༯ 6 ༯
CANSU
Duyduğum erkek sesiyle gözlerimi açtım. Elinde tuttuğu, benim az önce fırlattığım kâğıda bakıyordu. Yürürken gördüğüm gruptan olabilir miydi? Beni yanlarından geçerken görüp takip mi etmişti?
“Benim babam yok.” Bu tanımadığım kişinin adımı soyadımı öğrenmesini istemiyordum. Uzanıp elinden kâğıdı aldım ve sırtımı yeniden duvara dayadım.
“Ah, benimki de beni fazla seviyor. Gel hayatlarımızı değişelim,” dedi ve karşıma, yere oturdu.
Cevap vermedim. Gözlerini tam olarak göremiyordum ama benden daha açık kahverengi saçları vardı. Sert yüz hatlarına ve vücut yapısına rağmen büyük ihtimalle ya aynı yaştaydık ya da benden bir yaş büyüktü. En azından sokak lambası yakındaydı ve ben karşımdaki kişiyi görebildiğim için korkudan felç geçirmiyordum.
“Zor bir gün, ha?” deyip cebinden sigaralık çıkarttı. Bana uzattı. “İçmiyorum,” dediğimde şaşırdı ve kutuyu cebine geri koyup çakmağının kapağını açtı. Sigaradan bir nefes çekip, ilk dumanı dışarı verdiğinde boğazımı temizledim. Ağlamaklı halimi artık geride bırakmıştım, artık sesim de buna ayak uydurmalıydı.
“Çakmağını alabilir miyim?”
Sigara teklif ettiğinde almadığımdan, çakmağa neden ihtiyacım olduğunu anlamadı ama yine de uzattı. Ayağa kalktım ve not kâğıdığını içinde yok olmaya bırakmak üzere çöp kutusunun yanına gittim. Çakmaktaki küçük alevin büyüdüğünü gördüğüm ilk an, bana dilek tutmam için yanan bir mum gibi geldi. Hâlâ çok çocuktum. Kendimle ilgili değiştirmek istediğim şeyleri düşünerek kâğıdı bıraktım.
En başta göğsümde beni ona geri dönmem için ikna etmeye çalışan acının dinmesini istiyorum.
Alevler yanlarındaki birkaç çöpe, eski gazete kâğıtlarına ve kullanılmayacak haldeki kırık gitara yayılırlarken eve gitmek istemediğimi fark ettim. Biraz temiz havaya ve yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ki hiç arkadaşım olmadığını varsayarsak eğer…
“Buralardan değilsin,” dedi ısrarla benimle konuşmaya çalışan çocuk. Hâlâ orada olması sinirimi bozuyordu. “Sen de değilsin, o ayakkabıları bu civarda oturanlar pek karşılayamaz,” dedim ve eski yerime geri döndüm. O da sırtını duvara yaslamıştı.
“Anlat bakalım, hikâyen ne?”
Dünyanın en aşağılık, en rezil insanıydım.
“Bir hikâyem yok,” dedim. Can’ın yüzü, yüzüğü ve bana söyledikleri aklıma geldikçe gözlerimi karşımda oturan çocuktan çekip yere bakıyordum. Onu aklıma getirmek canımı çok yakıyordu. Bana yaptığı haksızlığı görmezden gelmemi istiyordu. Ne yazık ki bu olanaksızdı.
“O zaman neden gizemli bir şekilde bu kötü kokan ara sokakta oturup son derece iyi olan karne notlarını dert ediyorsun?”
Gözlerimi kıstım. “Söylesene, senin buluşacak arkadaşların falan yok mu? Ne bileyim, takılacağın falan?”
“Zaten arkadaşlarımlaydım. Korkmuş ve üzgün bir şekilde buraya doğru yürüdüğünü gördüğüm için geldim. Seni rahatsız mı ediyorum?”
Tamam, bu biraz korkutucuydu işte. Ayağa kalktım. Keşke şort yerine pantolon giyiyor olsaydım. “Sadece yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
O da ayağa kalktı. “Buraya gelirken yalnızdın, buraya oturduğunda da. Hem, ben olmasaydım çakmağı nereden bulacaktın, ki bu arada hâlâ kendisini geri alamadım…”
“Lütfen! Bak kim olduğunu bilmiyorum, seni de arkadaşlarını da tanımıyorum ve bela da aramıyorum. İyi akşamlar.”
