༯ 5 ༯
CANSU
Annemin aksine ben, alışverişten hiçbir şey anlamazdım. Alışveriş merkezinin ortasında boş boş etrafıma bakınmaktan başka bir şey yapmıyordum. Para konusunda sıkıntım yoktu, sadece ne alacağımı çözmem gerekiyordu.
Hiçbir mağaza tanıdık gelmediği için önceliğimi Can Hoca’nın parfümünden kendime de aldığım mağazaya verdim. Daha önceden gelip gezdiğim parfüm raflarının aralarında dolaşırken aldığım parfümünün reklamını gördüm. Göz ardı edilemeyecek büyüklükteki afiş, mağazanın bir duvarını boydan boya kaplıyordu. Afişteki model kız, yakışıklı adamın ellerini kelepçelemiş, kelepçenin ucundan başlayan zinciri de eline almıştı. Kadının yüzündeki koyu renk makyaj ona gizemli bir görünüm veriyordu. Kıyafetleri ise… Nasıl desem? Olabildiğince az parçadan oluşuyordu. Her şeyiyle bana son derece farklı gelmişti. Hani erkeklerin hoşuna gidecek türden… Sanırım aradığım kelime seksiydi.
“Nasıl da sahiplenmiş, değil mi?”
Bluzunun üstündeki yaka kartından anladığım kadarıyla mağazada çalışan genç bir bayan yanımda durup afişe benimle birlikte bakıyordu.
“Paylaşmak istemiyor olmalı,” dedim gözlerimi yeniden afişteki model kıza çevirerek. Kısa eteğinin altından uzanan uzun bacakları, yüksek topuklu ayakkabıları ve üstündeki büstiyerle gerçekten ilgi çekiyordu.
“Asla bu kadar zayıf olamayacağım,” dedi mağazada çalışan kız.
“Ama bu kız da fazla zayıf.”
Kız “Senin için söylemesi kolay. Sana yemek yedirmiyorlar mı? Nasıl böylesin?” derken, afişi bırakmış, beni süzüyordu. “Senin o kızdan hiçbir farkın yok. Hatta daha güzelsin.”
Biraz garipseyerek “Teşekkür ederim,” dedim. Kız şişman değildi oysa ki. Benden iki-üç yaş büyük ve biraz da uzundu. Ondan bakışlarımı çekip afişi incelemeye devam ettim. “Sence o parfümü seven erkekler afişteki gibi kızlardan mı hoşlanırlar?” diye sordum. Güldü. “Herhangi bir parfümü seven herhangi bir erkek afişteki gibi kızlardan hoşlanır,” dedi.
Yardıma ihtiyacım vardı ve satış danışmanının fazlasıyla müsait olduğu ortadaydı. Kızın karşısına geçtim. “Söylesene, sence ben nasıl bir kızım?”
“Hımm… Bir bakalım, sıfır makyaj, kot pantolon ve normal bir tişört… Fiziğin ince, yüzünün hatları belirgin ve sempatik görüyorsun. Tatlı kızsın.”
İşte değiştirmek istediğim şey.
“Peki ya artık ‘tatlı kız’ olmak istemiyorsam?”
Gülümsedi. “İşte tam da doğru adrese geldin. Önce kıyafet bölümüne gitmeliyiz,” dedi.
Üç buçuk saatlik alışverişten sonra kendi başıma olsam hayatta almayacağım elbiseler, etekler ve makyaj malzemeleri almıştım. Ne zaman sıkılsam afişteki kıza bakıyor ve kendimi onun gibi hissetmeye çalışıyordum. Ona benzemeliydim. Zaten yaştan dolayı Can Hoca konusunda hiç şansım yoktu ama en azından olgundum ve dış görünüşüme takviye yaparak ona yetişebilirdim.
Zaman geçtikçe makyaj yapmayı, doğru giyinmeyi ve kendimi belli edebilmeyi öğrendim. Bunların hiçbiri bana göre değildi. Yeni kıyafetlerimi giyerken kendimi kötü hissediyordum, buna rağmen ne zaman onun bana baktığını ve beni süzdüğünü görsem içim içime sığmıyordu. Anında o kötü his yerini bambaşka şeylere bırakıyordu.
