༯ 4 ༯
CANSU
İstanbul’a geldiğimden beri okula adapte olamamıştım. Her şey çok farklıydı. Dersler, kitaplar… Kalemler bile bizim kasabadaki tahta, kısa, rahatsız kalemlerden çok farklıydı. Kalemler bile her şehirde farklılık gösterirken, insanlardaki değişim gerçekten çok korkutucuydu.
Kıyafetlerden konuşulan kelimelere, yemeklere, düşünce tarzına kadar her şey bambaşkaydı. Bazen aynı ülkede olduğumu kendime hatırlatmakta zorlanıyordum. Özellikle herkesin birbirini tanıdığı küçük bir pazar alanı, taş yollar ve birkaç tarladan oluşan kasabamızdan sonra bu büyük şehre gelince bir kez gördüğünüz insanı bir daha asla görememe olasılığınızı düşünmek çok garip geliyordu! Şaka gibiydi.
Maalesef daha çok insan, daha çok arkadaş demek değildi. Ne kadar çok insan varsa birbirlerine o kadar mesafeli davranıyorlardı. Sonradan gelenleri dışlıyor, herkese her zaman önyargı ile yaklaşıyorlardı. Geldiğimden beri çoğunun kötü anlamda olduğu, manasını bilmediğim pek çok yeni kelimeyi, bana söylendiği için öğrenmek zorunda bırakılmıştım.
Buranın sorunu buydu; herkes sıfatlandırılıyordu. Ama yaptıklarına, yapabildiklerine ya da yeteneklerine göre değil; dış görünüşüne, yapmadıklarına, yapamadıklarına göre sıfatlandırılıyordu insanlar. Zamanla bunun sadece İstanbul’da başlayıp bitmediğini gördüm. Ben geçmişimde hep bir fanusun içindeydim, şimdi bunu çok iyi anlamıştım. Her yer böyleydi. Her şehir zaman geçtikçe birbirine yabancı ve gri insanlarla doluyordu.
Sekizinci sınıfta çevreye uyum sağlayamadığım için derslerim gerçekten çok kötüydü. Annemle kendimize yeni bir hayat kurmaya çalışıyorduk ve başlarda bolca bocalamıştık. Bu nedenle hiçbir devlet lisesini kazanamadım.
Annem her hafta farklı bir ülkede farklı bir moda haftasına katılıyordu, haliyle gerçekten fazlasıyla iyi para getiriyordu. Bu nedenle bir devlet okulunu kazanamamış olmam sorun yaratmamıştı. İyi olup olmadığını araştırmadan beni en pahalı özel okullardan birine kaydettirmişti. Tamam, bu eğitim için yapılan bir harcamaydı ama annem diğer konularda da sorumsuz davranıp kendini kaybetmeye başlamıştı.
Aslında yaptığı harcamaların hiçbiri maddi açıdan sıkıntı yaratmıyordu çünkü ülkenin en iyi markasının bir numaralı tasarımcısı haline gelmişti. Ne kadar harcarsa her gün onun üç katı kadar para kazanıyordu. Karşılaştırdığımız zaman, benim okulda yaşadığım dışlanmanın tam tersini yaşıyordu. Bana göre herkes çok yabancıydı, ona göreyse burası “Tanışılacak çok insan, gidilecek çok fazla mekân”dı. Hayatında ilk defa yaşadığını hissetmeye başlamıştı. Sanırım yaşamı boyunca her zaman kendini kötü hissetmişti, bu nedenle şimdi eline fırsat geçmişken iyi hissettiren her şeyi yapıyor, gece hayatından asla taviz vermiyordu.
Onun taviz verdiği tek şey bendim. Beni ve geldiği yeri sıklıkla unutuyordu.
Ben her gün daha çok öldükçe, annem daha çok canlanıyordu. Sabahlara kadar eğleniyor, hiçbir sorumluluk almıyordu. Bir kızı olmasına rağmen hâlâ genç ve son derece güzel, bakımlı bir kadın olduğundan istediği ortamlara girebiliyor ve her şeyi deniyordu… Hem de her şeyi.