“Sana yardım etmeye çalışıyorum. Üzgün ve korkmuş görünüyorsun. Ailen notlarını yeterli bulmayacak diye mi çekiniyorsun?” diye sorduğunda kahkaha attım. “İşte bu komikti! Şimdi çekil önümden!” dedikten sonra yürümeye başladım. İlerledikçe ana caddeye çıkıyordum. Araba ve insan sayısı artıyor, gece; kendisini zor geçirecek olan bu kız için daha az korkutucu bir hale geliyordu.
İyice paranoyaklaşmaya başlamıştım ama endişelenmekte haklıydım. Ne zaman arkama baksam onu görüyordum. Beni takip ediyordu. Otururken olduğu gibi bir şeyler de sormaya çalışmıyordu artık, beni yalnızca takip ediyordu. Adımlarımı hızlandıra hızlandıra neredeyse koşmak üzereydim ki koşsam da kolaylıkla yetişebilecek güçte olduğunu hatırlayıp durdum. Arkamı döndüm.
“Peşimi bırak.”
“İyi misin?”
“Sana peşimi bırakmanı söyledim! Neden beni takip ediyorsun? Sapık mısın? Beni mi kaçıracaksın?”
“Az önce otururken de söylediğim gibi; korkmuş görünüyorsun ve son derece üzgün olduğun da belli.”
Bu işin şakası yoktu. Her ne kadar gitmek istemesem de eninde sonunda evin yolunu tutacaktım. Bu sapığın adımı soyadımı öğrenmesini istemediğim gibi beni oraya kadar takip ederek adresimi öğrenmesini de istemiyordum.
“Bugün yaşamadığım bir tek kaçırılma kalmıştı zaten, onu da almayayım. Bırak artık, lütfen… Yardıma ihtiyacım yok benim. Ben kendime yeterim.”
Son kelimelerimin arasına karışan birkaç hıçkırık ve karşımda duran çocuğun bana acıyan bakışlarını görmemle kendimi bıraktım. Ağlayarak ona benden uzak durmasını istediğimi, bir başkasıyla daha uğraşmayı kaldıramayacağımı söyledim. Yeniden yürümeye başladığımda daha yakından, tam yanımdan yürüyordu.
“Yalnız kalmamalısın,” dediğinde onu durdurdum.
“Neden? Neden yalnız kalmamalıymışım? Ben bunu hak ediyorum. Yalnız bırakılmayı, terk edilmeyi, aşağılanmayı, aldatılmayı… Her şeyi hak ediyorum çünkü ben insanlara ve kendine güvenen aptalın tekiyim. Rahat bırak beni!” dediğimde ellerini omuzlarıma koydu ve sabit durmamı sağladı.
“Öncelikle sakin ol, asıl sen bu cümleleri söylediğin için yalnız kalmamalısın. İkinci olaraksa ben sapık falan değilim, sadece sana yardım etmeye çalışıyorum çünkü hayatımda gördüğüm en güzel kızsın. Seni her ne kadar tanımıyor olsam da o kadar güzelsin ki seni mutsuz görmemek için elimden geleni yaparım. Beni anlıyor musun?”
Söyledikleri beni sakinleştirmeyi başarabilmişti ama göğsümdeki acı bir santimetre bile yer değiştirmemişti. “Bak, yardım etmek istediğin için teşekkür ederim ama bana hiçbir şekilde yardım edebileceğini sanmıyorum.” Ellerimi iki yana açtım ve geri geri yürümeye başladım. “Gerçekten ümitsiz vakayım.”
Bana yetişti, yeniden durdurdu. Her şeyden ve herkesten uzaklaşmak istiyordum ama bu tanımadığım çocuk, sanki hayatımda istediğim hiçbir şeyin yerine gelmediğini hatırlatmak üzere gönderilmiş bir şakaydı.
“Sadece beş dakika rica ediyorum senden. Beş dakika konuşalım, sonra gerçekten gideceğim.”
“Ne saçmalıyorsun?”
“Gerçekten. Sadece beş dakikanı istiyorum, sonra belki de beni bir daha görmeyeceksin bile.”