Bir hafta sonra güzel kız, ondan sonraki hafta ise sevgilisi olmayan çekici kız olmuştum. Okuldaki kızlar beni dışlamaya devam ederlerken erkekler yanıma gelmeye başlamışlardı. Ama ben hiçbiriyle ilgilenmiyordum. Benim ilgilendiğim tek bir kişi vardı ve onun da benimle ilgilendiğinden emindim. Her şey eskiye göre biraz daha iyiydi başta.
Başta hissettiğim şeyler tek taraflı olduğundan herhangi bir temas ya da değişen davranış yoktu. Bu nedenle ilişkimiz hâlâ masumdu ve sorun yaratmayacak şekilde kontrol altındaydı. Tüm bunlara rağmen tam bir ay sonra öyle bir konuma gelmiştik ki sadece söylenemeyen sözler kadar uzaktık.
Göz göze, el ele ve dudak dudağaydık.
O anda kendimi hem dünyanın zirvesinde hem de yerin dibinde hissetmiştim. İçimdeki duygular, ömürlerini uzatabilmek için onlara aylardır uyguladığım baskıyı kaldırmamı emrediyorlardı. Ben emirlere karşı geldikçe karnımda büyüyen baskı da aynı oranda artıyordu. Artık yalnızca hissetmemem gereken şeyleri hissetmekle kalmıyordum; yapmamam gereken şeyleri de yapıyordum.
Korku ve belki de onun basit bulacağı bir endişeyle kendimi geri çektim. Gözlerim dolmuştu. Mantığım, hatama karşılık aradığı gerekçe için kalbimi sorguluyordu. Bense cevap verme konusunda ona yardım etmek yerine sessizce gözyaşı döküyordum.
“Hey, hey… Bana bak, korkman ya da üzülmen için hiçbir neden yok. Ben sana âşığım, anlıyor musun? Ben sana âşığım. Gerisi benim umrumda değil. Senin de olmamalı, biz birbirimize aidiz.”
“Ya okul öğrenirse, insanlar öğrenirse? O zaman ne olur?”
Dudaklarıyla beni yeniden susturduğunda vücuduma yayılan ısı, tüm gözyaşlarımı buharlaştırdı. Kokusu beni büyülerken dudaklarını geri çekti. Yüzüme düşmüş saçlarımdan bir tutamını alıp kulağımın arkasına götürdü.
“Ben senin için gerekirse tüm dünyayı karşıma alırım Canset.”
O anın sarhoşluğuyla ne yaptığımı bilmiyordum. Kokusu ve kelimelerinin büyüsündeyken kendimi yatak odamda bulduğumda korkmam gereken hiçbir şeyin olmadığını biliyordum. Ben ona âşıktım, o da bana âşıktı ve gerekirse tüm dünyayı karşımıza alırdık. Ona, sözlerine, gözlerine güveniyordum.
Sizce güvenmek hata mıdır?
Şimdi de asıl hikâye o zaman…
Önce kendimi dünyanın en güçlü kadını hissetmiştim. Bana âşık olan bir adamla birlikteydim ve aşkımızı her fırsatta birbirimize göstermekten çekinmiyorduk. Sadece ufak bir mekân problemi vardı ki, çözülemeyecek gibi değildi. Genellikle bizim evde vakit geçirmek zorundaydık. Çünkü Can’ın komşusu bizim okuldan başka bir öğretmendi. Sorun yaratmıyordu, nasılsa annem eve ya nadiren geliyor ya da hiç gelmiyordu.
Ben dünyanın en güçlü kadınıydım, neden mi? Çünkü anneme haksız olduğunu kanıtlıyordum. Can’a her baktığımda benimle ilgilenip bana para sağladığı için değil; ona âşık olduğum için onunla birlikte olduğumu hatırlıyordum. Aşkı hissedebiliyordum ve bundan öte bir şeyin olmadığını düşünüyordum. Hayatımın en mutlu ve zevkli günlerini yaşıyordum fakat bu mutluluğum maalesef çok uzun sürmedi.
Annem bir kış günü yine o aşırı yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürürken kayıp bacağını kırmıştı. Bir süreliğine evde kalması gerekiyordu. Ciddi bir şeyi yoktu, alçısı çıkacak ve eskisinden daha iyi olacaktı ama evde o varken Can’la vakit geçirebilmemize imkân yoktu.
