༯ 9 ༯
ARDA
Kimsesiz olmadım ben hiç.
Terk edilmişliğin soğuğunda üçüncü el gitarımın altı paslı teli… Tınılarıyla ısıtırlardı, daha henüz nasır tutmamış küçük ellerimi. Onlardan önce ise babam ve annem vardı zaten. Kâbuslarla uyandığımda yatağımın başucuna yarım bardak su bırakan babam bazen neşe, bazen sonbahardı. Anlatmak için yeterince kendinde değildi hiçbir zaman. Onun dışında da kimse anlatmazdı zaten ne olduğunu. Büyüdükçe fark ettiğim bazı şeyler, yerine oturmayan notaların önemini henüz ilkokuldayken silerken diğerlerinden aykırı kalırdım.
Ben hep farklıydım. Diğer çocuklardan, büyüklerden ve babamdan… Biri yere düşünce gülmezdim mesela. Neden güleyim ki? Mutlu olmazdım tanımadığım insanların zillerine basıp kaçmaktan ya da bir topun arkasında koşuşturmaktan. Belki de sorun bendeydi ama buna rağmen herkes gibi olmamak bana kötü gelmiyordu. Canımı sıkmıyordu, beni üzmüyordu. Yapmak istemediğim hiçbir şeyi yapmak zorunda değildim zaten. Bazen sıkıcı ödevler ve dersler oluyordu, onlar bu konunun dışındaydı kesinlikle. Yine de nedense bir topa tekme atmak ya da problem çözmekten daha önemli şeylerin olması gerektiğini düşünüyordum.
Hiçbir zaman hayatıma ya da hayatın kendisine anlam verebilecek kadar büyüyebileceğimi sanmıyordum. Öğreneceğim hiçbir şeyin, gideceğim hiçbir okulun bana bunu gösterebileceğine inanmadım. İnanmadım çünkü verilen sözlerin tutulmadığı, yalanların dolup taşırıldığı ve gözlerin karşısındaki gözlerden daima kaçırıldığı bu dünyada her şey anlamını yitirmiş gibi geliyordu.
Bazen müzik bile üstümdeki etkisini yitirebilirken bana hangi kavram, an ya da zaman bu hayatta neden bulunduğumu anlatabilirdi ki?
Zamanla evrenin soruma hiçbir yanıt sunmadığını gördükçe kendim bir cevap aramaya başladım. Zor olmadı, etrafıma bakmam yeterli gelmişti. Artık ben bu dünyaya yere düşmek için geldiğimize inanıyordum. Sadece emeklemek, ayağa kalkmaya çalışmak ve buna çabalarken yere düşmekten ibaret olduğumuza inanıyordum, aksi öğretilmemişti.
İnançlarımın beni takip edip yerle bir olmasıyla birlikte, tükenmişliğin sınırını yaşarken tanıştığım bir yıldız bana yol gösterdi. Düştüğüm yerden gökyüzünün o kadar da uzak olmadığını bana uzattığı elle fark ettim. O bana bulutların en arkasından sesleniyordu, şarkı söylüyordu. Sesi beni bir kez buldu mu bir daha bırakmıyordu. Hayatım onunla tanıştığım gün değişmişti.
Hissettiğim acıdan, başka şeyler düşünerek uzaklaşmaya çalışırken beni arkamdan yakaladı. Gözyaşı ve haykırış dolu, geceleri yatağımın altına sakladığı pençeleriyle sırtımı çizerek yakaladı tişörtümü. Çizikler gittikçe daha da alevleniyordu. Aklımı dağıtmak için düşünmeye başladığım şeyleri bir kenara bıraktım. Ellerimle zeminden destek alıp dizlerimin üstünde durmayı denedim. Yatağımın altındaki karanlığa saklanmaktan bıkmış acı; beni düştüğüm yere geri dönmem için zorluyor, yeterince tekme atmamış gibi adeta ayakkabısıyla sırtıma bastırıyordu. Tadı metalikti, tadı o solan renklerden biriydi.