Çevreme bakındım. Saatin geç olduğunu biliyordum ama en azından ortalıkta hâlâ birkaç kişi vardı. Her ne kadar dört kişi olduklarında, özellikle de karanlıkta korkunç gözükseler de şu anda karşımda duran karizmatik çocuk bana hiç de tehdit gibi gelmiyordu.
“Sonra takip etmeyi bırakacak mısın?”
Başını evet anlamında salladı. “Kesinlikle.”
Derin bir nefes alıp verdim. “Tamam,” dedim ve kaldırımın kenarına oturdum. Can’ın evinin önünde yere düştüğümde çizilen bacaklarımı öne doğru uzattım. Eve hangi yoldan döneceğime karar vermeye çalışıyordum. Yanıma oturduğunda öncelikle onunla konuşmayı kabul ettiğim için bana teşekkür etti, ardından belki de milyonuncu kez beni bu kadar üzen ve korkutan şeyin ne olduğunu sordu.
“Korkutan şey, daha doğrusu kişiler sen ve arkadaşlarındı. Üzen şey ise kesinlikle notlarımın aileme yetersiz geleceği falan değil. Durumun kağıtla ilişkisi tahmin edemeyeceğin kadar farklı.”
“Nasıl farklı peki?”
İstanbul’a geldiğimden beri hayatımın üstünü ne kadar giydirirsem giydireyim, yaşamaya değer herhangi bir sebebim olmadığından varla yok arasında gibiydim. Anneme göre durum tam tersiydi. Para yeterli gelmiyor ama taşındığımızdan beri her şey her gün daha da iyiye gidiyordu onun için. Benim suçum neydi? Eski hayatımı ve üvey babamı kendime mi saklamalıydım? Başkalarına anlattığımda başıma hep daha kötüsü mü gelecekti yani?
Ha evet, o konuya gelirsek… Kendimi, geçmişimi, nereden geldiğimi bir daha kimse bilmeyecekti.
“İnan bana, söyleyemem. Söyleyecek kadar da kimseye güvenemem. Güvenle işim bitti benim.”
Vücudunu bana çevirdi. “Tamam, zorlamayacağım. Anlatmak zorunda değilsin.”
Tabii zorunda değildim. “Teşekkürler.”
“Peki seni üzen bu durum hakkında ne yapacaksın?”
İç çektim. “Hiçbir şey yapamam,” dedim gözlerimi yere sabitleyerek. Uzun bir süre aynı noktaya bakmayı hedefliyordum.
“Sanırım kaçmaya çalıştığın birileri var. Yüzleşmekten korktuğun… Ya da bir şey yaptın ve sonuçlarına katlanmak istemiyorsun,” dedi fikir yürütmeye çalışarak. Son üç yılda annem de dahil olmak üzere kimse benimle konuşmaya çalışmamıştı. Can’a kadar, beni önemseyen kimseyle karşılaşmamıştım bu lanet olası koca şehirde. Ama nedense, şu anda yanımda oturan bu yabancı; her ne kadar arkadaşı olmasam da bana yardım etmeye çalışıyordu. Başından beri ona kaba davranarak hata etmiştim sanırım.
“Birinci söylediğin, evet bir daha yüzünü görmek istemediğim o kadar çok insan var ki!”
“Tamam, peki bu insanlar nereden? Ailen mi? Seninle birlikte mi yaşıyorlar? Yoksa…”
“Okuldan,” dedim sözünü keserek. Okulu gözlerimin önüne getirmek bile titrememe neden oluyordu. Oraya bir daha asla dönemezdim. Tüm o iğrenç insanların, adamların benim Can’la paylaştığım her şeyi izlemiş olması midemi bulandırıyordu. Herkesten nefret ediyordum. Videoları izleyen insanlardan, beni aşkla kandıran Can’dan ve en çok da kendimden…
Ellerini ovuşturarak gülümsediğinde garipseyerek ona baktım. “Okul kolay iş,” dedi.
Benimle dalga mı geçiyordu? “Bak, beni tanımıyorsun ve başıma gelenleri bilmiyorsun. Öncelikle birini okul idaresine ifşa etmem gerekiyor, ardından da büyük ihtimalle okuldan atılacağım. Bu işten zararsız çıkabilmemin imkânı yok!” dedim bacaklarımı kendime doğru çekerken.
Gülümsemeye devam ediyordu. “Atıl yani, ne olacak ki?”
Hâlâ beni anlamıyordu. Bu çocuk nasıl bir hayal âleminde yaşıyordu?