Her ne kadar komşularından biri tanıdık olsa da Can beni etrafın sakin olduğu anlarda evine çağırıyor ve yine aşkımızı birbirimize yaşatıyorduk. Beni rahatsız eden hiçbir şey yoktu ancak sıkıntı; okuldaki diğer öğretmenlerin beni ders çıkışlarında yanlarına çağırmalarıyla başladı. Bana söyledikleri cümleleri yazılı bir şekilde birilerine okutsam, herhalde öğretmen-öğrenci arasında geçen normal bir konuşma olduğunu düşünürdü ama konuşma şekilleri, imaları ve jestleri beni resmen rencide ediyordu. Zaman geçtikçe “çıkışta yanıma uğra”lar artmaya ve göze batmaya başladılar. Dersime bile girmeyen öğretmenlerin benimle konuşmak istemeleri kadar saçma bir şey yoktu ki öğrenciler de kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı.
Can dışında ne okulda ne de okul dışında arkadaşım olduğundan kimseyle konuşamıyordum. Kimseye derdimi anlatamıyordum. Can’a ne zaman olanlardan bahsetsem bir şekilde dikkatimi dağıtıyordu ve beni susturmayı başarıyordu. Ona kendimi bu kadar kaptırmışken güvenmekten başka bir şey yapamıyor, şüpheleri aklımda hep eritiyordum.
İkinci dönemin son notları açıklandığında evde, bilgisayarımın başındaydım. Bütün derslerimin bütün notlarında artış vardı. Profilim; sınavlardan ya da ödevlerden asla almadığım, hatta ömrüm boyunca çalışsam bile asla alamayacağım notlarla doluydu. Her dersime eklenmiş on-yirmi puanlık haksız artış, gözlerim matematiğe kaydığında gölgede kaldı. Her bir matematik notumun sisteme tam puan olarak girilmiş olması beni şoka uğratmıştı.
Profilimin çıktısını aldıktan sonra nereye gitmem gerektiğini biliyordum. Bu artışların hepsi Can’a aitti ve profilimi hak etmediğim notlarla donatarak ne yapmaya çalıştığını öğrenmem gerekiyordu.
Kapıyı açtığında üstünde gömleği yoktu. Sadece pantolon giyiyordu ve beni gördüğüne çok şaşırmıştı. Onu iterek içeri girdim ve kahverengi, parke salondaki krem renkli koltuğa oturdum. Elimdeki kâğıdı havada salladım ve “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sordum.
Hızlıca yanıma geldi ve beni kolumdan tutarak ayağa kaldırdı. “İyi bir zaman değil Canset. Sonra konuşuruz,” dedi ve beni kapının yanına kadar resmen sürükledi. Kolumu ondan kurtardım ve kâğıdı çıplak göğsüne doğru attım. “Ne demek doğru zaman değil? Hak etmediğim notlar, bana son zamanlarda gerçekten çok garip davranan erkek öğretmenler tarafından veriliyor. Karnelerin alınmasına bir hafta var. Bence konuşmak için gayet iyi bir zaman bu Can!”
“Hayatım, ne oluyor?”
Holden çıkıp yanımıza gelen sarışın bir kadın bana bakıyordu. Gözlerindeki ifade, o sırada beni tanıyıp tanımadığını düşündüğünü gösteriyordu. Gözlerini kıstı, beni süzdü ve ardından tanımadığına karar vererek Can’a döndü. “Öğrencin mi?”
Beni aldatmış mıydı?
Az önceki telaşını bir anda yok eden Can “Evet, Canset benim öğrencim. Sanırım notuyla ilgili bir problemi varmış. Karne günlerinden önce hep olur böyle, bilirsin,” dedi sakin sakin.
Yalan, yalan, yalan… Gözlerimi devirdim ve başka şeylere odaklanmaya çalıştım. Sinirden ona bakmamaya çalışırken gözüm giriş kapısının hemen yanındaki komidine çarptı. Üstünde bir çerçeve vardı. Daha önce orada olmadığından adım gibi emin olduğum çerçevedeki fotoğraf Can’la yanındaki sarışın kadına aitti.
Kadına bakıp konuşmaya çalıştım. “Sen…” dediğim anda kalakalmıştım. Can, arkamdaki kapıyı açtığı gibi beni dışarı iterek evden çıkarttı. Kapıyı arkamızdan kapatmadan önce sarışın, beyaz tenli kadını öptü. Bana yaklaşıp fısıldayarak konuşmaya başladığında onu göremediğimi fark ettim. Her şey bulanıktı. Gözyaşlarım Can’ı görmemi, aşkımsa tüm bu gerçeklere inanmamı daha en başından engellemişti.