Eski hayatımızda adını duymadığımız ilaçlar, içkiler, uyuşturucular… Beni unutmasına neden olan her şeyi yapıyordu ve en kötüsü, bana verdiği zararı göre göre o şeyleri yapmaya devam etmesiydi.
İşinin ne kadar iyi olduğunu göremiyordu. Yeterince, hatta çok daha fazla paraya sahip olduğumuzu bir türlü kabullenemiyordu. Hep daha fazlasını istiyordu ki, anneme göre bu “daha fazlası” hep bizi koruyacak bir adam, bana bir “baba”ydı.
Hiçbir kadının kendi hayatını devam ettirebilmesi için bir erkeğe ihtiyacı yoktu. Özellikle de annemle benim… Annemin kazandığı para bizi ömür boyu geçindirmeye yeterdi ama onun bu düşüncesi ve davranışları benim için artık bardağı taşıran son nokta haline gelmişti.
Aşkı hiçe saymıştı o. Tüm erkekleri tek bir amaca bağlayıp sadece onlar tarafından yönetilmek istiyordu. Bu tamamen saçmalıktı. Benim evleneceğim adam, sevdiğim adam olacaktı. Kalbimin en derinine kadar değer verdiğim, âşık olduğum adam olacaktı.
Annem ülke ülke gezerken ben de okulumdaki gezilerle neredeyse her yere gitmiştim. Dünyanın her bir yerine aşkı bulmaya gidiyordum. Yaşım sadece on altıydı ama anneme, daha da önemlisi kendime kanıtlamam gereken bir şey vardı. Kırılan kadehler, o gün kırılan en önemli şeyler değildi. Annem ona olan güvenimi kırmıştı. Değiştiği süreç içerisinde ona dair elimde kalan tek şey inancımdı fakat o gün onu da yere attığı kadeh gibi parçalara ayırmıştı.
Anneme olan güvenim kırılınca, onu tam anlamıyla kaybettiğimi görüp boşluğa düştüm. Çünkü onun dışında başka hiçbir arkadaşımın olmadığı gerçeği artık daha sert batıyordu tenime. Gri insanlar beni gri olmakla suçluyorlardı ama kendi hallerinden haberleri yoktu.
Yalnızlığımın farkındalığı bana bir gerçeği daha gösteriyordu. Anneme olan güvenimin kırıldığı zaman kendimi de onunla birlikte çöpe atmıştım. O ana kadar hiçbir zaman ben ya da annem olmamıştı. Hep biz olmuştuk. Annemden farklı bir birey haline geldiğimi gördüğümde onun inançları ve doğru bildikleriyle değil, kendi inandığım şeylerle adım atmaya başlamıştım. Kendime onun saçma ideolojisinin yanlış olduğunu aşkın varlığıyla kanıtlamadan rahat edemeyecektim.
Aşk, onu bulmaya dünyanın dört bir yanına gitmiş olsam da kendisini bana göstermemişti, kaçmıştı ve en beklemediğim anda burnumun ucunda belirmişti.
Yalnız, âşık olduğum kişi hakkında göz ardı edilemeyecek büyüklükte bir problemim vardı.
Annemin inandığı saçmalıkla uzaktan yakından alakası yoktu.
Bir şeyler hissediyordum. Alışık olmadığım duyguları tadıyordum. Onu gördüğümde, bana yaklaştığında vücudumdaki tüm ısı yanaklarıma tırmanıyordu. Ne zaman ela gözlerini bana bakarken yakalasam göğsüme gönüllü bir şekilde yumruk yemiş gibi hissediyordum. Kumral saçları her zaman bakımlıydı ve iyi kesimliydi. Sıraların arasında dolaşırken gömleğinden yayılan parfüm kokusu, günlerce mağaza dolaşarak o parfümü bulmaya zorlamıştı beni.