Benim yaşımdakilerin henüz almaması gereken tattaydı.
Ayağa kalkma çabamın yine işe yaramadığını görünce gözlerimi sımsıkı kapattım. Beni bir sonraki sancıya kadar oyalayacak herhangi bir anı aradım, bulamadım. Henüz ne yaşamıştım ki gözümün önüne getirebilirdim? Kalbim kırıktı. Bu zamana kadar nasıl olöası gerektiğini bilemediğim sevgi kavramını annemden öğrenmiştim. Herkesin tek bir sevgi yaşadığını düşünüyordum. Okulda bahsettiklerinde aklım almamıştı. Şaşırmıştım. “Nasıl sevebiliyorsunuz sevgiyi?” diye sorduktan sonra dinlemiştim hikâyelerini. Benimkine hiç benzemiyordu. Acı yoktu bir kere. Ne biçim sevgiydi o öyle?
Sırtımdaki alevlerin basit iki-üç çizikten yükseldiğini biliyordum ama sanki vücudumda bir yangına neden oluyorlardı.
Bağırmaya başladım.
Gözlerimi açıp yukarıya baktım. İşte o anda o yıldız yeryüzüne indi. Dizlerini yanıma koyup bana doğru eğildi. Biraz korku, bolca endişeyle yüzünden çekti altın saçlarını. Henüz deldirmediği kulaklarının arkasına götürdü. Küpe takmasına daha iki yıl vardı çünkü ortaokulda son derece sinir bozucu bir çocuk ona yılbaşı çekilişinde küpe hediye edecekti. O yıldız da kocaman kalbiyle sadece ayıp olmasın diye gidip kulaklarını deldirecekti.
Benim güçsüz kollarım kadar titreyen elleri vücuduma yaklaştığında gökten yanıma inmiş yıldızın yüzüne baktım.
O da gülmüyordu. Neden gülmüyordu?
Normalde yere düşenlere gülünürdü. Onlarla dalga geçilirdi. Sanki çok güzel bir olaymış gibi daha sonra başkasına anlatılırdı hatta. Günlerce konusu edilirdi.
Ta ki bir başkası düşene kadar.
Solan renklerin arasında hâlâ saçlarının ve gözlerinin parlaklığını kaybetmemiş olması, bu yıldızı diğerlerinden ayıran tek fark değildi.
Gerçekten de, o neden gülmüyordu?
Gözleri benim gözlerimle buluştuğunda ağladığını fark ettim. Benimle birlikte ağlıyordu çünkü acımı hissedebiliyordu. Yere düşen birine gülünmeyeceğini bilen bir yıldızla ilk defa karşılaşıyordum. Hatta öyle bir yıldızın varlığından bile şüpheliydim çünkü aslında yıldızların yaptığı tek şey kendilerini ön plana çıkartacak geceyi bekleyip ardından biz uyurken, o gün yaptıklarımızı kendi aralarında konuşup bizlerle dalga geçmekti.
Bana elini uzattı. O anda ihtiyacım olan tek şeydi belki ama hâlâ bir yıldızın benim odama uğradığına inanamıyordum. Heyecanımı yenip uzattığı eli tuttuktan sonra ikimiz de ayağa kalktık. Hiçbir şey söylemedik. Sadece birbirimize bakıyorduk. Bacaklarım ayakta durmamı istemediklerini belli ediyorlardı ama yine de onlara karşı geldim. Yutkunurken boğazım yandığında “Ah!” demek istedim ama demedim. Sessizliği bozamadım. Rezil olmuştum. Bir yıldıza rezil olmuştum.
Önüne düşen saçlarını bir eliyle yeniden kulağının arkasına götüren yıldız kız, yere eğilip kırılan gözlüğümü aldı. Titremesi yavaş yavaş geçen kollarımdan birini kendisine doğru çekip avcumu açtı. Bir camı çatlamış olan gözlüğü bıraktıktan sonra avcumu kapattı. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.