Evdeyken üstüne doğru attığım kâğıdı elime tutuşturmaya çalışırken parmağındaki yüzüğü fark ettim. Soracağım sorunun yanıtı gerçek olmasın diye fısıldadım:
“Evli miydin?”
İç çekti. “Dört yıldır,” dedi. Karnıma tekme yeseydim bu kadar acıtmazdı canımı. Yere düşecek gibi olduğumda beni tutup ayakta kalmamı sağladı. Omuzlarımı silktim ve kolunu omzumdan düşürüp parmağındaki yüzüğü üstümden çekmesini sağladım.
Kekelemeye başladığımda üstüme yürüdü ve biraz daha geri gitmeme neden oldu. Beni bir an önce oradan göndermek istiyordu, aksi halde sorun yaratacağımı biliyordu. Ne yapmalıydım? O anda ne söylesem, ne yapsam doğru olurdu bilemiyordum. Aşk denilen şeyin bu kadar ucuza satılmış olmasına mı haykırsaydım, yoksa savunduğum tüm inançlara rağmen annemin başından beri haklı olduğunu yeni anladığıma mı?
Tüm bu düşüncelerin bana ne kadar fazla geldiğini yere düşene kadar fark etmedim. Tekrar ayağa kalkmak için çaba sarfedebilecek güce henüz sahip değildim. Hâlâ bana bakıyordu. Acıyarak, tiksinerek… Sanki yoldan geçerken gördüğü bir dilenciymişim gibi eğilip bana iyi olup olmadığımı sordu.
Hep kadınların kendi başlarına ayakta durabileceklerini, yaşamları için güce, yani bir erkeğe ihtiyaç duymadıklarını söyleyip dururdum kendime. Birlikte yaşayacağım adamın beni güçlü kılması için ona hizmet edeceğim kişi değil; âşık olduğum için yanında kalacağım kişi olması gerektiğine inancım paramparçaydı artık. Kendimi kandırmıştım. Ben bir kadındım ve ayakta duramıyordum. En aciz konumdaydım, onun ayaklarının dibindeydim ve beni ellerimden tutup kaldırması için dua ediyordum. Eskisi gibi beni sevdiğini söylemesi için çırpınıyordum. Beni yeniden ısıtması için bilerek üşüyor, ellerimi tutup beni sakinleştirmesi için titriyordum sanki.
Kalbimse onun öpüp yeniden canlandırabilmesi için ölüyordu.
Cevabını alamadığı “İyi misin?” sorusundan sonra ayağa kalktı ve arkasını dönüp evine doğru ilerlemeye başladı.
Aşkın cehenneme kadar yolu vardı.
“Gerekirse tüm dünyayı karşına alırdın değil mi?” dediğimde beni duymamıştı. İlerlemeye devam ediyordu. “Okul yönetimi tüm bunları duyduğunda ne diyecek çok merak ediyorum!” diye bağırdığımda anında durdu. İşte o anda asıl acınası halde olan ben değildim. Oydu. Sanki kazanmış gibi arkasına bakmadan yürüyüp beni belki de duymazlıktan gelirken, başını yakabileceğim gerçeği ona çarptığında, köpek gibi geri dönmek zorunda kalmıştı. Beni ayağa kaldırdı ve yakamdan tuttu. Evinin kapısından biraz daha uzaklaştırdı tartışmayı. Beni iyice kendine yaklaştırdı. “Hiç kimseye hiçbir şey söyleyemezsin,” dedi.
Çatlayan sesimle “Ne oldu şimdi? Başını yakacağım diye korktun mu?” dediğimde bana güldü. “Ahh, Canset. Hâlâ o saf ve tatlı kızsın. O öğretmenlerin seni neden yanlarına çağırdığını biliyor musun?”
Aklıma bile getirmek istemediğim olasılıklar son söylediğiyle gözlerimin önüne geldiğinde donakaldım.
“Her şeyin kaydı var. Şu evde yaptığımız, yaptığın her şeyin videosu bende ve fark etmişsindir ki başkalarına göstermekten çekinmiyorum.”
“Aşağılık pezevenk!”
Sana âşıktım ben! Âşık!
