısrar ediyordu. “O daha ölmedi Gökhan! Doktor çağıracağım. İyileşecek, ona çok iyi bakacağım. Sonra istersen yine İngiltere’ye gönderirsin. Gözlerden uzak olur.”
“Nefes almıyor! Kalbi atmıyor! Kızın öldü, anla artık. Derin öldü! Derin diye biri yok. Bizim bir kızımız yok! Hiç olmadı. Onu tüm kayıtlardan çıkartacağım ve hiç yaşamamış olacak. Sorun kalmayacak.”
Herkes ölümün ne götürdüğüyle ilgili konuşurdu. Kimse ölümün arkada kalanlar için ne getirdiğiyle ilgili bana bir şey anlatmamıştı. Masallarda yoktu. Çaldığım parçalarda, dinlediğim şarkılarda yoktu. Oraya öylesine, hareketsizce uzanmış ablamın bir daha asla uyanamayacağını bilmek çok… çok kötüydü.
Birkaç adım geriledim. Bu, Derin’le bir daha asla oyun oynayamayacağım anlamına mı geliyordu? Onu zaten özlüyordum, ölmüş olması bir daha geri gelmeyeceğini mi anlatıyordu? Ya onu yine özlersem? O zaman ne yapacaktım?
Alıp verdiğim nefesler ardı ardına bana yarardan çok zarar veriyormuş gibi hissetim. O sıralar ölümün başka hangi anlamlara geldiğini bilmiyordum. İyi ki de bilmiyordum.
Kapıyı açıp koşabildiğimce en uzağa koştum.
Arkamdan ne kadar bağırsalar da ilk kez dediklerine uymadım. Ablam gibi yaptım.
Bir sonraki bölüm: Final