Konuşabileceğimi hissettiğim ilk anda bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama hiçbir kelime gönüllü olmadı. Diğerlerinden farklı olan yıldız gündüz vakti bulutundan uyanıp yanıma inmişti. Daha geceye çok vardı ve büyük ihtimalle evine geri dönmesi gerekiyordu. Onu yormak istemiyordum.
Bana sarıldığında ağlamaya devam etti. Nasıl bir hayatım olduğunu artık öğrenmişti. Ağlamak dışında yapabileceği hiçbir şeyin olmayışı onu kahrediyordu. Sanırım bu gündüz yıldızının kalbini tanımaya başlamıştım.
Kollarını gevşetip kendini geri çektiğinde bana sarılırken hissettiğim huzurla yumduğum gözlerimi açtım.
“Kimseye söyleyemezsin,” diye fısıldadım.
Yanaklarından o an süzülen damla ile sessiz hıçkırıkları son bulduğunda dudaklarını birbirine bastırdı. Başını olumlu anlamda yukarı aşağı hareket ettirdi.
“Söz mü Civciv?”
“Söz.”
Bu hayata neden geldiğimi, hangi amaç uğruna yaşadığımı çözemediğim günlere geri dönüp baktığımda buruk bir gülümseme ile karşılıyorum anılarımı. Meğerse tüm sorularımın cevabı daha en başından beri hep yanıbaşımdaymış. İnanmak zor, biliyorum ama artık cevaptan hiçbir şüphem yok.
İşte ben, beni yere düştüğümde kaldıran o gündüz yıldızı için yaşadım. Beni hayata bağlayan, solan renklere karışmaktan kurtaran; onun altın saçları ve melek sesi olmuştu. Daha o gün konuşulmamış bir sözleşme yapmıştık aramızda. Birbirimize söz vermiştik.
Birbirimizi ne zaman nerede olursak olalım yere düşünce kaldıracaktık.
Hem de ne zamana kadar biliyor musunuz?
Ölene kadar.
İşte ben tam da hikâyemin bu kısmında, neden bu sözlerin tutulmadığı bir dünyaya geldiğimi anladım: Kendi sözümü tutmak için. Beni sabahları da ziyaret eden gündüz yıldızım Güneş’i korumak için. Ona olan borcumu ödemek için çıktığım yolda yanıma sadece gitarımın büyüsünü aldım. Güneş’in bana yaptığı gibi elini tutmak ve onun beni sevdiği gibi sevebilmek için ayağa kalktım.
“Yıldızım” dedim, evet. Sahiplendiğimin farkındayım. Bana kızmayın çünkü gökyüzünde milyonlarca yıldız var ve mutlaka bir tanesi sizin için de orada. Her biri gecenin karanlığında gizleniyor ve sizin onu bulmanızı bekliyor.
Benim hikâyeme dönecek olursak hani söz vermiştik ya yere düşünce birbirimizi kaldıracağımıza dair… Zaten benim için gökten aşağıya inmişti. Daha fazla eğilip bir de toprağa değmesine izin veremezdim. Verdiğimiz söz değişmemişti, ben sadece ufak bir ayrıntı daha eklemiştim.
Yere düştüğünde onu kaldırmak değildi sadece, ben Güneş’in yere bile düşmesine izin vermeyecektim.
Dediğim gibi, ben hiçbir zaman kimsesiz olmadım. Babam sonbaharken biraz zorlanırdım, o kadar. İşin aslı hiçbirimiz yalnız değiliz. Başınızı kaldırıp gökyüzüne bakmamız yeterli. Sadece tek bir ricam olacak.
Gökyüzüne sabah değil, geceleri bakın. Çünkü sabahları gökyüzünde tek bir yıldız var ve işte o yıldız benim Güneş’im. Umarım baştan anlaşabilmişizdir. Çünkü eğer anlaşamadıysak sizi sıkıntılı günler bekliyor olabilir.