Aşkı her yerde aradıktan sonra burada, gittiğim okulda bulmuş olmam tesadüftü. Kendime kanıtladığım aşk kavramını bana sunan ve yaşatan adamın matematik öğretmenim olması gerçekten çoğu şeyi zorlaştırıyordu. O yirmi sekiz yaşındaydı, benden on iki yaş büyüktü ve her şeyden önce o benim öğretmenimdi. Uymam gereken kurallar olduğunu biliyordum.Buna rağmen hislerime karşı gelemiyordum. Onları sadece kontrol altında tutabiliyordum ki, bu hiç de kolay olmuyordu.
Okulda tek bir arkadaşınız bile yoksa, size özel şeyleri de yayabilecek hiç kimse olmuyordu.
İşte, yine bir dersine odaklanmaya çalıştığım, anlattıklarını gerçekten anlıyormuş gibi yaptığım kırk dakikanın daha sonuna gelmiştik. Saate bakıp yavaşlaması için dua ediyordum ama onun acelesi var gibi gözüküyordu. Zil çaldığında her zamanki gibi neredeyse herkes sınıftan çıkmıştı.
Kahverengi dikdörtgen çantasını toplarken ben de tahtada yazılanları defterime geçirmeyi hâlâ bitirememiş gibi davranıyordum. Bunu yapma nedenim sınıfın dışına çıkmam için hiçbir işimin ya da arkadaşımın olmamasıydı. Bunu öğrenmesinden korkuyordum.
“Yavaş yazanlardan mısın?”
Üç aydır öğretmenimdi ama ilk defa ders dışında benimle konuşuyordu.
“Evet, derste biraz dalmıştım. Özür dilerim…” dedim ve kalemimi çoktan yazmış olduğum sayıların üzerinde oynatmaya devam ettim.
Çantasını kapatıp eline aldı. Ortalardaki bir sırada oturuyordum, bu nedenle tahtadakileri çoktan bitirmiş olduğumu göremezdi. Bunun rahatlığıyla yaptığım şeyi yapmaya devam ettim.
“Yazdıklarının üstünden geçmek hobin mi yoksa bu senin dersi tekrar yöntemin mi?”
Parfümünün tanıdık kokusunu aldığımda başımı defterimden kaldırdım. Çantasıyla birlikte sıramın hemen yanında durduğunu gördüm.
Verecek bir cevap bulamadığımda bana gülümsedi. Sıramın yanına kadar gelmiş olmasının şokuyla hâlâ bir cevap verememiştim. Sınıftan çıkana kadar onu izledim.
Üstümde bıraktığı etkinin farkında olmadan öylece gitmişti ve ben sanki olduğum yere çivilenmiş gibi kalmıştım. İmkânsızın imkânsızını istiyordum. Her ne kadar yaşından daha genç gösterse de o benim öğretmenimdi ve benden tam on iki yaş büyüktü.
Ama aşk da imkânsız değil miydi zaten? Bulması bir dert, elinde tutması bir dert ama en azından bulma kısmı az önce tam da yanımda çoktan çözüldüğünü belli etmişti! Aslında tüm bu engellerden daha büyük bir engel vardı. Onun benim öğretmenim olmasından çok, asıl ben onun öğrencisiydim. Söylenecek her söz, yaşanacak her bir olay ikimizi de hayatımız boyunca etkilerdi fakat onun başına daha büyük iş açardı.
Bir sonraki hafta sınav sonuçları açıklandığında beni ders çıkışında görmek istediğini söyledi. Evet, her ne kadar derslerde onun yakışıklılığını izliyor, dikkatimi dağıtıyor olsam da yine de matematiğim berbat kalmaya devam ediyordu. Elimden hiçbir şey gelmiyordu ve şimdi ise ona rezil olmaya, matematik odasına doğru yürüyordum.
Açık duran kapıyı çaldım. “Caner Hocam, beni görmek istemiştiniz,” dedim ve içeri girdim. İçinde kahve olduğunu tahmin ettiğim büyük bardağı dudaklarından çekti. “Evet Canset, lütfen gel. Kapıyı da kapat.”