“Bak, bu kolay bir iş değil. Okuldan öyle basit bir nedenden dolayı atılmayacağımdan emin olabilirsin. Gerçekten son derece rezil ve iğrenç bir sicille ayrılacağım. O yüzlerini görmek istemediğim insanlar ve benim hakkımda soruşturma başlatılacak. Polisler peşimi bırakmayacaklar ve büyük ihtimalle o yaptığım, yaptığımın söylendiği şeyler yüzünden bir daha ülke içinde hiçbir okula kabul edilmeyeceğim.”
Gerçekleri sesli söyleyene kadar midemin bulantısı kontrol edilebilir düzeydeydi ama ne yazık ki gerçekler dudaklarımın arasından çıkıp geceye karıştığında kusmak üzereydim. Eliyle çenemden tutup hafifçe beni kendine çevirdi ve gözlerine bakmamı sağladı. “Hey, hey… Sakin ol. Yalnız değilsin, tamam mı? Ayrıca bir çözüm yolum da var.”
“Bak, arkadaşlarınla birlikte hangi işlerle uğraştığınızı bilmiyorum ama beni pis işlerinize bulaştıramazsınız. Para kazanmaya çalışmıyorum zaten,” dediğimde bana “Okulu bitirmek istiyorsun,” diyerek, söylediğimden bağımsızca karşılık verdi.
Meslek sahibi değildim, kendi ayaklarımın üstünde durmuyordum. Para ve ev zaten vardı, yani meslek sahibi olmama gerek yoktu. Bu nedenle okulu bitirmeme de gerek yoktu.
İhtiyacım olan şey, kendi değerlerimin ve inançlarımın tamamen yıkıldığı bu günde kendime yeni bir yol çizmekti. Bu yol, sadece benim mutluluğum için olmalıydı. Artık kendim için yaşayacaktım. Annem ne demişti? Bir adam… Evet, kendime öyle birini bulmalıydım ki bir daha asla bugün yaşadıklarımı yaşamak zorunda kalmayayım.
Ben de insandım ve mutlu olmaya hakkım vardı. Mutluluğa giden yol annemin söylediği yerden geçiyorsa, artık ben de o yolun yolcusuydum.
Ne yapmıştım ki sanki? Sadece birini sevmiştim. Ona âşık olmuştum ve sonucunda o kadar aşağı fırlatılmıştım ki beş dakika öncesine kadar bir daha yerden asla kalkamayacağımı sanıyordum. Sanırım artık takip etmem gereken yolu bulmuştum. Bir kez daha ve son kez, ben annemi dinleyecektim. Neden mi? Çünkü o şu anda büyük ihtimalle bir partide, çevresindeki pek çok başarılı iş adamının arasından kendi tablosuna en uygun adayı seçmekle meşguldü ve üstelik bunu yaparken hayatını yaşıyordu. Eğleniyordu, içiyordu, kahkaha atıyordu ve yaptıklarının sonuçlarını düşünmeden sadece kendini tatmin etme üstüne nefes alıyordu, bundan zevk alıyordu. İstanbul’da dönüştüğü fahişe, aslında artık bakıldığında o kadar da kötü değildi. Belli bir amaca yönelikti, benim de benimsemeye başladığım türden bir amaca…
Can’ın cehennemin dibine kadar yolu vardı. Artık yeni bir aşk kavramına sahiptim ve bu kavram beni diğeri gibi üzmeyecek, aksine ayakta tutacak bir geleceğe götürecekti. Yaşamımı onurlu ve rahat bir şekilde geçirebilmem için saygı duyulan, güçlü, etrafına korku saçan ve beni ne olursa olsun koruyacak bir adama ihtiyacım vardı. Böyle birini bulabilmek için de belirli ortamlarda bulunmam şarttı ki yaşımı göz önünde bulundurduğumda o ortam şimdilik okul olarak gözüküyordu.
“Evet, okulu bitirmek istiyorum. Eğitimime devam etmeliyim,” diyerek ona karşılık verdim ama bir daha hangi okulun beni kabul edeceği konusu gerçekten çok büyük bir sorundu.
“Dediğim gibi, sorunun çözümü bende.”
“Sen neyden bahsediyorsun?”