Eliyle ağzımı kapattı. “Şşş, böyle deme Canset. Güzel vakit geçirdiğimizi kabul et. Sen de eğlendin, ben de. Ama artık buraya kadarmış, zaten seneye bizim okulda kalacağını sanmıyorum. Kaldığın müddetçe tek tek diğer öğretmenlerinle de ilgilenmek zorunda kalabilirsin diye tahmin ediyorum.”
Ben çok aptaldım. Hiçbir komşusu öğretmen değildi. Bu civarda bizi görebilecek ve sorun yaratabilecek tek tanıdık kişi, şu anda kocasının notlarından hoşnut olmayan bir öğrencisiyle tartıştığını sanan içerideki kadındı.
Onu göğsünden ittiğim gibi elini ağzımdan çekti. Arkamı döndüm ve koşmaya başladım. Bir daha yüzüne bakamazdım. Ne onun yüzüne, ne karısının yüzüne, ne de annemin yüzüne… Aşka inanacak kadar aptaldım. Bir erkeğin bana âşık olabileceğini sanmıştım. Bir sahtekârla hem kendimi, hem de kimseye anlatmadığım geçmişimi paylaşmıştım. Aşağılanmış, resmen pazarlanmıştım. İnsanlarda onların verdiği on beş-yirmi puanlarıyla susturulabilecek bir karakter izlenimi bırakmıştım. Bacaklarım yanana kadar koşarak oradan, ondan, her şeyden uzaklaşmak istedim.
Hava kararmıştı ve tenha bir yerdeydim. Olduğum kaldırımdaki dört kişilik erkek grubunun kahkahalarını duyduğum anda adımlarımı yavaşlattım ve onların yanlarından geçerken nefesimi sanki hiç koşmamışım gibi göstermeye çalıştım. Korkuyordum. Bana bir şey yaparlar mıydı? Neden yanlarından geçerken susmuşlardı? Acaba arkamdan bakıyorlar mıydı? Takip etmeye başlarlarsa nereye gitmeliydim? Kimsem yoktu, beni kim koruyacaktı?
Hafifçe kafamı yana doğru çevirip geride kalmış grubun hâlâ aynı yerde olduğunu gördüğümde adımlarımı yeniden hızlandırdım. Görülmediğimden emin olduktan sonra solumdaki apartman boşluğuna girdim. Büyük çöp kutusunun yanındaki soğuk duvara sırtımı dayadım ve yavaşça aşağıya doğru kaydım.
Bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Ağlıyordum ama ses çıkartamıyordum. Sağ elimi başımın üstüne götürerek saçlarımı çekmeye başladım. Saç köklerimde uyanan acı, dikkatimi göğsüme oturan ağırlıktan uzaklaştıramamıştı.
Ölmek istiyordum. Kendimi öldürmek istiyordum. Hayatımda bende uyandırdıkları güven duygusuna karşılık verdiğim sadece iki kişi olmuştu. İlki annemdi. Eğer burada olsaydı “Üzülmene gerek yok, arkanda duracak, çocuklarını yetiştirebilecek, sana bakabilecek daha iyi bir erkek bulduktan sonra gerisi rahat,”derdi. İstanbul onu çok değiştirmişti ve ona duyduğum güveni son damlasına kadar kurutarak ondan nefret etmeme neden olmuştu.
İkincisi ise Can’dı. Koca şehirdeki küçük yalnızlığımda bana eşlik eden ilk ve tek aşkım.
Koşarken, avcumun içindeki buruşuk kâğıdı sokağa attığımda, unuttuğum birini hatırladım.
Pardon, pardon… Evet, üç kişi vardı. Üçüncü kişi ise aralarından en aciz olanıydı işte.
Ben, her şeyden çok, herkesten çok, kendime güvenmiştim. Kendi bildiğimin doğru olduğunu düşünüp yerle bir olmuştum. Ayağa kalkmaya layık olduğumu bile düşünmedim, kolay pes etmiştim. Belki de hak ettiğim buydu. Belki de hayatım boyunca aşağılanacaktım. Doğduğumdan beri benim bu dünyadaki görevim hep aynı olmuştu: Kullanılmak ve aşağılanmak…
Gözlerimi kapatıp başımı geriye yatırdım. Saçlarım pis duvarda azıcık da olsa huzuru arayan başıma yardımcı oldu. Ağlamayı kesebilmiştim çünkü Can’ın bana çektirdiği acıyı düşünmek yerine artık kendimden nefret etmekle meşguldüm.
“Notların fazla iyi, baban seninle gurur duyuyor olmalı.”