Onunla aynı odada yalnız bulunma düşüncesi beni her an bir sonraki saniyeye itse de sakin kalmaya çalıştım. Kapıyı arkamdan yavaşça kapattım. Ardından onun oturduğu üçlü koltuğun yanına geldim.
“Sınav sonucumla mı ilgiliydi?” diye sordum. Konuşamadığımda daha garip duruyordu çünkü.
“Lütfen otur,” dedi. Karşısında bir tane tek kişilik, bir tane de ikili koltuk vardı ama ben gidip onun oturduğu lacivert, deri koltuğun diğer ucuna geçtim. Eteğimi düzelttim ve ardından tırnaklarıma bakmaya başladım.
“İkimizin de isminin Can’la başlıyor olması ne kadar tesadüf, Canset ve Caner…”
Gülümsedim. “Okuldaki herkes size ‘Can Hoca’ diye sesleniyor zaten,” dedim.
“Evet ama sen öyle seslenmiyorsun.”
Matematik notumla yeterince rezil olmamışım gibi bir de vereceğim cevaplarla rezil olacağımı düşünüyordum. Gözlerimi ondan kaçırdım ve koltukların arasında duran alçak sehpayı incelemeye başladım. Pek çok kalın dosya rastgele bir şekilde üstüne bırakılmıştı.
“İlk sınavın zaten kötüydü ama bana yeni yeni alışıyor olabileceğini düşündüğümden bir sorun olduğunu sanmamıştım. Ne yazık ki görüyorum, ikinci sınavdan önce yaptığım bu denemede gerçekten dibe vurmuşsun.”
Mavi dosyalar, kâğıtlar, içi boş kahve fincanları, karnımda hissettiğim bir an önce oradan kaçma isteği ama göğsümde hissettiğim bunu yaparsam sonradan üzüleceğimin bilinci…
“Sorun nedir? Yani, konuların hangi kısımlarını anlamıyorsun?”
Gözlerimi odaya girdiğimden beri ikinci kez ona çevirdim ve cevap vermeye çalıştım. “Şey… hayır. Yani, sadece zor…”
“Sorun bende mi? Ben mi iyi anlatamıyorum?” diye sorduğunda “Hayır! Hayır, kesinlikle alakası yok. Siz çok iyi bir öğretmensiniz. Hatta şu ana kadarki en iyi matematik öğretmenisiniz. Sizin gibi birini ben hayatımda hiç görmedim,” dedim. Tamamen refleks olarak ağzımdan çıkan bu yanıt onu gülümsetmişti. “Sorun ne o zaman?”
Acilen bir bahane bulmam gerekiyordu.
“Yani ailenle ilgili bir problemin mi var? Sadece annenle birlikte yaşadığını biliyorum. Eğer bir sorun varsa seve seve annenle de görüşebilir…”
“Hayır! Yani, özür dilerim, sözünüzü kesmek istememiştim…”
“Önemli değil.”
Dünyanın en karizmatik erkeğiydi. Seçtiği gömlekten pantolonunun rengine, saatine kadar her şeyiyle mankene benziyordu.
“Annemle pek konuşabileceğinizi sanmıyorum.”
Vücudunu biraz daha bana doğru çevirdi. “Neden?”
Çünkü annem bu son üç yılda kızı olduğunu unutabilecek bir canavar haline geldi ve onunla bir yılda konuştuğum cümle sayısı toplamda artık beşi geçmiyordu.
“Annem biraz rahat bir insandır. Bazen geç saatlere kadar çalışır, çoğu gece eve gelmez… Yani onunla konuşmak için fırsat bulabileceğinizi sanmıyorum,” dedim. Bir de annemle rezil olamazdım.
“Peki sence sorun burada olabilir mi? Yani annenin eve gelmiyor olmasında?” dediğinde sonunda soru bildiğim yerden gelmişti.