İyice yaklaştı. “Bak şimdi; senin bu kaçmaya çalıştığın insanlar ve yaşadıkların, sen ne kadar uzaklaşsan da geçmişin olarak seninle kalmaya devam edecekler. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap daima bir raporda, sicilde, fotoğrafta, hatta aynadaki aksinde bile olacaklar. İleride bir iş başvurusunda bile bulunamayacak olmanın nedeni olan bu geçmişin, ancak tek bir yerde sorun çıkartmayacaktır. Orası öyle bir yer ki, senin neler yaşadığın kişiliğinin önüne geçmiyor ve sorun çıkartmıyor. Çünkü orada herkes aynı durumda.”
“Kimsenin benimle aynı durumda olduğunu sanmıyorum…”
“Haklısın, o zaman senden daha kötü durumdalar diyeyim. Orada herkesin kendine has ve konuşmak istemediği bir geçmişi var. Senin gibi dününün üstüne çizgi çekmek ve devam etmek isteyen insanlarla dolu bir yer… Yeniden başlayabileceğin ve yargılanmayacağın tek yer…”
Kulağa gerçekten hoş geliyordu. Bu söyledikleriyle hayatıma gerçekten devam edebilmek için bir şansa sahip olduğumu belirterek bana umut oluyordu ama yine de “Lütfen hapishane olduğunu söyleme,” dedim tahminde bulunarak.
“Bir hapishaneden çok ama çok daha serbest. Görünce anlarsın,” dedi ve ayağa kalktı. Oturduğum yerden ona bakıyordum. “Neresi o zaman?” diye sordum.
“Atagül Lisesi,” dedi.
Ayağa kalkarken “İnan bana, adını hiç duymadım,” diye itiraf ettim.
“Emin ol ihtiyacın olana kadar duymamış olman daha iyi. Ön kayıt dönemini kaçırma,” dedi gülümsedi.
“Ne yani, şimdi sen oraya mı gidiyorsun?” diye sordum. Başını evet anlamında salladı. Acaba beni kendi okuluna kaydettirebilmek için yalan mı söylüyordu? Çünkü açıkçası benim gibi birini okula alacaklarını sanmıyordum.
“Eğer yalan söylüyorsan seni bulurum ve gerçekten öldürürüm. Anladın mı?”
Atagül Lisesi benim son şansım olabilirdi. Öyle bir yerin yokluğunda sanırım tüm hayatım daha on altı yaşımdayken biterdi.
Kahkaha attı. “Memnuniyetle bekliyor olacağım,” dedi. Gülmeyi kestiğinde sağ elini başının arkasına götürdü ve kaşıdı. “Adın ne?” diye sordu.
Tam cevap verecekken kendimi durdurdum. Atagül Lisesi’nde yeni bir hayata başlayacaktım. Kasabayı, üvey babamı, Can’ı, karısını, yalnızlığımı, küçüklüğümü, aşağılanmışlığımı, kandırılmışlığımı… Her şeyimi geride bırakacaktım. Artık istediğim kişi olabilirdim. O kâğıdı, kırık gitar ve eski tarihli gazetelerle yakarken son haline getirdiğim, olmak istediğim insan; başından beri olmam gereken karakterdeydi şimdi. O asla Canset’in düştüğü kadar yere düşmeyecek biriydi. Kandırılamayacak, hatta kandıracak bir kadın… İstediği kişiyi istediği anda elde edebilen ve kendisine yapılan haksızlara cevap veren biri… Sadece kendi mutluluğunu ve çıkarlarını ön plana koyacak çünkü diğerlerini önemsemenin kendisini üzeceğini çok iyi bilecek biri… O afişteki kadın olacaktım. Yeni bir ben, yeni bir isim:
“Cansu.”
Elimi uzattım. O da elini uzattı ve tokalaştık.
“Ben de Cenk.”
Görüşmek için okulların açılmasını beklememin gerekmediğini, arkadaşlarıyla birlikte buralarda bir barda takıldıklarını söyledi. Barın adını aldım çünkü bulmak zorunda olduğum mükemmel adamı aramaya sonuçta bir yerden başlamam gerekiyordu, öyle değil mi?
Aynen söz verdiği gibi arkasını dönüp geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladığında ben de eve dönüş yoluna geçtim.
Acaba şu Atagül Lisesi’nin ön kayıtları ne zaman başlıyordu?