“Alakası yok. Asıl o olmadığında mutlu oluyorum. Kendi kendime yetebiliyorum ve o olmadığında inanın bana daha huzurluyum. Kendisi hiç kolay biri değildir,” diyerek karşılık verdim. Sanırım ilk defa onunla konuşurken düzgün bir cümle kurabilmiştim. Kendimle gurur duydum.
İki elini yanlara açtı. “Peki, öyle olsun. Sen nasıl diyorsan,” dedi ve yine gülümsedi. Arkasına yaslandı. “Özel ders aldığın bir öğretmen var mı?”
Sorduğu soruyu duyar duymaz bacaklarım heyecandan titremeye başladı.
“Ha-hayır. Yok. Ben hiç özel ders almadım.”
Caner Hoca ile aynı masada oturduğumuzu hayal ettim. Şu anda ilk defa aynı koltukta oturuyorduk, herhalde böyle bir his olmalı diye geçirdim aklımdan. Sadece belki biraz daha yakın olurduk ve sınıftaki gibi yirmi kişilik kalabalığın arasına karışmazdım. O anda bir tek benimle konuşuyor, benimle göz teması kuruyor ve benimle ilgileniyor olurdu. Henüz hayalini bile kaldıramıyordum, gerçekleştiğinde bunu vücudum kaldırabilir miydi ki?
“İkinci sınavlardan önce en azından son konuyu bir toparlamamız lazım. Biliyorum, üniversite sınavına daha iki senen var ama yine de konuları tam da anlatıldıkları anda öğrenebilmen çok önemli. Eğer düşünürsen…”
“Düşünürüm, evet.”
“Peki, o zaman sana hangi gün uyarsa benim için hava hoş. Ama salı, çarşamba, cuma günü okul çıkışı ve cumartesi sabahı doluyum.”
“Ben her gün boşum!”
Lanet olsun, sakin ol.
“… Yani, bana her gün uyar demek istemiştim. Şey, cumartesi nasıl olur?” Aslında bir an önce onunla buluşmak istiyordum ama eğer perşembe dersem fazla aceleci görünürüm diye düşündüğümden ondan sonraki ilk günü seçmiştim.
Cumartesiye kadar evin iyi görüneceğinden emin olmam lazımdı. Çalışan iki görevlimiz olduğundan, bu hiç de problem olmayacaktı ama yine de beni düşündürmüştü. Annemse… Annemdi. Onun zaten eve uğradığı yoktu.
“Bana uyar, akşam altı gibi yapalım mı?”
“Tabii.”
“Güzel, bunu ayarladığımıza sevindim,” dedi ve ayağa kalktı. Sehpadaki dosyalardan en üstte duranı eline aldığında zil çaldı.
“Benim sınıfa gitmem gerekiyor,” dedim cumartesi akşamının heyecanıyla nefes alırken.
“Tamam, görüşürüz Canset. Kapıyı açık bırakabilirsin,” dedi ve eline aldığı dosyanın kapağını açtı. Odadan çıktığım anda kapının hemen yanından başlayan duvara sırtımı yasladım. Alt tarafı normal bir sohbetti, normal bir sohbet! Ama beni ne kadar mutlu etmişti bu kısacık dakikalar…
Haftalar birbirini kovaladı, dersler de dersleri. Okuldaki ve hayatımdaki yalnızlığım devam ederken hafta boyunca tek beklediğim şey cumartesi günleri saalt altıydı. Her hafta, bir önceki haftadan daha güzel vakit geçiriyor ve derste eğleniyorduk. Sohbet ediyorduk, şakalaşıyorduk. O bana bir hediye gibiydi. Bana bir aşk olmakla kalmamış, her şeyimi paylaşabildiğim bir dost da olmuştu aynı zamanda. Okulda yine konuşuyorduk ama özel derslerde olduğu gibi değildi. Onlar daha farklıydı, biz bizeyken yaptığımız sohbetlerin yanından bile geçemezlerdi.
Bir hafta yeni sevgili olan öğretmenler hakkında dedikodu yaparken bana “Sanırım senin böyle dertlerin yok,” demişti. Sevgilim yoktu, hiç olmamıştı da. Açıkçası gerçek aşk olmadıktan sonra herhangi biriyle takılmanın mantığını kavrayamıyordum. Aşk; dokunmasan bile yakan, üşümesen bile titreten olmalıydı ki, işte o tam da yanımda oturuyordu.
Babamı, daha doğrusu üvey babamı daha önceden hiç kimseye anlatmamıştım. Üç yıl önceki hayatımı o kasabada bırakmıştım. Annem her şeyi kolayca unutmuştu ama bazı şeylerin etkisi bende hâlâ devam ediyordu. Kabullenmek sesli söylemeye benzemiyordu. Sesli söylediğimde sanki her şey kararacak gibi hissetmiştim ama Caner Öğretmenim elimi tuttuğunda gülümseyebilmiştim.
“Bilmiyordum Canset, çok özür dilerim,” dediğinde mutlu oldum. Bu konuyu anlattığımda benden soğuyabilirdi ama birlikte geçirdiğimiz cumartesiler bizi gerçekten yaklaştırmıştı. Öğretmen-öğrenci gibi değil… İki sırdaş gibi.
O andan itibaren Caner Öğretmenim benim için âşık olduğum adam, tek dostum ve tek güvendiğim insandı artık. Etkisinde kalmamam mümkün değildi. Kokusu, kıyafetleri, tarzı, olgunluğuyla katlanamadığım matematiği bile saatlerce dinleyebilmemi sağlıyordu.
“Bana neden diğerleri gibi Can demiyorsun?” diye sorduğunda gözlerine baktım. “Diğerleri size farklı bir isimle hitap etmek için izninizi almadı,” dedim. Kapıdan çıkıyordu, geç olmuştu. Normalde altı gibi geldiği saati o gün biraz geç kalarak yediye kaydırmıştı. İki saatin sonunda evine gitmek için yola koyulacaktı.
“Pekâlâ, izin verilmiştir. Bana Can diyebilirsin,”dediğinde gülümsedim. “İyi akşamlar Can Hocam.”
“Tatlı kızsın,” dedi ve ardından arkasını döndü. Evin ön bahçesinden geçerek arabasına doğru yürümeye başladı.
Kapıyı kapatır kapatmaz bana en son dediği şeyi düşünmeye başladım.
“Tatlı kızsın.”
Sinirimi bozmuştu. Ne yani, ben onun için sadece tatlı bir kız mıydım? Eğer öyleysem bir çocuk parkına gidip vaktimizi orada geçirebilirdik. Yoksa okul onun için çocuklarla dolu bir oyun parkı mıydı? Ya ben? Parkta oradan oraya koşuşturan küçük çocuklardan ne farkım vardı?
Sinirle az önce onun oturduğu sandalyeye oturdum.
Beni kardeşi gibi mi görüyordu? Ya da herhangi bir öğrencisi gibi mi? Bu düşünceyi, bu sıfatları kaldıramıyordum. Beni diğerleri gibi görmesini istemiyordum. Tamam, ben farklı bir insan olmadığımı kabul ediyordum ama en azından onun için farklı olmak istiyordum.
Kasabayı, annemi, babamı… Başımdan geçenleri… Ona kendimle ve geçmişimle ilgili daha önceden kimseye anlatmadığım şeyleri anlatmıştım. Ona güveniyordum. Onu seviyordum. Onun yanında mutluydum ve hayatımda ilk defa “yaşadığımı” hissediyordum. Benimle konuşurken sanki tüm dünya tarafından fark edilmiş gibi dik duruyordum. Bana baktığında ise sanki podyumda yürüyen bir mankendim ben. O, benim için tüm bunlarken ben onun için yalnızca bir “tatlı kız” olarak kalamazdım.
Ayağa kalktım ve portmantodaki çantamı açtım. Limitsizce harcayabileceğim kredi kartımın cüzdanımda olduğunu kontrol ettikten sonra kapıyı kilitledim ve yatmak için yukarı çıktım.
Yarın uzun bir gün olacaktı.